Transatlantik: Gazze'de ateşkes beklentisi, Avrupa, Hindistan ve Meksika'da seçimler, Hunter Biden olayı

12.06.2024 medyascope.tv

12 Haziran 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Transatlantik’i yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız. Washington’daki Gönül Tol ve Ömer Taşpınar’la dünyayı konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba. Öncelikli konumuz Gazze. Dünyanın da öncelikli meselesi zâten. En son, BM Güvenlik Konseyi ABD’nin sunduğu Gazze’de ateşkes îlân edilmesi planını kabul etti. Hamas bu planı prensip olarak kabul etti, bakalım İsrail kabul edecek mi? ABD Dışişleri Bakanı Blinken yine İsrail’de. Herhalde krizden bu yana defalarca gitmiştir İsrail’e. Gönül, nedir durum? Bu sefer bir şeyler olacağa benziyor mu?
Gönül Tol: Çok zor Ruşen. Geçen haftaki yayında https://medyascope.tv/2024/06/05/transatlantik-gazzede-son-durum-turkiyenin-bricse-katilma-niyeti-trumpin-suclu-bulunmasi/ da konuştuğumuz gibi, Netanyahu’nun siyâsî hayâtı bu krizin, bu çatışmanın devâmına o kadar bağlı ki, onu kestirmek zor. Netanyahu’nun bu teklife “Evet” dediğini görmek zor. Biliyorsun bu müzâkereler Mısır ve Katar’ın arabuluculuğunda yapılıyordu ve Hamas’ın, resmî yanıtını Mısır ve Katar’a ilettiği ve bu teklifi kabul ettiği duyuruldu. Biden, yaklaşık 12 gün önce, kameralar karşısına çıkıp, İsrail’in de kabul ettiği bir yol haritası olduğunu duyurmuştu. Hattâ buna, “İsrail’in ateşkes planı” demişti. Hamas ise, Mısır ve Katar aracılığıyla, “Biz bu yol haritasını kabul ediyoruz” dedi. Her ne kadar Biden buna İsrail’in planı dese de, Netanyahu hiçbir zaman kamuoyu önünde “Evet, bu bizim planımızdır” demedi. Dolayısıyla hem Amerikan yönetiminde hem bölgede, Netanyahu’nun bu planın tam olarak neresinde olduğuna ve ne kadarını onayladığına dâir hep bir soru işâreti vardı zâten.
Amerikan Dışişleri Bakanı Blinken dün, “İsrail tarafı, Başbakan Netanyahu, Biden’ın açıkladığı plana sâdıktır” açıklamasını yaptı. Hamas da bu teklifi kabul ettiğini söyledi. Fakat şimdi İsrailli yetkililer, “Hayır, aslında Hamas’ın ‘kabul ettik’ dediği şey, bizim onlara sunduğumuz ateşkes planı değildi. Hamas bizim için önemli olan maddeleri reddediyor” diyor.
Yine tekrarlamak gerekirse, Biden’ın açıkladığı ve İsrail tarafının da onayladığını söylediği yol haritasında üç aşama var: Birinci aşamada, 6 haftalık ateşkes var ve ateşkes boyunca tarafların atması gereken adımlar var. Hamas’tan beklenen, bâzı rehîneleri, özellikle kadınları, çocukları, hastaları salıvermesi. İsrail’in de İsrail hapishânelerinde tuttuğu Filistinli tutukluları bırakması. İkinci aşamada da Hamas, elindeki bütün rehîneleri bırakacak, İsrail de Gazze’den çekilecek ve kalıcı ateşkesin müzâkereleri başlayacak. İkinci aşamada bir kalıcı ateşkesten bahsediliyor, zâten BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararda da bu çok net. Yani İsrail’in bütünüyle Gazze’den çekilmesi ve çatışmanın sonlanması gerektiği söyleniyor. Fakat bu kararlaştırılan yol haritasında, o kalıcı ateşkesin detayları müzâkereye açık deniyor. Üçüncü aşamada, bu kez Hamas’ın elinde bulunan ve ölen ya da öldürülen rehînelerin cenâzeleri İsrail tarafına teslim edilecek ve İsrail de Gazze’nin yeniden inşâsı için müzâkereleri başlatacak.
Hamas, bütün bunları kabul ettiğini söylüyor. Fakat İsrail tarafı, “Hamas, rehînelerin salıverilmesi konusunda yaptığımız metinde değişikliğe gitti ve bu, ateşkesin rûhuna aykırı. O yüzden, Hamas’ın ‘Evet’ dediği şeyi biz ‘Hayır’ olarak kabul ediyoruz” diyor. İki taraf arasında zâten baştan beri problemler vardı. Meselâ, hangi aşamada ne kadar rehînenin bırakılacağı meselesi sorunluydu. Bir de, Hamas’ın hep çok sık söylediği “kalıcı ateşkes” konusu. İsrail tarafı ise kalıcı ateşkes diye bir şeyin söz konusu olmadığını söylüyor. Yani Netanyahu’nun kabinesindeki insanlar sürekli bunun altını çiziyor. Özellikle o koalisyonun radikal tarafı, “Biz Gazze’deki askerî ve siyâsî amacımızı gerçekleştirinceye kadar kalıcı ateşkes ya da bütünüyle Gazze’den askerî olarak çekilmemiz söz konusu değildir” diye açıklama yapıyor. İsrail’in askerî ve siyâsî amacı nedir? Hamas’ı bütünüyle ortadan kaldırmak ve onun askerî ve siyâsî olarak Gazze’yi yönetebilme kapasitesini bütünüyle bitirmek. Amerikan tarafı, yani Beyaz Saray dün yaptığı açıklamada da, “Hamas’ın resmî yanıtını aldık. Bunun üzerinde çalışacağız ve taraflarla yeniden konuşup müzâkere edeceğiz” dedi. Dolayısıyla bugün îtibâriyle durum şu: Hamas, “Ben kabul ettim” diyor; İsrail ise, “Hayır, kabul etmedi” diyor. Amerikan tarafı, Mısır ve Katar da, “Biz Hamas’ın yanıtını aldık ve detayları çalışıyoruz” diyor.
Bu arada şunu da söyleyeyim ki bu gerçekten çok acı verici. Hamas’ın elinde bulunan 4 rehîne kurtarıldı. Tabiî bu, o insanlar ve âileleri için çok güzel bir haber; ama o 4 rehîne kurtarılırken 274 Filistinli öldürüldü. Amerikan Dışişleri Bakanı, ama daha da önemlisi ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (Centkom), Twitter hesabından yaptığı resmî açıklamada, “İsrail Ordusu’nu tebrik ediyoruz. Bu çok başarılı bir operasyon” dedi. Bu gerçekten insanın vicdânını çok yaralayan bir açıklama. Bunun neresi başarı? Tamam, her insanın hayâtı önemlidir de, dört insanın hayâtını kurtarmak için 274 Filistinli öldürüyorsunuz ve bu operasyona, “Askerî olarak başarılı bir operasyon” diyorsunuz. Biden yönetiminin bugüne kadar Gazze’de yaptığı hatâları göz önüne aldığımızda bu açıklama çok şaşırtıcı değil; ama yine de insanın çok canını yakan bir şey.

Ruşen Çakır: Ömer, bu arada İsrail’de savaş kabinesinde istifâlar da oluyor. Bir taraftan gösteriler de devam ediyor. Yani içeride Netanyahu’ya yönelik îtirazlar da var. Bunlar çok etkili değil mi, yoksa Netanyahu şu anda gerçekten güçlü bir şekilde mi yürütüyor savaşı?
Ömer Taşpınar: Kamuoyunda savaşa verilen destekte %20’lik bir azalma oldu; yüzde 80’den %60’lara düştü destek. Netanyahu’nun kurduğu ittifâkın içinde, daha ılımlı bir politikacı olan eski Genelkurmay Başkanı Benny Gantz geçen hafta istifâ etti. Aslında beklenen bir istifâydı bu. Zîra Gantz, Netanyahu’dan, savaş sonrası Gazze için nasıl bir vizyona sâhip olduğu ve Gazze için ne yapılması gerektiği konusunda bir plan beklemişti ve o planı almak için de bir son târih koymuştu. “Netanyahu 8 Haziran’a kadar Gazze için savaş sonrası planını açıklamalı” diye belirtmişti. Bu savaşın ilelebet devam etmemesi için Netanyahu üzerinde bir baskı kurdu. Ama Netanyahu öyle bir açıklama yapmadı.
Zâten Netanyahu’nun böyle bir açıklama yapmaması ve Gönül’ün anlattığı gibi İsrail’in, “Ateşkes Hamas yok edilince başlar” demesi, Hamas’ın da “Tamam, biz buna ‘evet’ diyoruz ama İsrail ‘evet’ demiyor. İsrail kalıcı bir ateşkese hiçbir zaman yanaşmıyor, çünkü onların savaşı kazanma tanımı, bizim yok edilmemizdir” demesi, ortada ciddî bir sorun olduğunu gösteriyor. Bu 6 haftalık geçici ateşkes nasıl kalıcı hâle gelecek? Çünkü Netanyahu, “Ancak Hamas yok edilirse” diyor. Hamas’ın yok edilmesi ne demek? Yahya Sinwar’ın öldürülmesi mi?  Sonuçta Yahya Sinwar operasyonel olarak karar verici konumunda. Hamas zayıf da olsa, hâlâ bazı yerlerden İsrailli askerlere saldırıda bulunabiliyorsa, tek tük de olsa roket atabiliyorsa, bu, İsrail’in gözünde Hamas’ın bitirilmediği anlamına gelecek. İsrail için Hamas’ın bitirilmesi, askerî ve siyâsî olarak Gazze’yi yönetebilme kapasitesini yok etmek demek.
Bu arada, Hamas Filistin topraklarında, Batı Şeria’da, daha önce %30 desteğe sâhipken, bugün %80 desteğe sâhip. Filistin’deki Hamas’ın devâmı olan Mısır’daki Müslüman Kardeşler, dolayısıyla Hamas, Mısır’da terör örgütü îlân edilmiş olmasına rağmen, %60’a yakın destek toplamış durumda. Biz aylar önce, “Hamas bu savaşı insanların vicdânında, kalbinde kazanıyor” derken, biraz da bunu söylüyorduk. Yani her ne kadar Hamas lehine gösteriler olmasa da, stratejik olarak Hamas şu anda Arap şehirlerini fethetmiş durumda. Çünkü Filistin meselesi artık Mahmud Abbas’ın, El Fetih Hareketi’nin taşıdığı bir mesele olmaktan çıktı. Hamas’ın öncülüğünde bu yere gelindi. Dünya bugün iki devletli çözümü tekrar konuşuyorsa, Mahmud Abbas sâyesinde konuşmuyor. Bunu da söylemek terörizme destek vermek değil, mevcut olan durumu analiz etmek. Dolayısıyla, Hamas böyle bir durumdayken kendi elini güçlü görüyor. Mısır ve Katar’dan çok büyük baskı da geldi. Hattâ Amerikalılar’ın, “Hamas bu ateşkes anlaşmasına ‘hayır’ derse, Katar’dan kovulmalı” açıklamasına, İsmail Haniye bir bakıma baskı altında “Evet” dedi.
İsrail’in ne yapacağı konusuna gelince: Ilımlıların kabineden ayrılması, radikallerin güçlü olması ve şu son, 4 rehîne askerî yöntemlerle kurtarılırken 274 Filistinli’yi öldürerek bunu bir başarı olarak göstermeleri, bir bakıma, “Biz gerekirse rehîneleri böyle de kurtarırız” cephesini de güçlendiriyor. Bu cephe radikallerin cephesi. Bu arada tabiî Hamas’ı övmek hiç doğru değil, çünkü Hamas’ın yaptığı şey de kabul edilebilir değil. Çünkü Hamas bu rehîneleri bir kampın ortasındaki bir binâda tutuyorlar. Tünellerde tutmak yerine, halkın içinde, İsrailliler’in istihbârat alıp gelebilecekleri bir yerde, daha fazla sivilin ölmesine yol açacak bir şekilde tutuyor. Çünkü Hamas’ın başarı stratejisi, dünyada bu kadar sempati toplaması, maalesef trajik bir şekilde 30 bin, 40 bin Filistinli’nin ölmesine bağlı. Ölen Filistinli sayısı, ölen Filistinli çocuk ve kadın sayısı arttıkça, Hamas’a olan destek de artıyor dünyada ve Hamas bunun farkında. Böyle de bir trajediyle karşı karşıyayız. Yani rehineleri, İsrail’in alamayacağı bir yerde, tünellerde tutmak varken, İsrail’in alabileceği bir yerde tutmak, İsrail’e âdeta, “Gel burada yüzlerce kişiyi de öldür” demeye bir dâvet. O yüzden, işin işinden çıkılmaz bir yere geldik.
Şu anda CIA Başkanı Bill Burns yine bölgede ve Hamas’a dolaylı yoldan, “Biz 5. haftada devreye gireceğiz” diyerek, 6. haftada bunun kalıcı hâle gelmesi için neredeyse garantörlük yapmaya çalışıyor. Nasıl garanti verebilir? “İsrail üzerinde baskı kuracağız” diyerek. İsrail şu anda, “Ben ateşkesi dâimî hâle getirmeyeceğim, çünkü Yahya Sinwar hâlâ orada, hâlâ Hamas’ı yönetebiliyor” derse, bu anlaşmanın hiçbir anlamı kalmaz O nedenle bence çok iyimser olmamalıyız. Bana göre bu savaş düşük yoğunluklu bir şekilde devam edecek ve bu savaşta bir azalma başladığında, bu sefer kuzeyde Hizbullah cephesi canlanmaya başlayacak. Zâten şu anda bile Hizbullah’la İsrail arasında yoğunlaşmaya başlayan bir gerginlik ve çatışma var. Bence Netanyahu, Gazze cephesinde birazcık bir istikrar kazanabilir de orayı biraz gündemden düşürürse, Hizbullah’la hesaplaşma aşamasına gelecek.

Ruşen Çakır: Hep kötü şeylerden bahsediyoruz, ama bir başka kötü şey olarak Avrupa’daki seçimlere geçelim. Aslında beklenen bir şeydi. Aşırı sağın, ırkçı hareketlerin güçleneceği daha önce söyleniyordu. Tabiî en önemlisi, bu durumun, Avrupa Birliği’nin en temel iki ülkesi olan Almanya ve Fransa’da yaşanıyor olması. Hattâ Macron, bu gelişme üzerine olağanüstü erken seçime gitme kararı aldı. Ne düşünüyorsun bu konuda Gönül? Bu, beklenen ama sarsıcı bir gelişme. Aslında genel olarak dünyanın birçok yerinde benzer olaylar var. Latin Amerika’da da var, Avrupa’da zâten var. Ama Asya’da da oluyor. Hindistan da bir anlamda böyle bir örnek. Evet, ne diyorsun bu konuda Gönül?
Gönül Tol: Evet, aşırı sağın yükselişi yeni değil. Bundan önceki 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde de çok net görmüştük aşırı sağ partilerin yükselişini. Aslında 2015, 2016’dan bu yana ciddî bir yükseliş var, bunun da temel nedenlerinden bir tânesi Suriye’deki iç savaş ve Arap ayaklanmalarının ardından bölgeden gelip Avrupa’ya giden nüfus, yani göçmen meselesi. Fakat Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, bu beklenmekte birlikte, beklendiği kadar dramatik bir başarı da elde etmediler — bunu söylemek gerekiyor. Söylediğin gibi, Almanya’da AFD, Fransa’da Le Pen çok mevzi kazanmış durumdalar; fakat genel olarak merkez partilerin düşünüldüğü kadar kan kaybetmediğini gösteriyor.
Burada nasıl bakılıyor? Ona gelelim. Aslında dünyanın tamâmında –bence Türkiye’de de öyle–, bu meselenin Avrupa’nın dış politikasını nasıl etkileyeceği açısından bakılıyor. Tabiî bir de iç siyâseti etkileyen bir tarafı var. Avrupa ülkelerinde yapılacak ulusal seçimlerde, ülke ülke bakıldığında, bu ülkelerin iç siyâseti nasıl değişecek? Ne kadar sağa kayacak? Bu perspektiften bakılıyor. Meselâ Fransa’da Le Pen çok ciddî bir yükselişe mi geçecek? Fakat genel olarak, “Bu seçim sonuçları Avrupa’nın dış siyâsetini nasıl etkileyecek?” perspektifinden bakılıyor.
Ben baktığımda çok dramatik argümanlar görüyorum — Türkiye’de de yapılıyor bu. “Türkiye için çok kötü haber”, “Türkiye politikası bütünüyle değişecek, çok daha negatif bir yere doğru evriliyor” gibi argümanlar görüyorum. Ben biraz daha temkinli olmak, temkinli bir çıkarım yapmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu yükselen aşırı sağ partilere baktığınızda, aslında dış politika açısından bunların yekpâre bir dış politika duruşu yok. Meselâ Rusya’ya, Çin’e, Ortadoğu’ya, İsrail’e, Gazze’de olanlara dâir bu partilerin nerede durduğuna baktığınızda, bu partiler arasında geniş bir yelpâze olduğunu görüyorsunuz. Hem dünyayı, hem Amerika’yı, hem Avrupa’yı ilgilendirecek konularda, meselâ Avrupa’nın NATO ile ilişkisi, Amerika’yla ilişkisi, Amerika’ya güvenlik meselesindeki bağımlılığı konusunda bu partiler nerede duruyor? Macron uzun zamandır bir stratejik otonomiden bahsediyordu. “Amerika’ya ekonomik anlamda, özellikle de askerî konuda bağımlı olmamalıyız” diyordu. Bir zamanlar bunu sâdece Macron dillendirirken, Ukrayna’nın işgalinden bu yana, şimdi pek çok Avrupalı lider benzer bir yerde duruyor. Nitekim Avrupa Birliği de, 2016’da geçirdiği bir stratejik konseptte, gerçekten Avrupa’nın savunma konusunda kendi ayakları üzerinde durabilmesini önemsiyor.
Bu partiler şimdi bu konuda ne düşünüyor? Bunu geri mi çevirecekler?  Çünkü bu partilerin özellikle Avrupa Birliği gibi ulus-üstü yapılanmalara şüpheyle yaklaştığı düşünüldüğünde, pek çok insan Avrupa Parlamentosu seçimlerinden şu çıkarımı yapmıştı: “Bu partiler, Avrupa’nın stratejik otonomiye gitmek için ivme kazandığı bir dönemde, bunu bloke edecek” diyorlardı. Halbuki öyle değil. Bu partilerin bir kısmı, “Hayır. Bu da nereden çıktı? Biz NATO ile çalışıyoruz. Amerika hep orada olacak. Hep bizim yardımımıza, savunmamıza gelecek” diyor. Öbür taraftan, “Hayır, bu olmayacak, kendi savunmamızı güçlendirelim” diyenler var. Hattâ “Kendi savunmamızı güçlendirelim” diyenler neredeyse çoğunlukta. Bu da aslında Türkiye’ye bir kapı arayabilir. Çünkü bu aşırı sağ partiler içerisinde, “Avrupa kendi ayakları üzerinde durmalı ve Amerika’dan bağımsız bir şeye doğru evrilmeli. Bunun için de üçüncü ülkeleri de angaje etmeliyiz” diyen bir kesim var.  Bu da yine Türkiye’nin Avrupa savunma yapısının bir parçası olmasına kapıyı aralayabilir.
İkincisi, Rusya’yla ilişkiler konusu. Bu partilerle ilgili genelde hep şu konuşuluyordu. Meselâ Meloni için de, başbakan olmadan önce, “Rusya’ya çok yakın bir yerde duruyor. Putin’i seviyor. Otokratlar diğer otokratları seviyor” deniyordu. Fakat Meloni, başbakan olduktan sonra aslında çok anaakım bir yerde durdu. Ukrayna’yı çok destekledi, Rusya’nın karşısında durdu. Parlamento’da güç kazanan diğer aşırı sağ partiler içerisinde de Rusya’yı bir tehdit olarak algılayan pek çok parti var. Dolayısıyla orada da bir netlik söz konusu değil. Yani, “Bundan sonra Ukrayna’ya yapılan Avrupa yardımı tamâmen kesilecek, Avrupa yardımı Rusya’yı angaje edecek” gibi bir çıkarım da yapamayız. Çin konusunda da benzer şekilde bir ayrım var partiler arasında. “Çin’i angaje edelim” diyenler var, “Çin’i izole edelim” diyenler var.
Fakat bence bu seçim sonuçlarına en çok sevinmesi gereken insan Netanyahu. Çünkü bu partilerin büyük bir çoğunluğu Netanyahu’nun, İsrail'in yanında duruyor. Bu da aslında çok şaşırtıcı değil, çünkü bu partiler içerisinde Müslüman karşıtı söylem çok kuvvetli. İslâm, Müslüman göçmenler, aslında bir iç siyâset konusu. Böyle bir şey varken, iç siyâsetin şekillendirdiği ve yükselttiği hareket olarak bu partilerin Filistin’in yanında durması beklenemezdi. Belki o konuda yekpâre bir bakış açısı var; fakat onun dışında, Avrupa Birliği’nin dış politikasında dramatik değişikliklere sebep olacak bir birlik görmüyorum ben.
Bir de son olarak şunu ekleyeyim: Aslında Avrupa’nın dış politikası, Türkiye’de hâlâ çok konuşulmayan bir şey. Bu seçim çerçevesinde konuşulmayan bir şey. Sonuçta Avrupa Birliği’nin ortak bir dış güvenlik politikasından bahsetmek çok kolay değil. Bu, genel olarak üye ülkelerin inisiyatifinde ve öyle olmaya devam edecek.

Ruşen Çakır: Ömer, seninle devam edelim. Makron aşırı sağcılara karşı tüm siyâsetçileri birleşmeye çağırmış. Fransa’da sol birleşiyor gibi görüyorum. Galiba en büyük panik hâli Fransa’da var. Ama Fransa aynı zamanda, aşırı sağın öteden beri en güçlü olduğu, adım adım, göstere göstere yükseldiği yer. Almanya’daki olay da önemli herhalde, ama Fransa kadar değil. Ne dersin?
Ömer Taşpınar: Doğru. Avrupa’da yaşanan bir depremse, bunun merkez üssü Fransa ve Almanya. Ama asıl Fransa’da tam bir siyâsî depreme döndü bu. Gönül’ün bıraktığı yerden, yani “Avrupa dış politikası nasıl etkilenir?” meselesinden devam edeyim. Avrupa Parlamentosu önümüzdeki 2 ay içinde komisyon başkanını seçecek. Muhtemelen yine Ursula Von der Leyen seçilecek. Çünkü bu Avrupa Parlamento seçimlerinde merkez sağ çökmedi. Tamam, yara aldı; fakat popülistler merkez sağı bütünüyle çökertebilecek bir çoğunluk oluşturmadılar — ki bu popülist sağ ikiye bölünmüş durumda: Kimlik ve Demokrasi Partisi var, bir de Meloni’nin başında olduğu Avrupa Muhafazakâr ve Reformcular Partisi var. Muhafazakâr Reformistler zâten iktidarda oldukları için, bir bakıma iktidarda olmanın getirdiği pragmatik ve ılımlı politikaları izliyorlar. Yani bu popülistler iktidara geldiklerinde, muhâlefetteyken çok rahat söyleyebildikleri bâzı ekonomi ve dış politika hamlelerini yapamadıklarını gösteriyor. İtalya bu konuda siyâsî bir laboratuvar oldu. Daha önce Mussolini ile faşizmde, Berlinguer’le komünizmde, hep Avrupa’nın önünde giden, siyâsî bir laboratuvar olan İtalya, popülizmin de en güçlü şekilde geldiği Meloni’nin Fratelli d’Italia’sı ile bize, bu popülist dediğimiz kişilerin, iktidâra geldiklerinde merkeze doğru yürümek zorunda olduğunu gösterdi. Merkez de bir bakıma popülizme doğru yürüyor. Yani bunların arasında bir sentez oluşuyor.
Şimdi Macron bunları gördü. Belki bu kadar büyük bir heâîmet yaşayacağını da düşünmüyordu. Kamuoyu yoklamaları, aşırı sağcı Le Pen’in Rassemblement National partisini (Ulusal Birlik Partisi) %10-15 oranında önde gösteriyordu, fakat Macron’un partisinden iki misli oy aldı. Macron, 5. Cumhuriyet’in geleneklerine sâdık kalarak, Parlamento’yu feshetti. Bu, Avrupa seçimleri olmasına rağmen aşırı sağın ve aynı zamanda aşırı solun, yani Jean-Luc Mélenchon’un da başında olduğu Fransız sosyalistlerini, komünistlerini ve aynı zamanda ekoloji partilerini, Yeşiller’i de içine alan sol bloku… Bu arada, Avrupa genelinde Yeşil hareket de başarısız çıktı bu seçimlerden. Çünkü Avrupa’da şu anda temel mesele, küresel ısınma veya ekolojik dengeler değil hayat pahalılığı. Yeşiller’in hep söylediği şey de, “Bir şekilde, benzinden ve kömürden yeşil enerjiye geçmemiz lâzım” söylemi. Bu da pahalı bir mesele. İnsanlar zâten hayat pahalılığıyla uğraşırken, özellikle Almanya’da Yeşiller Partisi’nin apartmanlardaki bütün ısınma sistemlerinin daha ekolojik olması için bir plan getirmesi müthiş bir infial yarattı. Yeşiller, Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile bir koalisyon içinde. Bu da, AfD (Almanya için Alternatif Partisi) gibi popülist partilere yarıyor.
Bu arada, aşırı sağ partilerden Rassemblement National’in (Ulusal Birlik Partisi) son derece karizmatik, telejenik başkanı 28 yaşındaki Jordan Bardella da sürekli bu meseleyi ön plana koyuyor. Yani göçmenlerden çok, Macron’un ekonomik başarısızlığı üzerinden giden bir kampanya yürütüyor. Son derece karizmatik ve bence Marine Le Pen’e göre halkın daha çok kabul edebileceği bir isim. Fransa’da, özellikle merkez solda Le Pen isminin yarattığı bir alerji var, gerçi merkez sağda da bir alerji yaratıyordu. Şimdi onun yerine böylesine farklı birinin çıkması, partinin daha fazla oy almasına neden oldu.
Macron bütün bunları görerek, bence mantıklı bir risk aldı. “Mantıklı bir risk” derken şunu söylemek istiyorum: İşler bu şekilde gitse, yani Macron 2027’ye kadar erise, partisi Fransa’yı doğru dürüst yönetemeyecek durumda olsa –zâten artık Parlamento’dan bir şeyler çıkaramıyorlar, sistem felç olmuş durumda–, 2027’de aşırı sağın iktidâra gelmesi çok daha kolaylaşacak diye düşündü. Bir bakıma onları, “İktidâra tâlipseniz şimdiden gelin, Parlamento’da güçlenin, bakalım yönetebiliyor musunuz?” sorusuyla karşı karşıya bırakıyor. Fransa’nın ekonomik, sosyal ve göçmen sorunları, öyle kolay kolay halledilebilecek sorunlar değil. Sonuçta iktidâra gelmiş bir popülist partinin iki yıl içinde yıpranma ihtimâli de var. Şimdi Fransa’da 1 ay sonra seçim var. Ön cephede Marine Le Pen değil, 28 yaşındaki Jordan Bardella görünüyor. Bardella’nın karşısında da 35 yaşındaki Başbakan Gabriel Attal var. Yani Fransız siyâsetinde müthiş bir gençleşme var; biri 35, diğeri 28 yaşında ve kampanyayı onlar yürütüyor.
Bugün son birkaç saat içinde, Macron’u son derece rahatsız edecek şöyle bir gelişme oldu: Gaullist Parti, yani Fransa’nın ana akım sağ partisi Les Républicains’in (Cumhuriyetçiler) lideri Éric Ciotti, aşırı sağcı Marine Le Pen ve Jordan Bardella’nın Ulusal Birlik Partisi ile koalisyon yapabileceğini açıkladı. Bu, merkez sağın, aşırı sağla koalisyonu demekti. Bu da bir bakıma, Macron’un o liberal ekibini daha da eritebilecek bir gelişme. Zâten Parlamento’da çoğunluğu oluşturamayan bir konumda. Normalde, merkez sağla aşırı sağın birlikte hareket etmesi Fransa’da büyük bir infial yaratır diye beklersin. Ama öyle büyük bir infial yok gibi. Yani öyle gözüküyor ki, bir ayın sonunda, Jordan Bardella, eğer bir de merkez sağdan Gaullist Parti’yi, Les Républicains’leri yanlarına alabilirlerse, Fransa, “berâber yaşama” dediğimiz yeni bir “kohabitasyon” dönemine girebilir. Zâten Fransa’nın kendi siyâsî tecrübesinde, daha önce 1980 ve 90’larda Mitterrand ve Chirac arasında, Chirac’la Lionel Jospin arasında yaşanmış, sağ başkan/sol hükûmet ya da sol hükûmet/sağ başkan kohabitasyon dönemi örneği vardı. Böyle bir dönemde, Macron’un 3 yıl daha, 2027’ye kadar Fransa’nın başında kalması kesin, ama Başkan olarak sâdece dış politika konularında hâkim durumda kalacak. Çünkü Fransız Anayasası’na göre, yarı-başkanlık sisteminde, başbakan –Parlamento’da çoğunluğu olması gereken bir başbakan bu– cumhurbaşkanıyla ayrı partilerdense, içişleri ve ekonomi konularından başbakan sorumludur. Dolayısıyla önümüzdeki 2-3 yıl boyunca, aşırı sağın, merkez sağdan alacağı destekle, bir bakıma iktidârı paylaştığı bir Fransa’ya doğru gidiyoruz.
Bu 2-3 yıl içinde, Marine Le Pen’in liderliğini yaptığı, ama ön cephede Jordan Bardella’nın olduğu aşırı sağ Rassemblement National Partisi çok başarılı olamazsa ve bir mûcize yaratamazsa, 2027’de, Macron’un temsil ettiği biraz liberal, Fransa’nın biraz daha cumhuriyetçi, laik merkezine sâdık gelenek, Macron sonrası – çünkü Macron aday olmayacak– yine merkezin tutunabileceği bir Fransa olabilir. Macron, 2027’de hezîmet yaşamamak için şimdiden iki yılı fedâ etmişe benziyor. Eğer seçimlerde bir sürpriz olmazsa, bir hezîmet yaşayabilir. Ama şu son yaptığı basın toplantısında Macron önemli bir şey söyledi: “Fransızlar normalde Avrupa seçimlerinde kalpleriyle hareket ediyorlar, içlerinden geldiği gibi bir şekilde protesto oyları kullanıyorlar. Ama ‘Fransa'yı kim yönetsin?’ sorusuna mantıklı bir cevap vereceklerini düşünüyorum” diyor. Çünkü Fransa’daki seçim iki turlu olacak. 30 Haziran ve 7 Temmuz’da. Bir bölgede en yüksek oyu alan ilk iki aday ikinci tura kalacak. Fransızlar’ın, önlerine böyle alternatifler konduğunda, “Fransa'yı faşist bir partinin yönetmesini istiyor musunuz?” sorusuna daha akılcı bir cevap vereceklerini düşünüyor Macron. Yani pes etmiyor şu anda. Ama bana göre Fransa, Macron’dan, Macron’un başarısızlığından bıkmış durumda. Benim gördüğüm kadarıyla, merkez sağ ve aşırı sağ, iktidâra bir koalisyonla gelebilir. Fransa, yeni bir kohabitasyon dönemine giriyor gibi görünüyor.

Ruşen Çakır: Evet, toparlamadan önce hızlıca Hindistan seçimlerini konuşsak. Türkiye çok ilgilenmiyor. Ama orada da, çok önemli bir otoriter liderin yine kazandığını, ama güç kaybettiğini gördük. Ne dersin Gönül?
Gönül Tol: Evet, orada da ilginç şeyler var aslında. Bir siyâsetbilimci için ilginç şeyler var aslında. Bir siyâsetbilimci açısından, Hindistan’ı ve Türkiye’yi karşılaştırmak ilginç; çünkü benzerlikler var. Hindistan seçimlerinde Başbakan Modi üçüncü kez başbakan seçildi. Fakat partisi, Modi’nin düşündüğü kadar bir çoğunluk sağlayamadı. Hindistan Parlamentosu 543 sandalyeli bir parlamento. Modi seçimlerden önce, partisinin 370 sandalyeyi alacağını söylüyordu. Fakat seçimlerde 370 yerine 240 sandalye aldı. Modi’nin pek çok yerde, özellikle de ülkenin kozmopolit ve seküler bölgelerinde çok kan kaybettiğini görüyorsunuz.
Modi’nin kampanyası Erdoğan’ın kampanyasına benziyordu aslında. Erdoğan, Mayıs seçimlerinden önce, Türkiye’nin yerli savunma sanâyii ürünlerini sahnelemişti. Türkiye’nin nasıl dünya sahnesinde yükselen bir güç olduğu mesajını vermişti. Modi de kampanyasında benzer bir şey yaptı. Hindistan’ın dünya sahnesindeki yükselen profilinin altını çok çizdi. Her yerde Modi’nin fotoğrafları vardı. Dolayısıyla kampanya boyunca Modi’ye yapılan vurgu, seçimleri Modi için bir referanduma dönüştürmüştü. O nedenle seçimlerde Modi’nin partisinin zayıflaması, aslında Modi’nin popülerliğinin zayıfladığı anlamına da geliyor. Kampanyasının en önemli ayaklarından bir tânesi olan dış politikayı kullandı. Hindistan, özellikle Amerika’nın Çin’i çerçeveleme politikasında çok önemli bir rol oynuyordu ve Biden da Modi’yi yükseltti. Hindistan’da Dünya Liderleri Zirvesi yapıldığında açılış konuşmasını Modi yaptı. Biden çok övdü onu. Biden yönetimi, Çin politikası nedeniyle Hindistan’ı yavaş yavaş yükseltti ve Modi bunu iç siyâsette çok net bir şekilde kullandı.
Kampanyasının ikinci ayağı Hindu milliyetçiliğiydi. Burada Erdoğan’la paralellikler var. Modi, siyâset sahnesine çıktığı andan bu yana Hindu milliyetçiliğine çok vurgu yaptı. Fakat bu seçimlerde, Hindu milliyetçiliğinin seçmen tarafından kabul gördüğü bölgelerde dahi bu söylemin çok işlemediğini görüyoruz. Peki, o zaman seçmen neye göre karar verdi? Ya da Modi’nin partisi neden istediği başarıyı elde edemedi? Çünkü muhâlefet ortak bir adayda karar kıldı. Muhalefetin adayı Rahul Gandhi oldu. Dolayısıyla muhâlefet birleşti ve seçmene bir birleşik muhâlefet imajını verdi.
İkincisi, Hindistan ekonomik olarak dünyanın en hızlı büyüyen ülkelerinden biri olmasına rağmen ciddî ekonomik problemlerle karşı karşıya. İşsizlik bunlardan bir tânesi. Genç işsizliğinin %45’e ulaştığı söyleniyor. Bir de tabiî gelir dağılımı adâletsizliği söz konusu. Bu, seçmenin davranışını belirleyen en temel faktörlerden biri oldu. Hindistan’da yatırımların azaldığını görüyoruz. Bütün bunlar, seçmen nezdinde ekonominin yolunda gitmediği algısını güçlendirmiş durumda. Hindistan’ı çok yakından tâkip edenler, Modi’nin daha önce de bu tür kayıplar yaşadığını, tıpkı Erdoğan gibi bir siyâset ustası olduğunu, kaybı kazanca çevirebileceğini, dolayısıyla artık Modi’nin düşüşe geçtiğini söylemek için erken olduğunu söylüyorlar. Fakat Hindistan’ı iyi bilen pek çok insan da, 2029 seçimlerinde Modi’nin yeniden aday olmayabileceği düşüncesinde.
Modi’nin Erdoğan’la bir diğer benzerliği de şu: Erdoğan’ın Ayasofya hamlesini hatırlayalım. Zâten bütün otokratlar bu kültürel kutuplaşmayı kullanarak, özellikle etnik ve dinî kimliği kullanarak toplumu kutuplaştırıyor ve o kutuplaşma üzerinde yükseliyorlar. Modi de bunu yapıyor. Hindu milliyetçiliğinin altında yatan şey de o, Türk milliyetçiliğinin de o. Erdoğan ne yapmıştı? Muhâfazakâr seçmenin gönlünü kazanmak, İslamcıları kendi tarafına çekmek için Ayasofya’yı câmiye dönüştürmüştü. Modi de benzer bir şey yaptı. Ülkenin kuzeydoğusunda Ayata denen yerde, bir câminin olduğu bir yere bir tapınak inşâ etti. Ama bütün bunların işe yaramadığını görüyoruz.
Benim bu sabah Ömer’le paylaştığım bir teori var: Milliyetçilik ne zaman otokratların işine yaramamaya başlıyor? Erdoğan’ı düşünelim. 2015’ten bu yana, kendisinin başlatmadığı bir milliyetçi yükseliş var. Suriye’de PKK’ya bağlı grupların yükselmesi, özerk bir alan yaratması, Amerika’nın onlara destek vermesi, Türkiye’deki Türk milliyetçisi çevrelerde ciddî bir endîşe yaratmıştı. Erdoğan bunu tetiklemedi, fakat Türk milliyetçiliğini kullanarak ajandasında yapmak istediği her şeyi gerçekleştirdi. MHP ile ittifâkını kullanarak referandumu kazandı. Sonra Başkan seçildi, ardından seçim kazandı. Güvenlik meselesini, o hep söylenen “beka” meselesini kullanarak seçmenin korkularına oynadı. Seçmeni korkutarak onların desteğini almak bütün otokratların kullandığı bir şey. Fakat önemli olan, iç siyâsetteki güvenlik bağlamının buna izin vermesi gerekiyor. Türkiye’de PKK’nın olması Erdoğan’ın siyâseti güvenlikleştirmesine izin vermişti. Benzer şekilde Hindistan da terör problemiyle başa çıkmak zorunda kalan ülkelerden bir tânesi. Keşmir bölgesinde radikal İslâmcı terör örgütleri var. Pencap Eyâleti’nde Sih ayrılıkçıları var. Dolayısıyla Hindistan terörizm için de hep önemli bir yer oldu. Modi de bunu kullandı.
Bugün Ekonomi ve Barış Enstitüsü tarafından her yıl yayımlanan “Global Terrorism Index” raporunda ilginç bir şey gördüm. 2023 yılında bir grafik hazırlamışlar. Dünyada terörizme bağlı şiddet eylemlerinin dramatik bir şekilde düştüğü ülkeleri sıralamışlar. Dünyada ilk 10 listesine giren ülkelerden ikisi Türkiye ve Hindistan. Bu ne demek? Otokratlar ne zaman milliyetçiliği mobilize ediyorlar? Güvenlik konjonktürü buna el verdiğinde. Terörü kullanıyorlar, eğer yoksa bunu inşâ ediyorlar. Meselâ ABD’de Trump, “Meksika’dan gelen tecâvüzcüler bizi istilâ ediyor” diyerek bir korku iklimi yaratıyor. Bu iklimi yaratamayacakları ortamda, seçmen, güvenlik kaygısının olmadığı bir yerde, asıl günlük problemlere dönüyor ve o şekilde oy veriyor. Yani ekonomiye bakıyor, günlük hayâtında yaşadığı sıkıntılara bakıyor. Böyle zamanlarda da, milliyetçiliğin otokrat tarafından kullanılamadığı yerlerde otokratların zayıfladığını görüyoruz. O yüzden, Hindistan’da ve Türkiye’de 2023 yılında terörizmin bu kadar dramatik bir şekilde düşüş yaşamış olması bana şunu düşündürdü: Erdoğan da Modi de seçimlerde milliyetçiliği mobilize edemediler, bu da seçimde kayıplarla sonuçlandı.

Ruşen Çakır: Peki Ömer, Meksika’da ilk kez bir kadın devlet başkanı seçildi, değil mi?
Ömer Taşpınar: Evet.

Ruşen Çakır: Burada bir kopuş mu var, bir devamlılık mı var?
Ömer Taşpınar: Temelde bir devamlılık var. Çünkü sonuçta bu seçilen başkanın kendi siyâsî hareketi değil. Devlet başkanı seçilen Claudia Scheinbaum, eski devlet başkanı Andres Manuel Lopez Obrador’un bir şekilde himâyesinde. Scheinbaum Meksiko Belediye Başkanı’ydı, Musevî asıllı. Son derece seküler. Zâten partisi MORENA, sol gelenekten gelen ve sol popülizm yapan bir parti. MORENA Partisi’nin eski yöneticilerinden Andres Manuel Lopez Obrador, yaklaşık 8-10 yıldır Meksika’da ülkenin en büyük sorunu olan uyuşturucu kaçakçılığı, karteller ve ekonomik meseleler konusunda başarılı görülen, halkın desteklediği bir isim. O yüzden açık ara farkla yine partisi kazandı ve dediğim gibi bir devamlılık söz konusu. Burada Meksika açısından ilginç olan şey, bir ekonomik başarı ve Gönül’ün bahsettiği güvenlik konularında Meksika Ordusu’nun, militarizasyonun, yani askerin polis aleyhine güçlenmesi ve askerî yöntemlerle hem insan hem uyuşturucu kaçakçılığı yapan kartellerin üzerine gitmesi. Fakat ülkede yolsuzluğun ve bâzı yapısal meselelerin hâlâ devam etmesi, Meksika’yı bir başarı modeli hâline de getirmiyor.
Amerika açısından ise önemli olan, Güney sınırının böyle güçlü bir otoriter rejim tarafından tutuluyor olması. Zira Meksika’nın meselesi, Meksikalılar’dan çok, Orta Amerika’dan, Güney Amerika’dan Meksika’ya gelen göçmenler. Onlar kuzey sınırına geçiyorlar. Amerika açısından önemli olan, Meksika’da güçlü bir iktidârın hem bu kartellerle mücâdele etmesi hem de sınırı tutması. Bu açıdan baktığımızda, Meksika’da sol popülizmin başarısından bahsedebiliriz.

Ruşen Çakır: Ömer, yayını kapatmadan Hunter Biden’dan da bahsedelim kısaca. Geçen ay, eski başkan Trump, 2016 seçimlerinde yasadışı “sus payı” ödemesiyle ilgili yürütülen dâvâda suçlu bulundu. Joe Biden’ın oğlu Hunter Biden, özellikle Trump çevrelerinin en çok sevdiği konulardan birisi, değil mi?
Ömer Taşpınar: Kesinlikle öyle. Trump’a destek verenler, bir paralellik kurmaya çalışıyorlar. Biden Âilesi’nin yolsuzluklara batmış olması onların en çok sevdiği konu. Joe Biden’ın ağabeyinin, Biden’ın nüfûzunu kullanarak bazı ihâlelere girmiş olması gibi konular da var. Fakat oradan bir dâvâ çıkaramayacakları için, Biden’ın oğlu Hunter Biden’ı hedef alıyorlar. Hunter Biden, psikolojik sorunları olan, uyuşturucu müptelâsı biri. Bir dönem rehabilitasyona gidiyor, o dönemde psikolojik sorunları da devam ediyor. Hunter Biden silâh almaya karar veriyor. Form doldururken, uyuşturucu kullandığını gizliyor. Avukatları, kendisinin o dönemde rehabilitasyonda olduğu için uyuşturucu kullanmadığını belirtiyorlar. Fakat aslında kullandığını belirtmesi gerekiyordu. Hunter Biden’a, yasadışı bir şekilde ateşli silâh alma, satın alma işlemleri sırasında uyuşturucu kullanmadığına dâir yalan ifâde verme ve silâhları bu yolla yasalara aykırı şekilde elinde bulundurma ile ilgili üç farklı suçlama yöneltildi. Hunter Biden jüri tarafından bu üç konuda da suçlu bulundu. Hunter’ın hapse girme riskinden bahsediliyor, fakat temyize gidecekler. Tabiî bu mesele, Trump’çı kesime, “Bakın, sorun sadece Trump değil, aynı zamanda, sol partide de aynı şekilde ciddî meseleler var” deme imkânını sağlıyor. Fakat ben bunları magazin olarak adlandırıyorum. Çok da bir karşılığı yok bunların. Ne Demokrat Parti’de bir karşılığı var, çünkü kimse bakmıyor bu haberlere. Ne de Cumhuriyetçiler’de. Trump’a destek verenler de bu konuyu çok fazla kullanacak durumda değil. Bu konu sâdece FOX TV gibi sağ popülist televizyon kanallarını ve Trump olayıyla paralellik kurmaya çalışan analistleri ve gazetecileri meşgul ediyor.
Sonuçta, Hunter Biden’ın suçlu bulunması ve yargılanması, Amerikan seçimleri üzerinde kalıcı etkisi olmayacak bir gelişme bence.

Ruşen Çakır: Peki, burada noktayı koyalım. Seçimler konusunu epeyce konuştuk. Ama Gazze’de hâlâ bir şeyin değişmediğini gördük ve Hunter Biden magazin konusuyla kapattık. Ömer’e ve Gönül’e çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
23.06.2024 Cumhur İttifakı’nın ömrü uzun değil
16.06.2024 “AK Parti içindeki gayri memnun kesim” ve “bürokratik vesayet” ile mücadele iddiaları
14.06.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (218): Avrupa’da aşırı sağın yükselişi - Cumhur İttifâkı’nın geleceği - Erdoğan’ın CHP’ye iâde-i ziyâreti:
12.06.2024 Transatlantik: Gazze'de ateşkes beklentisi, Avrupa, Hindistan ve Meksika'da seçimler, Hunter Biden olayı
09.06.2024 Fethullahçı şebekeyle savaşmak için içeride barışa ihtiyacımız var
08.06.2024 Ebuseleme Gülen yayınının öyküsü
08.06.2024 İYİ Partili Tolga Akalın Akşener-Erdoğan görüşmesini yorumluyor
07.06.2024 CHP’nin yükselişi sürüyor mu? Hatem Ete ile söyleşi
07.06.2024 Ruşen Çakır ve Kemal Can ile Haftaya Bakış (217): Hakkâri Belediyesi’ne kayyum atandı - Akşener’in Beştepe ziyâreti - Fethullahçılık nereye gidiyor?
06.06.2024 Fethullah Gülen’in yeğeni Ebuseleme Gülen ile söyleşi: “Çok günahımız var, îtiraf etmeliyiz”
23.06.2024 Cumhur İttifakı’nın ömrü uzun değil
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
11.02.2016 Hesabên herdu aliyan ên xelet şerê heyî kûrtir dike
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı