Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (218): Avrupa’da aşırı sağın yükselişi - Cumhur İttifâkı’nın geleceği - Erdoğan’ın CHP’ye iâde-i ziyâreti:

14.06.2024 medyascope.tv

14 Haziran 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Türkiye’nin üç değişik yerinden bağlanıyoruz. Kadri iki haftadır yoktu. Bu sefer Kadri de aramızda. Kadri, hoş geldin.
Kadri Gürsel: Hoş bulduk.

Ruşen Çakır: Evet, Kadri Gürsel ve Kemal Can’la birlikte Türkiye’yi konuşacağız. Türkiye’yi konuşmadan önce Avrupa’yı bir konuşalım diyorum. Kadri, sen Avrupa Birliği’nin bir organizasyonu nedeniyle Türkiye’den bir grup gazeteciyle Brüksel’deydin. Tam Avrupa Parlamentosu seçimlerine denk geldi. Aşırı sağın yükselişi bekleniyordu, ama yine de görülmesi çok etkili olmuştur. Özellikle Avrupa Birliği’nin kalbi olan Fransa ve Almanya’da, ama özellikle Fransa’da çok net bir yükseliş oldu. Öyle ki Emmanuel Macron Parlamento’yu feshetti ve ülkeyi seçime götürüyor. Orada neler gördün? Zâten senin çok iyi bildiğin bir konu bu. Ne kadar önemli? Ve tabiî ki bu bizi, Türkiye’yi ne kadar ilgilendiriyor?
Kadri Gürsel: “Türkiye’yi ne kadar ilgilendiriyor?” sorusundan hareketle başlayayım. Bir defa, Türkiye Avrupa gündeminde yok. 2009’daki Avrupa Parlamentosu seçimini hatırlayalım. O zaman Sarkozy Fransa’sında, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusu ciddî bir endîşe, hattâ bir tehdit algısı olarak Avrupa Parlamentosu seçimlerinin gündemine girmişti. Türkiye, ne olumlu ne de olumsuz, herhangi bir şekilde Avrupa’nın gündeminde yok. Hiç yok hattâ; hiçbir şekilde gündeme gelmiyor. Türkiye sorununun şimdilik çözülmüş ya da en azından hasır altı edilmiş gibi bir hâli var. Türkiye, izlediği dış politika nedeniyle şu an bir jeopolitik tehdit de oluşturmuyor Avrupa’ya. O yüzden Avrupa’da Türkiye’ye bakış yumuşamış durumda. Bunu gördük. Gerçi pazar günü seçimin son günüydü Avrupa’da. Fransa özelinde ortaya çıkan tablo şöyle: Marine Le Pen’in partisi Macron’un partisinin neredeyse iki katı oy aldı Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ve oyu % 30’a vardı. Bu da Fransa açısından yeterince kaygı verici bir durum. Ama hemen bir dipnot düşmek lâzım buraya. Fransa’da ve Avrupa Birliği’nin genelinde, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde seçmen davranışı nasıl şekilleniyor? Birincisi, katılım oranı düşük. Avrupa’da ortalama %50-51 arasında bir yerde. Yani seçimlerin neredeyse siyâsî meşrûiyet sınırı hemen hemen bıçak sırtında duruyor. Yüzde 40’lara, 30’lara inse meşrûiyeti tartışılır bu seçimlerin — ki 30’lara kadar indiği küçük ülkeler de var, meselâ Yunanistan’da katılım düşük. Katılımın yüksek veya düşük olması, aslında ülkelerdeki gerilimlerden kaynaklanıyor. Mevcut statükodan rahatsız olan kesimler, Avrupa Parlamentosu’nda daha fazla temsil edilmek, oradaki gündemlerini güçlendirmek istiyorlar. Statükoyu zorlayan kesimler de özellikle aşırı sağ ve sağ popülist akımlar. Bunun karşısında da aşırı sağın, sağ popülizmin yükselişinden kaygı duyan, bu tehditten kaygılanan kesimler var. Aslında seçime katılma dinamiklerini bu iki taraf, yani statükoyu zorlayanlar ve statükonun tehdit altında kalmasını istemeyenler belirliyor. Böyle seçimlerde, genel olarak Avrupa Parlamentosu’nda temsil edilen gruplar açısından iki kaybeden var şu anda: Biri Yeşiller, diğeri de Liberaller. Aslında merkez sağ ve merkez sol, yani Sosyal-Demokratlar ve Avrupa Halk Partisi adı altında temsil edilen merkez sağ, güçlerinden çok fazla bir şey yitirmediler. İki sağ popülist grup var. Bunlar iki farklı grup. Biri, Kimlik ve Demokrasi Partisi, diğeri de Avrupa Muhafazakârlar ve Reformcular Partisi. Bu iki parti çok birlikte hareket edemiyorlar. İkisinin de ortak paydası, Avrupa şüphecisi olmaları. Ama yine de şu anki kesinleşmemiş sandalye dağılımına baktığımız zaman, evet, aşırı sağın yükselişi var, fakat bu yükseliş, en azından önümüzdeki 5 yıl içinde Avrupa Birliği’nin işlerliği açısından yasama organı olan Avrupa Parlamentosu’nun faaliyetini tıkayacak gibi gözükmüyor. Çünkü sosyalistler ve sosyal-demokratlar, merkez sağ ve liberaller de buna eklenince, Yeşiller ve solun desteği olmadan dahi, 720 üyenin salt çoğunluğu olan 361 rakamını rahatlıkla geçiyor. 400’ü geçiyor hepsi ve bir uzlaşma içinde. Önlerindeki ilk görev olan Avrupa Komisyonu Başkanı ve komisyon üyelerinin onayı, önce başkanın seçimi, sonra komisyon üyelerinin tasdiki ve daha sonra bütçe fonksiyonlarını îfâ etmekte, aşırı sağın tehdidi olmadan çalışabilecek gibi duruyorlar. Aslında çok önemli bir fonksiyonu var Avrupa Parlamentosu’nun. Bir de bir soru işâreti daha var. Bu sefer, 45-50 kadar bağımsız, herhangi bir gruba bağlı olmayan üye girdi Avrupa Parlamentosu’na. Bunların ne yönde davranacaklarını bilmiyoruz. Grup olarak aşırı sağ ve sağ popülist çizgide davransalar bile, Avrupa Parlamentosu’nun işlerliğini tehdit edebilecek noktada olmayacaklarını düşünüyorum. Evet, Avrupa Birliği’nin geleceği açısından endişeli olmak lâzım, fakat ortada karalar bağlanmasını gerektiren çok çok tehlikeli bir durum yok bana göre.

Ruşen Çakır: Çok sağ ol Kadri. Kemal, bu konuda sen bir şey söylemek ister misin? Yoksa doğrudan Türkiye’ye geçelim mi?
Kemal Can: Kadri’nin söylediklerine katkı olsun diye bir şey söyleyeyim: Bir süredir, Avrupa’da aşırı sağ ya da daha uç sağ diyebileceğimiz kesimlerdeki yükselme, hem seçmen desteği hem ülkelerdeki seçimlerde, hem bu tür Avrupa Parlamentosu seçimlerinde çok gündeme geliyor. Bu gündeme gelişin iki genel trende ve başka ülkelerdeki siyâseti etkileyen tarafına dikkat çekmek istiyorum. Birincisi, bu “Milliyetçilik yükseliyor” teması, bir tehlike îmâsı ile birlikte dile getiriliyor. Ama aslında çok uzunca bir süredir, Avrupa’daki pek çok ülkede ve aslında genel olarak dünyadaki trend de bu eğilimleri besleyen bir etki yaratıyor. Merkez partilerin, kimi zaman da tam karşı blokta yer alanların, bu tehlikeye yaptıkları vurgu ve bu tehlikeyle kurdukları ilişki açısından ters bir işlev kazandıklarını görüyorum. Aslında bir bakımdan, merkez partiler bunu da istiyorlar. Çünkü bu tehlikeyi göstererek kendi varlıklarını ve tutunma güçlerini koruyabileceklerini düşünüyor, “Aman ha! Bizi destekleyin. Yoksa bunlar gelir!” gibi bir argümanı kullanıyorlar. O yüzden de bunu sık sık dile getiriyorlar. Ama bu, ters bir süreç de yaratıyor. Sanki, aşırı sağın taleplerinin ya da iddialarının çok meşrû, dikkat edilmesi gereken, hattâ hak verilmesi gereken şeylermiş gibi tartışıldığı zeminler yaratıyor. Bunu ülkemizde de bâzen yaşıyoruz. Bu, şöyle bir sürece neden oluyor: “Aşırı sağ yükseliyor. Çünkü merkez partiler göçmen meselesinde yeterince kararlı davranmıyorlar” deniyor. Sonra merkez partiler, bu yükselmeyi durdurma adı altında, birdenbire bu aşırı sağın tazyikine cevap verecek ya da “Seçmeni hoş tutuyoruz” kılığında, onu haklı gösterecek adımlara yöneliyorlar. Bu böyle tuhaf bir denklem yaratıyor. Dolayısıyla bu, bâzen sayısal olarak çok gerçeği yansıtmasa bile, “Şok gelişme!” “Büyük patlama!” gibi kavramsallaştırmalar, gerçek siyâsî trendi anlamayı zorlaştıran bir şey yaratıyor. Bunu 2023 seçiminde Türkiye’de de gördük. Buna işâret etmek istedim.

Ruşen Çakır: Evet. Türkiye’ye geçelim. Tabiî ki en önemli konu, Salı günü Erdoğan’ın, 18 yıl sonra CHP Genel Merkezi’ne gelmesi, Özgür Özel’e iâde-i ziyârette bulunması. Yaklaşık 90 dakika süren bir görüşme. Şu âna kadar bir pürüz çıkmadı, pek bir açıklama da yok. Ama şunu biliyoruz ki geçen görüşmeden bu yana, üç CHP’li “gölge bakan”, önce Dışişleri, sonra Çevre ve Şehircilik ve en son İçişleri Bakanı ile bayağı geniş kapsamlı görüşmeler yaptılar. Şimdi de CHP kurmaylarının, en azından Ekonomiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Yalçın Karatepe’nin, sanıyorum ayın 24’ünde Mehmet Şimşek’le görüşeceği söyleniyor. Gölge bakanlar görüşmesi Erdoğan ile Özgür Özel arasındaki görüşmelerin başka kanallardan sürdüğünü gösteriyor. Bir diğer çarpıcı hususa daha var, buna ayrıca değineceğiz: Özgür Özel’in, öldürülen Ülkü Ocakları eski Başkanı Sinan Ateş’in eşini bir kez daha kabul etmesi ve orada Ayşe Ateş’in, “Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmemiz engelleniyor” açıklamasının hemen ardından, Saray’dan “Cumhurbaşkanı Ayşe Ateş’i kabul edecek” diye bir açıklama geldi. Özgür Özel görüşmesinin hemen ardından, Erdoğan, Ayşe Ateş ve iki kızını kabul etti. Bayağı uzun süren bir görüşme olmuş. Fotoğraflar servis edildi filan. Bir şeyler oluyor sanki. Cumhur İttifâskı’nın dağılma bahsini, yani Bahçeli’nin o mesajını, yaptığı uzun açıklamayı ayrıca konuşalım; ama Bahçeli’yi karıştırmadan, sâdece CHP ve AKP arasındaki ya da Özgür Özel ile Erdoğan arasındaki ilişkiye baktığımız zaman, ne görüyorsun? Normalleşme ya da yumuşama –ya da her neyse tanımı–, bu, yürüyor galiba, değil mi? Ne dersin Kadri?
Kadri Gürsel: Bir şeyler yürüyor kesinlikle, fakat neyin yürüdüğü konusunda ben rivâyetin muhtelif olduğunu ve bu konunun tartışmaya açık olduğunu düşünüyorum. Ne yumuşama adı altında ne normalleşme adı altında, kelimelerin taşıdığı anlamlar îtibârıyla îzah edilebilecek bir durum söz konusu değil. Çünkü iki tarafın da bu yaptıklarından beklentileri bence farklı ve bu farklı beklentiler bir noktada çatışacak. O çatışma ânı ne zaman gelir ve bu çatışma ânı hangi dinamiklerin sonucunda bir bileşke olarak karşımıza çıkar, çatışan dinamikler nerede fiile dökülür ve ortaya bir sürdürülemez sonuç çıkar? Bunu zaman gösterecek. Ben iki tarafın ne beklediğini, kendi gözlemlediğim ve anladığım kadarıyla aktarmak isterim. Birincisi, CHP açısından, Özgür Özel açısından başından beri böyle bu. İlk defa, 20 küsur yıldır “Olmaz” denilen şey oldu ve bir oy geçişkenliği ortaya çıktı. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel, yeni dönemde bu oy geçişkenliğine engel olan bütün bariyerleri, her türlü önyargıyı ortadan kaldırmak için “normalleşme” adı altında bir politika seti oluşturdu. Bunun adına da “normalleşme” diyor. İktidârın ana muhâlefet partisini şeytanlaştırmak, düşmanlaştırmak, onu öcü olarak göstermek, o iktidâra geldiğinde, iktidar ve çevresinin ve tabanının kazandığı bütün kazanımların ve elde ettiklerinin ellerinden alınacağı gibi bir korku atmosferi yaratmak, korkuyla iktidarda kalmak gibi bir imkânını elinden almak istiyor Özgür Özel. Bunu da yaparken, aslında kullanım süresi sınırlı olan “normalleşme” adı altında bir söylemle devam ediyor buna. Normalleşecek olan ne? Bir ona bakalım. Birincisi, otoriter rejim altında yaşadığımız gerçeğini değiştirmiyor. Yürüyen bir şey varsa da bir otoriter rejim altında yaşıyoruz şu an Türkiye’de — seçimli bir otoriterlik. Özgür Özel öyle şeyler söylüyor ki; meselâ Gazete Pencere’den Yavuz Oğhan’a şöyle konuşmuş: “Normalleşme demek, ülkede adâletin tecellî etmesine de engel olunmaması demektir”. Türkiye’de şu anda hukuk ve anayasa askıda.  Hukuk devleti yok, hukukun üstünlüğü yok. Var diyenler beri gelsin; böyle bir şey yok. Özgür Özel, “Adâletin tecellî etmesi” diyor. Bir Sinan Ateş örneği var gözle görülen. Osman Kavala ve Gezi mahpusları örneği var. Selahattin Demirtaş örneği var. Bunlar çok sembolikleşmiş örnekler oldu artık. Burada normalleşme politika setlerinin kriterleri oluşuyor. Bundan sonuç alamadığı takdirde, bir noktadan sonra rejimi normalleştirmeye hizmet edecektir. Şu an için demiyorum, ama edecektir. Bu ânın iyi hesaplanması lâzım. Ben, Özgür Özel’in, bu “normalleşme” adı altında yürüttüğü politikaya tahmînî bir süre biçtiğini zannediyorum. Bunun böyle 4 yıl devam edemeyeceğini kendisi de çok iyi biliyor. Politika olarak işe yaramaz hâle geldiği andan îtibâren, Türkiye2nin seçime gitmesi gerekiyor, yoksa aleyhine döner bu. Yine Gazete Pencere’ye verdiği aynı röportajda –yanlışım varsa düzeltin–, “Bir ya da iki yıl içinde Türkiye erken seçime gider zâten” gibi bir öngörüde bulunmuş. Bunda haklı olabilir. Çünkü diğer tarafta, bağların gevşemesi ve çözülme dinamikleri de çalışıyor. Bu arada, Özgür Özel rejim değişikliğini söylem olarak gündeminden düşürdü. Demokratikleşmeyi gündeminden düşürdü, hattâ Türkiye’de demokrasi varmış gibi davranıyor. Bir demokrasi var, ama ona işlerlik kazandırmak gibi bir amacı varmış gibi hareket ediyor. Rejim değişikliğini, parlamenter demokrasiye geçiş konusunu kesinlikle gündeminden düşürdü. Seçimlere gidilecekse, mevcut başkanlık sistemiyle gidilecek seçimlere. Bunu gündemden düşürmesinin kurnazca bir nedeni olabileceğini düşünüyorum. İktidârın, “Mâdem öyle, gel anayasayı değiştirelim. Parlamenter sisteme geçelim, bunu oturup konuşalım” demesini istemiyor haklı olarak. Netîcede iktidâra böyle bir siyâsî inisiyatif alma şansı tanımak istemiyor Özgür Özel ve CHP. Bunda da bence siyâseten haklı. Bitmiş tükenmiş bir iktidâra neden güç ve gençlik aşılayacak bir siyâset yapma imkânı versin? Böyle bir şey olmayacaktır. İşte o an geldiğinde, bakalım ne olacak? Siyâseten nasıl bir karşıtlaşma oluşacak? İktidar, Erdoğan ne yapmaya çalışıyor? Erdoğan’ın çözümlenmesi zor bir insan olmadığını, karmaşık değil tam tersine basit bir politikacı olduğunu öteden beri düşünüyorum. Lineer bir düşünce tarzı var. Düz bir çizgi üzerinde ileri geri şeklinde hamle sırasını oluşturuyor. Bu daha önce de olmuştu. Kendisini güçsüz hissettiği zaman, siyâsî aktörleri yanına çekmek ve onlardan güç devşirmek gibi bir yola başvuruyor. 2016 darbe girişiminden sonra da böyle olmuştu. Şimdi de ikinci parti oldu kendisi. Bunu yaparken de aslında siyâset yapma zeminini tasfiye etmek istiyor. Meral Akşener’i Saray’da kabul ederken, Özgür Özel’le karşılıklı ziyâretlerde bulunurken, onun gölge bakanlarını kendi bakanlarıyla görüştürürken, Cumhuriyet Halk Partisi’ni ana muhâlefet siyâseti çizgisinden, millî birlik ve berâberlik hattına taşıdığını düşünüyor veya amacı bu. “Yumuşama dönemine girdik” dediği şey, aslında elinden geldiği kadar, becerebildiği kadar siyâsetsizleşmeyi, ana muhâlefetin siyâsetinin alanını daraltmayı hedefliyor. Meselâ Akşener’in Saray’da kabul edilmesini, Akşener’in ihânet çizgisinin son kertesi olduğunu düşünüyorum. Bu ihânet çizgisi 3-6 Mart 2023 krizinden çok daha öncesinden başlamıştı aslında ve yükselerek devam etti. Erdoğan böyle yapmakla, muhâlefete güç veren, CHP’yi birinci parti seviyesine yükselten muhâlif toplumun, cumhuriyetçi toplumun siyâsete olan güvenini yok etmek, siyâseti îtibarsızlaştırmak, siyâsî aktörlere olan güveni ortadan kaldırmak istiyor. Bunda ne kadar başarılı olur onu zaman gösterecek. Burada Cumhuriyet Halk Partisi’nin uyanık olmasında büyük fayda olduğunu düşünüyorum. Uyanık olduğunu da görüyorum. Meselâ bugün Hayrabolu’da “Buğday Mitingi” yaptı Özgür Özel. Diğer taraftan da, bence aktif bir muhâlefet çabasını da sürdürüyor. Sözlerimi bitirmeden önce: Bu sürdürülebilir bir politika değildir. Birinin yumuşama, diğerinin normalleşme dediği bir noktada, hangisi önce yapacak bilmiyorum ama, iki taraf da bu politikaya son vereceklerdir.

Ruşen Çakır: İttifakların geleceğini, daha doğrusu Cumhur İttifâkı’nın geleceğini bilâhare konuşalım. Millet İttifâkı diye bir şey kalmadı, mâlûm. Bu yumuşama, normalleşme meselesine sen ne diyorsun Kemal? Kadri bayağı iyi toparladı bence, sağ olsun. Şu âna kadarki gelişmelerden, sanki her iki taraf da memnun gibi bir hal görüyorum ben. İstemeye istemeye buluşuyormuş gibi bir Erdoğan ya da Özgür Özel görmüyorum. Her iki tarafın da ayrı ayrı gerekçelerle memnun olduğunu düşünüyorum açıkçası. Tabiî birtakım başlıkları bize söylüyor CHP’liler; ama görüşmedeki birtakım detayların dillendirilmemesinin ortak mutâbakatla olduğu kanısındayım. Yani birtakım detaylar dillenirse, üzerinde çok spekülasyonlar olabilir ve orada bir kırılganlık yaşanabilir diye, her iki taraf da sanki bu süreci götürebildiği kadar götürmek istiyor gibi geliyor bana. Ne dersin Kemal?
Kemal Can: Katılıyorum. Ama buna pozitif bir şey olarak katılmıyorum. Zâten asıl sorun bu: İki tarafın da memnun olması. Kadri’nin, sürdürülemez, bir vâdede bunun bir çatışmaya evrilmesi ya da taraflardan birinin farklı biçimde pozisyonunu tâzelemesi gerektiği fikrine katılıyorum, öyle olabileceği ihtimâlinin güçlü olduğuna katılıyorum. Fakat şu andaki problem, iki tarafın da memnun olduğu, ama siyâsetin ya da siyâsetsizliğin devâmı anlamında, memleketin ve siyâsetin lehine olmadığını düşünüyorum. İki taraf da memnun. Çünkü muhâlefet seçmeni açısından, destekledikleri kendi genel başkanlarının ya da etrâfında buluştukları, yerel seçimde CHP’ye oy veren seçmenin beklentisinin ortak noktası, destek verdikleri aktörün iktidarla, Erdoğan’la, daha önce herhangi bir biçimde bir eşitlik îmâsını bile kabul etmeyen birinin, denk olarak müzâkere eder halde görünmesi bir tür memnûniyet yaratıyor. O yüzden, sonuçsuzluk bir reaksiyona dönüşmüyor. Daha önce de konuştuğumuz gibi bu aslında bir siyâsî inisiyatif mücâdelesi. Ama siyâsete inisiyatif kazandırma değil. Siyâsî aktörlerin kişisel ya da kurumsal inisiyatifleriyle, yani daha çok elitler arası bir inisiyatif mücâdelesi. Bu sürdürüldükçe de aslında siyâsî alan genişlemiyor. Yani normalleşmeyi, senelerdir tartıştığımız siyâset alanının daralması, siyâset yapılamaz hale gelinmesi, siyâsetin zemininin ortadan kalkması olarak anlıyorsak, normalleşmeyi de “bunun değişmesi” diye kodluyorsak, buna hizmet etmiyor şu anda. Senin pas atarken söylediğin gibi, bundan iki taraf da memnun olduğu için, hattâ mümkünse uzatmak istedikleri için de, sürdürülecek gibi gözüküyor bu. Devlet Bahçeli’nin müdâhalesi aslında tam da bu uzatmaya aktif bir müdâhale. İki tarafa da, “Bunu fazla uzatamazsınız. Bu konuda bir açık tercih kullanmak zorundasınız” müdâhalesi. Anladığım kadarıyla iki taraf da bundan gayet memnun ve faydalanıyor. Ama ikisine de, “Böyle sürdüremezsiniz” hamlesi yapıyor. Onu tekrar konuşuruz. Erdoğan tarafına bakarsak: Bu seçimden hemen sonra da konuşuldu; zâten senelerdir sürmekte olan oy kaybını çok güçlü biçimde hissettiği, hep “mutlak galibiyet” olarak târif ettiği birinci parti olmaktan bile partisinin düşmesi; artık asla olmayacağını düşündüğü oy geçişlerinin başlaması; bütün yıkıcı propagandaya rağmen, kutuplaştırma siyâsetinin kendisini korur olmaktan çıkması… Bütün bunlar üst üste konduğunda çok ciddî bir politik krizin eşiğine gelmiş, “Bunun için ne yapacak? Partisinde ne yapacak? Kabinede ne yapacak? Rota mı değiştirecek?” denilen Erdoğan, müzâkere, normalleşme, yumuşama hâdisesi sâyesinde, ana muhâlefet partisinin ve geçmişte onunla birlikte davranarak, kendince sert, en azından diskur seviyesinde bile olsa sert muhâlefet yapan bütün aktörleri, kendisi karşısında daha mesâfeli, daha ölçülü bir yere doğru çekmiş durumda. Siyâseten çok sıkıntılı görülebilecek bir eşikten, çok kısa bir sürede, birdenbire Erdoğan’ın neredeyse hiçbir şeyden sorumlu olmayan, ekonomik programı açısından Mehmet Şimşek’in bilgi verdiği ve yaptığı olumlu şeylerin konuşulduğu, ama Erdoğan’ın buraya getirirken yaptıklarının neredeyse hiç devrede olmadığı; temel hukuk devleti normlarının, geçmişin hesaplaşması anlamında değil, mevcudun devâmı ve üstüne konulanlarla birlikte hâlâ devam ediyor olmasının mesele edilmediği; sistem değişikliği bahsinde, laiklikten hayat tarzına, dış politikadan eğitime kadar pek çok yerde, değil normalleşmenin, muhâlefetin muhâlefet etme gerekçelerinin hepsi, aynen ve yükselerek devam etmekteyken, neredeyse muhâlefetin normalleştirildiği… Hattâ son olayda, Bahçeli ile polemik vesîlesiyle Özgür Özel, Bahçeli’ye, “Suç ortağını bize itemezsin” deyince, Ömer Çelik’ten hemen, “Bu ‘suç ortaklığı’ lâfı, nezâket atmosferine uymuyor” cevâbı geldi. Özgür Özel de, “Ben orada kriminal bir şeyi îmâ etmedim” düzeltmesini yaptı. Nasıl böyle bir şey olabilir? Türkiye’de, her şeyi bir kenara bırakın, hukuken ağır suçlar işlenmekte ve bu suçların fâiliyle ilgili, bu seçmenin CHP’ye verdiği oylarda bir karşılığı var. Ve şimdi bu karşılık yok. Karşılık olmadan yürütülen bu normalleşme gündemi şu anda bir reaksiyona neden olmuyorsa, hâlâ ihtimallerin pazarlanıyor olmasından. “Bâzı ufak tefek değişiklikler olabilir. Biz bu yapıcı tutumumuzla sonuç alıcı hamleler yapabiliriz. Ayrıca, bu tür temaslar ve muhâtaplık sonucunda, siyâseten de bize karşı kullanılan kutuplaştırma argümanları zayıflıyor. Sonra iktidar ya da Erdoğan dönüp bize, ‘Bunlar…’ diye bağıramaz” gibi bir varsayımdan yola çıkılıyor. Muhâlefet seçmeni de şimdilik bunu kabul etmiş gibi görünüyor. Açıkçası bu tür geçişkenlikler, Erdoğan yeterince normalleştiğinde ve bu inisiyatif ona döndüğünde, o kadar da zor şeyler değil. “Bir zamanlar bu kadar görüştük. Şimdi bunlara kötü söz söylemem” opsiyonu, Özgür Özel’in nezâketi kadar Erdoğan’ı bağlamaz. Bu siyâsî aktörlerin dışından gelen iki dinamik daha işliyor: Birincisi, Türkiye’deki memnunların, bütün siyâsî çalkantılara, bütün bu ekonomik sorunlar tablosuna rağmen, kârlılıklarını devam ettiren, hattâ büyüten memnunların, “muhâlefetsiz istikrar” talebi ve Mehmet Şimşek programının muhâlefetsiz yürümesi konusundaki talebi. İç ve dış aktörler böyle açık bir taleple muhâlefeti baskılıyorlar. Bunun bir benzerini 1991’de yaşamıştık. 91’de yine aynı çevreler, SHP-DYP koalisyonunu kurdurdular. O zaman da 89 seçimlerinden birinci olarak çıkan SHP, iki seçimde, DSP’nin de yükselmesiyle birlikte oylarını neredeyse yarıya yakınını kaybetti. 35 senedir de asla iflâh olmayacak %20 sınırına sıkışmış bir parti görüntüsünden kurtulamadı. O zaman da Özal döneminin, yani 12 Eylül sonrasının normalleşme programı diye satılmıştı bu proje ve uzlaşma ittifâkı olarak dayatılmıştı. Türkiye, 90’ları bütün merkez partilerin berâber kaybettiği siyâsî ve ekonomik krizlerle geçirdi. Dolayısıyla ben, “Tamam, böyle riskler var, ama siyâset de bunları yönetebilme becerisi. Bunu da becerebilirler” iyimserliğini, bu konuları tartışmamak için bir gerekçe sayamıyorum. Tam tersine şu anda olmakta olan şeyin, “Bir şeyler de oluyor galiba” denilen şeyin, kendisinin bir problem olduğunu, eğer uyanıklık yapılacaksa, bu aktörlerin kafasının kenarında tuttuğu bir uyanıklık değil, her şeyin açıkta cereyan ettiği bir uyanıklık olarak yaşanması gerektiğini, bu elitler arası müzâkere üzerinden kurulu siyâset düzeninin, iktidârı elinde tutanlar için her zaman avantaj olduğunu düşünüyorum. Ben kıyasladığımda, muhâlefetin elitleri de, yöneticileri de, kadrosu da, teşkîlâtı da, seçmeni de memnun olabilir bu havadan; ama fayda matematiğine baktığımda, Erdoğan’ın bu süreçten daha fazla faydalandığını düşünüyorum. Buna karşılık olarak, “Mecbur kaldı. Onun için bu müzâkere süreçlerine giriyor” lâfları üretiliyor. Zâten bu faydayı maksimize edebilme girişimleriyle, bu konuda tavırsız olup bir tür vekâlet mücâdelesine yol verdiği için Erdoğan, Bahçeli’nin muhâtap olarak doğrudan kendisine gönderdiği mesajı almak zorunda kaldı.

Ruşen Çakır: O konuya geçelim istersen, çünkü dönüp dolaşıp oraya varacağız. Normalleşmenin, yumuşamanın gidebileceği yer, sonuçta AKP ile CHP’nin ittifak yapması. Bahçeli de bunun adını resmen koydu: “AKP-CHP arasında bir ittifâkın olması samîmî temennimdir” dedi. Hattâ, “Altılı Masa’nın diğer unsurlarının desteği gerekir” dedi, orayı trolleyerek. Ama Altılı Masa diye bir şey yok artık, CHP var.
Kemal Can: Özellikle küçümsemek için “Altılı Masa”yı ifâde etti. Ama bir şey söyleyeyim — Bahçeli’nin söylediği şu: Eğer AKP ile CHP bir ittifak ya da koalisyon kurmayacaksa, bu normalleşme müzâkerelerinin varacağı nihâî yer nedir? Onun dışındaki alternatif nedir?

Ruşen Çakır: Bahçeli’nin dediği şu: “O kadar görüşüyorsunuz, ediyorsunuz. Yapacaksanız yapın.” Hattâ, “Ben Sayın Cumhurbaşkanımıza gerekli desteği veririm” deyip, aslında bence böyle bir şeyi temennî etmiyor. Fakat gidişâtın bu yönde olduğuna dâir bir kaygısı var. Bunu, kaygıymış gibi göstermemeye çalışıyor. Bir de, bence Sinan Ateş olayı gerçekten MHP’yi ve Bahçeli’yi çok ciddî bir şekilde rahatsız ediyor. Biliyorsun, 1 Temmuz’da Sinan Ateş Dâvâsı’nın duruşması var. Özgür Özel de oraya gidecek. Yavuz Selim Demirağ Halk TV’de katıldığı bir programda söylemiş — Yavuz Selim Demirağ eski ülkücü biliyorsun, ama MHP'li değil: Demirağ, 1 Temmuz’da Ülkü Ocakları’nın Ankara Adliyesi’nin etrafını sarıp Özgür Özel’in içeri girmesine engel olacaklarını planladıklarını söylemiş. Olur, olmaz bilmiyorum; ama Sinan Ateş olayı işin tetikleyicisi oldu. Hem Bahçeli’nin açıklamasında, ondan önce Semih Yalçın’ın açıklamasında, hep dönüp dolaşıp aslında Sinan Ateş olayından bahsediyorlar. Erdoğan’ın da, Bahçeli ile kopmak isterse, en kolay kullanabileceği yer burası olacak sanki. Sinan Ateş konusunda birazcık gaza basması hâlinde, olayın siyâsî yönünün araştırılması yolunda birtakım tâlîmatlar vermesi durumunda, o olay zâten doğal olarak bir kopuşa gider. Cumhur İttifâkı sanki bana dağılacakmış gibi geliyor. Bugünden yarına değilse bile, artık ömrünün uzun olduğunu sanmıyorum. Ama yerine gelecek olan, gelmesi muhtemel olan AK Parti-CHP birlikteliğinin ne Türkiye’ye ne de Erdoğan’a çok fazla hayrı olacağını da düşünmüyorum, senin 90’larla ilgili söylediğin bağlamda. Ama orada şöyle bir fark vardı. Orada, uzun süredir ülkeyi yöneten Özal’a karşı bir ittifak kuruldu. Bir anlamda, muhâlefetin birleşip iktidârı devralması hikâyesiydi. Burada ise, Türkiye Cumhuriyeti târihinin en uzun süreli iktidârının ömrünü uzatmak için söz konusu olan bir târihî uzlaşma var. Muhâlefetin, var olan iktidâra payanda olması gibi bir şey söyleniyor. Kadri, seninle başlayalım. Cumhur İttifâkı hakîkaten Bahçeli’nin söylediği gibi dağılır mı? Dağılırsa ne olur?
Kadri Gürsel: Bahçeli, partisinin ve bu ittifâkın zaaflarını da güçlü yönlerini de biliyor elbette. Ben zamanlamaya dikkat çekmek istiyorum burada. Erdoğan Ayşe Ateş’i, Sinan Ateş’in dul eşini, kızıyla beraber Saray’da kabul etti. Devlet Bahçeli’nin her yana çekilmesi mümkün olan açıklaması, orada verilen fotoğraftan bir gün sonra geldi. Aynı zamanda imajlarla da desteklemiş. “Bana Allah yeter” yazılı yüzük ve bir dosya üzerine elini koymuş. Bu, Erdoğan’ın Ayşe Ateş’le görüşmesinden bir gün sonra oldu yanılmıyorsam. O aslında Sinan Ateş fotoğrafının yarattığı tepkinin dile getirilmesi. Erdoğan’ın, Sinan Ateş'in eşi Ayşe Ateş’le verdiği fotoğrafın ise şöyle bir anlamı var bence: Kamuoyunda bu cinâyete duyulan büyük tepkiden –ki iktidar medyası bunu örtmeyi başaramıyor–, iktidârın, Saray’ın kendisinin zarar görmesini önlemek için yaptı bunu. “Benim bu işle bir alâkam yok. Hiçbir şekilde uzaktan yakından, zımni, açık, bu cinâyetle ne benim ne partimin hiçbir ilişkisi olamaz. Biz tam tersine bunun karşısındayız” mesajını verdi. Netîcede dul eşi kabul ettiğine göre, kamuoyuna verdiği mesaj buydu. Aslında Erdoğan, Sinan Ateş cinâyetini aldı ve ortağının üstüne atmış oldu. Zâten Bahçeli’nin uzun zamandır bu normalleşme, yumuşama adı altında iki tarafın sürdürdüğü siyâsî tangodan rahatsız olduğunu görüyorum. Herkes görüyor, herkes gözlemliyor. Daha önce de, yalnız, bir parkurda yürürken, Ferdi Tayfur şarkısının eşliğinde görüntüler vermişti. İmajlar yoluyla siyâsî mesajlar veriyor Bahçeli. Erdoğan iktidârının da sona ereceği, biteceği öngörüsünün yapılabildiği gibi, Cumhur İttifâkı’nın dağılacağı, sona ereceği, biteceği öngörüsü yapılabilir. Ancak bu iki öngörü arasında büyük bir zaman farkının ortaya çıkacağı kanaatinde değilim. Erdoğan’ın, MHP’den kurtularak kendisine başka bir ortak bulup siyâsî ömrünü belirgin bir şekilde uzatabileceği kanaatinde değilim. Parlamento aritmetiğine bakmak lâzım. AKP’nin 265 sandalyesi var, MHP’nin 50. Bunların toplamı 315 ediyor. Parlamento’da mutlak çoğunluğu sağlıyorlar, yasa çıkartıyorlar filan. Ama Parlamento’da MHP AKP’yi desteklemediği takdirde, Türkiye’de  çok ciddî bir siyâsi kriz ortaya çıkar; o öyle kolay değildir. Şimdi bunu neyle dolduracaksınız? Nasıl yasa yapacaksınız? Mevcut anayasanın başkana verdiği diktatoryal yetkileri kullanarak ülkenin daha fazla yönetilmesi nereye kadar mümkün olabilir? Bu, ucu açık bir soru, kolay değil o iş. Bir yıl daha bütçe yapacak, ama meşrûiyet problemi ortaya çıkar, kriz daha da derinleşir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin, Erdoğan iktidarı ve bu rejimin ömrünü uzatmak açısından bir payanda işlevi görebileceği ya da bir yumuşak geçişte –bazıları çok seviyor bu tâbiri kullanmayı– siyâsî aktör ve faktör olarak rol alabileceği, bu denkleme girebileceği kanaatinde değilim açıkçası. Böyle bir şey olursa, Cumhuriyet Halk Partisi târihsel bir bedel öder, bunun altında kalır. Seçmeni, Cumhuriyet Halk Partisi’ni veya parti yönetimini ve bunda dahli olan aktörlerin hiçbirini affetmez, böyle bir şeye de olur vermez. Çünkü netîcede, büyük adâletsizliklerin, büyük zulümlerin, ülkeye yapılmış büyük kötülüklerin aklanması, meşrûlaştırılması, yıkanması gibi bir ön şartı var. Bir ön kabulle girersiniz bu yumuşak geçiş süreçlerine. Bu bakımdan, Cumhur İttifâkı’nın ömrünün, Erdoğan’ın siyâsî ömrü kadar olduğu kanaatindeyim. MHP daha önceden masayı devirmek isteyebilir — ki daha fazla siyâsî ömrünün kalmadığını görünce ister. Ondan sonra bu iktidar uzatmaları oynayabilir. Böyle bir durumda ne olur? Parlamento’da, tabanı olmayan birtakım milletvekilleri var. 2023 şartlarındaki anomalilerin eseri sonucunda Parlamento’ya girmiş, aslında tabanı olmayan milletvekilleri var. Bunlardan satın almalar yoluyla bir şeyler kotarma egzersizlerinin yapıldığı iddia ediliyor. Ağır ifâdeler kullanıyorum, ama başka bir şekilde bu mümkün değil. Siyâsî veya başka türlü satın almalar. Her şekilde, aklınıza ne gelirse. Bu yolla kurulacak bir sözde koalisyon, fiilî ittifakla –ya da her ne ise–, iktidârın ömrünü bu şekilde uzatmak ve Parlamento’nun iktidârın isteği doğrultuda yasama görevini yapmasına imkân vermek olabilir. Bu bakımdan, bu yumuşama ve normalleşme tangosunun çok da fazla süreceğini zannetmiyorum. MHP ile ittifâkın bozulması ve oradan başka bir ittifâka evrilmesi ve iktidârın bu şekilde ömrünü biraz daha uzatmasına imkân vereceğini hiç zannetmiyorum. Parlamento aritmetiği bunu çok kolaylaştırmıyor. Zorlaştırıyor. Çok fazla alternatifi kalmış durumda değil. Bahçeli de bunu biliyor. Bahçeli biraz da hasetle izliyor olan biteni. Sevmiyor. Çünkü muazzam bir konfor alanı yaratmıştı kendisine. Elini taşın altına koymadan iktidar üzerinde bir vesâyet uyguluyordu. Kadrolarını devlete yerleştiriyordu. Oradan muazzam siyâsî ya da başka türlü kazançlar elde ediyordu partisi için. Şimdi, zeminin altlarından kaymakta olduğunu görüyoruz. Yapılan tüm araştırmalar –onlara da ihtiyatla yaklaşıyorum– Cumhuriyet Halk Partisi’nin birinci parti konumunda olduğunu gösteriyor. AKP’nin ikinci parti durumuna düşmesi, yerel seçim mantığı ile açıklanabilecek bir durum değil zannediyorum. AKP ikincilikte konsolide olmaya gidiyor. Bu durumda, Türkiye’nin bir seçim sath-ı mâiline girebileceği, ülkenin 4 yıl daha bu şekilde yönetilemeyeceği öngörüsünde bulunmak yanlış olmaz. Ama bunun ne zaman olacağını hiçbirimiz bilemeyiz tabiî. Çünkü Cumhur İttifâkı’nı birlikte tutan bağlar fevkalâde zayıflıyor. Böyle şeyler olduğu zaman, basit bir aksiyonla, geriye dönüş olmayan bir noktanın geçildiğini, hem de herkesin gözü önünde bunun cereyan ettiğini görürsek hiç şaşırmayacağım.

Ruşen Çakır: Kemal, sen ne diyorsun bu konuda? Bahçeli, “Ne yapacaksanız yapın. Yapmayacaksanız da susun. Bana bir şey olmaz. Siz kendinizi düşünün” gibi bir mesaj verdi aslında. Demin de bahsettiğimiz gibi, aşağılama anlamında, “Altılı Masa” göndermesi de yaptı. Bir taraftan da, iktidardan ayrılmak istemediğini düşünüyorum. Yani “Ben de zâten istemiyorum bu işi” gibi bir havası yok. Hattâ en son Erdoğan’a yönelik aşırı övgü dolu cümleleri de zâten onu gösteriyor. “Ben her zaman buradayım” diyor. Ne dersin?
Kemal Can: Zamanlama açısından Ayşe Ateş-Erdoğan görüşmesinin tetikleyici olduğunu düşünüyorum. Ama o görüşmenin hemen öncesinde, Özgür Özel görüşmesi ve Özgür Özel görüşmesiyle Ayşe Ateş’in kabulü arasında kurulan ilişkinin daha çok tetikleyici olduğunu düşünüyorum — ikisi berâber olduğu için. Hâdise şöyle bir kronolojiyle gitti...

Ruşen Çakır: Yani şöyle diyebilir miyiz? Özgür Özel, Erdoğan’ın Ayşe Ateş’i kabul etmesini sağladı. Ya da Özgür Özel’in yönlendirmesiyle oldu.
Kemal Can: En azından böyle bir görüntü verilmesine izin verdi diyebiliriz. Erdoğan buna izin verdi zamanlama açısından ve böyle yansıtılması mümkün oldu. Dolayısıyla bu ikisi, birbirinin içine girdi ve örtüştü. Zâten Bahçeli’nin açıklaması da ikisini birlikte değerlendirerek yapılmış bir açıklama. Burada iki tâne önemli faktör var: Birincisi, bu gerilim yeni değil. Hattâ “normalleşme” tartışmaları seçimden önceden başlamıştı. Aslında normalleşme gündemiyle birlikte –normalleşme diye bir şey yok da gündemi var–, onunla paralel olarak, yoğun biçimde, Bahçeli’nin ve MHP’nin bu sürecin engelleyicisi ya da Erdoğan’ın yapmayı düşündüğü birtakım hamlelere set çeken, onu durduran; hem kadrolarıyla engelleyen, hem açıklamalarıyla kırmızı çizgileri hatırlatan tutumu tartışma konusuydu. Burada hâdise bir vekâlet mücâdelesi biçiminde gelişti. Erdoğan kendisine atfedilen şeylerin hiçbirini kendi ağzından dile getirmedi. Ama partisinden birtakım isimlerin, bu konuda aktif kulis faaliyetlerine set çekmedi, onları durdurmadı. Bir tür sessizlik içerisinde izledi. Bahçeli’nin açıklamasında, daha ilk başta şöyle bir şey var: “Her şey milletin ve herkesin gözü önünde yaşandı” diyor. Açıklamanın muhâtabı kesinlikle Erdoğan ve ona bir biçimde diyor ki: “Hiçbir şey gizli kapaklı, arkada dönmedi. Sen zâten bunun alenî, her şeyin göstere göstere yapılmasına müsaade ettin. Şimdi bu aşamada net bir tavır almak zorundasın. Çünkü ‘Ben bilmiyordum. Ben öyle düşünmedim. Benim onlardan haberim yoktu’ denilecek bir durum yok. Her şey âşikâr ve her şey herkesin gözü önünde yaşanıyor.” Bahçeli’nin buna işâret etmesinin nedeni şu: Şimdiye kadar Erdoğan’ın sessizliğini, “normalleşmenin muarızı MHP, heveslisi Erdoğan ve bunun destekçisi CHP ve muhâlefet. Böyle bir denklem işliyor. Herkes kartlarını oynuyor” mücâdelesinde, Erdoğan sessiz kalıyordu ve Bahçeli bu sessizliği tolere ediyordu. Sinan Ateş olayı ve Ayşe Ateş’in doğrudan Beştepe’ye kabul edilmesi, Erdoğan’ın bu zımnî kabul edilmiş sessizlik desteğinin sınırını aşması olarak yorumlandı Bahçeli tarafından. O zaman bu açıklamayı yaptı. “Sessizliğini benim aleyhime bozma niyeti gösteriyorsan, bu işi tamâmına erdirmen lâzım” çıkışı bu. Dolayısıyla, Sinan Ateş olayı ve Ayşe Ateş’in kabulü kritik. Ama zâten bu normalleşme tartışmaları ve MHP’nin AKP ile problemi meselesi, başlangıcından îtibâren bu dâvâyla ilişkilendirilerek tartışılıyordu. Yeni bir durum yoktu. Oradaki yeni durum, Erdoğan’ın Ayşe Ateş’e ne dediğini duymadık ya da Ayşe Ateş ile görüştükten sonra Erdoğan kendi sesiyle bir şey söylemedi. Ama o kabul fotoğrafıyla, bir sessizlik bozması vardı. Daha önce de problemler vardı. Bahçeli zaman zaman çıkışlar yapıyordu, ama hep Erdoğan’ı dışarıda tutuyordu. Onun çevresinde birilerinin, Cumhur İttifâkı’nın içine nifak sokmaya çalıştığını –hattâ kimi zaman onları isimlendirerek yapıyordu bunu–, AKP içerisinde birtakım çevrelerin böyle faaliyetleri olduğunu îmâ ediyordu. Bu sefer hâdise, doğrudan Erdoğan’ın sessizliğini bozması anlamına geldi ve bu reaksiyonu gösterdi. Burada ayrıca senin de söylediğin gibi, CHP’nin de bu fotoğrafın oluşmasında kendi katkısı olduğu konusunda bir sonuç çıkartması, hattâ daha ileri giderek, Özgür Özel’in önce isimsiz, sonra isimlendirerek, doğrudan MHP’nin içindeki, sâdece AKP-MHP İttifâkı’nı değil MHP’nin içerisindeki bir ekibi de işâret ederek bu tartışmaya aktif olarak dâhil olması, bir anda hem Erdoğan’a hem de Özgür Özel’e, “Mâdemki işi bu noktaya vardırdınız, o zaman kendiniz açısından bunun sonuçlarını üretecek nihâî adımı ya atın ya tekrar o vekâlet savaşının sürdüğü sessizlik hattına geri dönün” mesajını verdi. Zâten Ömer Çelik hemen çok hızlı biçimde reaksiyon verip, AKP’nin ittifâka  bağlılığını işâret etti. Galiba İspanya dönüşünde de hemen bir ikili görüşme organize edilmiş duyduğumuz haberlere göre. Dolayısıyla mesaja cevap, yüz yüze verilecek. Erdoğan sessizliğini yine kamuya açık olarak bozmayacak, muhtemelen gidip Bahçeli’ye, o mesajının cevâbı neyse, onu yüzüne söylemek zorunda. Çok uzun zamandır sâhici gerekçeleri olan bu gerilim pişiriliyor ve artık sâdece iki aktörün, yani AKP ve MHP’nin gerilimi olmaktan çıkıp, herkesin dâhil olduğu, herkesin parçası olduğu bir mücâdeleye dönüşmüş durumda. Burada herkes işin içine girdi. CHP, diğer muhâlefet aktörleri işin içinde, iktidar içerisindeki diğer kanatlar, doğrudan operasyonel olarak işin içinde. Dolayısıyla bu iş, AKP ile MHP ya da Erdoğan’la Bahçeli arasındaki gerilim meselesi olmaktan daha büyük bir siyâsî meseleye dönüştü. Cumhur İttifâkı’nın devam imkânını bu ne kadar mümkün kılar? Büyük ihtimalle büyük bir sıkıntı ve kriz süreci geçiriyorlar. Ama meselâ hatırlayalım: 2019 yerel seçimlerinden önce Bahçeli grup toplantısında çıkıp, “Tamam, ittifak yok” resti çekmişti. Hattâ devâmında da Erdoğan, “Tamam o zaman, mâdem öyle, ittifak yok. İttifaksız seçime gidiyoruz” demişti. Bundan 5 sene önce ittifâkı bitirme restleşmesine varan bu gerilim o raddeye gelmişti. O zaman böyle adlî vakalar üzerinden değil, siyâsî seçim hesapları üzerinden yaşanan bir şeydi. Ama oradan döndüler; dönmekte zorlanmadılar. Kadri’nin, CHP için bir tür intihar hamlesi olacağını düşündüğü, senin de kolay olmadığını gördüğün, CHP Erdoğan ile şu ya da bu kârlı pazarlığın sonucunda bir ittifak formülü üretemeyecekse, zâten bu müzâkerelerde 30 bakan 30 gölge bakanla 30 kere görüşse ne olacak? Buradan ne sonuç alıyoruz? “Onu çektiler, bunu çektiler. Bunu dediğimiz için bununla yaptılar. Biz dediğimiz için onunla görüştüler…” Yani şimdi muhâlefet şununla mı tatmin olacak ve seçmenini 2-3 sene idâre edecek? “Bakın bizim orada kredimiz var, hatırımız var. Bazı işler yaptırabiliyoruz.” Hani Meclis’te iş tâkipçileri vardır ya? Muhâlefet vatandaşın Külliye’deki iş tâkipçisi mi olacak? Bu role mi soyunacak? Bahçeli’nin çektiği restte tam da bu var. Bu olamayacaksa, en azından açık bir erken seçim programı ya da anayasa değişikliği planı olmaksızın, ittifâkın şu anda dağılması sâdece Meclis aritmetiği açısından değil, siyâseten de çok kolay değil. Çünkü Meclis aritmetiğinde daha karmaşık bir durum var; ama siyasi tablo da, açıkçası AKP-MHP arasındaki denge, kurulduğu zamandaki denge değil. Bu ittifak kurulduğu zamandaki oy dengesi, bire beş gibiydi. Yüzde 40 üzerinde oy alabilen, hattâ 2015 Kasım îtibâriyle %50 oy seviyesine varmış bir AKP’yle, %10 seviyesine doğru gerileme durumundaki bir MHP’nin ittifâkından bahsediyorduk biz. Bugün ise %10’ların üzerinde tutunan ve eğer muhâlefete geçerse, muhtemelen İYİ Parti’den, Zafer Partisi’nden, hattâ AKP’den de bir miktar oyu kendi hânesine yazdırabilecek, %10’ların üzerinde tutunan bir MHP’den ve % 30’lara kadar büzülmüş bir AKP’den bahsediyoruz. Genel olarak iktidar toplam kaybı içerisinde, AKP-MHP kayıplarına oransal olarak bakıldığında, AKP’nin kaybının daha büyük olduğunu görüyoruz. Hatırlanırsa bu ittifak ilk kurulduğunda, “Bu, MHP’yi bitirecek”, “Koltuk değneği”, “Partinin anahtarını da verdi. Zâten MHP bitecek, AKP onu yutacak” denmişti. Ama öyle gelişmedi. Üstelik son yıllarda, MHP’nin konfor olarak kullandığı, iktidârın negatifliğinden âzâde durum da geçerli değil. Artık seçmen nezdinde de iktidâra yönelen negatif tepkiler MHP’yi de etkiliyor. MHP iktidardan ayrı bir şey olarak düşünülmüyor. Ama bu siyâsî denge, MHP’yi dışarıya itmiş bir AKP açısından, yerine başka bir yerlerden tedârik edebileceği, başka bir yerlerden bir %10 bulabileceği bir matematik içermiyor. Böyle sıkıntılar var. Bahçeli’nin, bütün bunları gayet matematiksel olarak görüp, önüne koyduğu, herkesin kendisi için faydalı gördüğü bu uzatmaları, şu anda bir netleşmeye doğru itiyor. Bence yaşadığımız şey bu. Evet, negatif bir şeyden yola çıktı, ama proaktif bir tarafı var. Reaktif olmaktan çok, sonuçları îtibâriyle proaktif olma ihtimâli olan bir hamle.

Ruşen Çakır: Kapatırken, Kadri’ye, bugünün önemli bir gelişmesini sormayı düşünüyorum, ama herhalde çok uzun sürer. Nagehan Alçı’nın bugünkü ifşâ hikâyesini.
Kadri Gürsel: Hayır, bu konuda görüşlerimi saklı tutmayı yeğlerim. Bu konuya hiç girmemeyi tercih ediyorum.

Ruşen Çakır: Ama çok önemli bir şey olduğunu düşünüyorum.
Kadri Gürsel: Toplumumuz bundan gerekli dersleri çıkaracak olgunluk ve ferâsete sâhiptir.

Ruşen Çakır: İnşallah öyledir.
Kadri Gürsel: Öyledir, eminim.

Ruşen Çakır: Kapatırken, izleyicilerimizin gelecek bayramını şimdiden tebrik edelim.
Kadri Gürsel: Herkese iyi bayramlar.
Kemal Can: İyi bayramlar herkese.

Ruşen Çakır: Kadri Gürsel, Kemal Can ve ben, “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere. İyi günler, iyi bayramlar.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
23.06.2024 Cumhur İttifakı’nın ömrü uzun değil
16.06.2024 “AK Parti içindeki gayri memnun kesim” ve “bürokratik vesayet” ile mücadele iddiaları
14.06.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (218): Avrupa’da aşırı sağın yükselişi - Cumhur İttifâkı’nın geleceği - Erdoğan’ın CHP’ye iâde-i ziyâreti:
12.06.2024 Transatlantik: Gazze'de ateşkes beklentisi, Avrupa, Hindistan ve Meksika'da seçimler, Hunter Biden olayı
09.06.2024 Fethullahçı şebekeyle savaşmak için içeride barışa ihtiyacımız var
08.06.2024 Ebuseleme Gülen yayınının öyküsü
08.06.2024 İYİ Partili Tolga Akalın Akşener-Erdoğan görüşmesini yorumluyor
07.06.2024 CHP’nin yükselişi sürüyor mu? Hatem Ete ile söyleşi
07.06.2024 Ruşen Çakır ve Kemal Can ile Haftaya Bakış (217): Hakkâri Belediyesi’ne kayyum atandı - Akşener’in Beştepe ziyâreti - Fethullahçılık nereye gidiyor?
06.06.2024 Fethullah Gülen’in yeğeni Ebuseleme Gülen ile söyleşi: “Çok günahımız var, îtiraf etmeliyiz”
23.06.2024 Cumhur İttifakı’nın ömrü uzun değil
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
11.02.2016 Hesabên herdu aliyan ên xelet şerê heyî kûrtir dike
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı