Ebuseleme Gülen yayınının öyküsü

08.06.2024 medyascope.tv

8 Haziran 2024’te medyascope.tv'de yaptığım değerlendirmeyi yayına Gülden Özdemir hazırladı

Merhaba, iyi günler, iyi hafta sonları. Dün sizlerle yaptığımız ortak yayında biraz bahsettim. Bugün biraz daha bu konu üzerine yoğunlaşmak istiyorum; çünkü Ebuseleme Gülen yayınımız bayağı bir etki yarattı, farklı açılardan tepkilere yol açtı. Tabiî ki yurtdışında yaşayan ve hâlâ şebekeyle bağını koruyan Fethullahçılar’ın büyük bir kısmı bundan çok rahatsız oldular ve bana yönelik, tabiî ki aynı zamanda Ebuseleme Gülen’e de yönelik çıkışlar yaptılar: hakaretler, küfürler, şunlar bunlar. Neyse. Hepsi böyle değildi tabiî; ama önemli bir kısmı böyleydi. Şimdi bunun öyküsünü anlatmak istiyorum, bu ilginç bir olay oldu. Vaktizamânında Fethullahçılar’ın ülkede tam hüküm sürdüğü yıllarda, NTV’de Mirgün Cabas’la Hanefi Avcı yayını yapmıştık, çok târihî bir yayın olmuştu o. Hanefi Avcı’nın kitabı çıkmıştı, o târihteki adıyla “Cemaat”e yönelik suçlamaları olan kitap. Ama medyada tam bir ambargo uygulandı, gösterilmedi, kitaptan bahsedilmedi. Biz o ambargoyu NTV’de delmiştik ve o çok büyük olay yaratan röportajın ardından Hanefi Avcı da apar topar bir şekilde Devrimci Karargâh, Oda TV gibi suçlamalarla, hiç alâkası olmayan şeylerle hapse atılmıştı. Bu yaptığım onun çok uzağında tabiî ki, çok daha farklı bir yayın, yani onunla kıyaslanamaz. Ama bunun da bir öyküsü var.
Hanefi Avcı’nın öyküsünü kısaca anlatayım aslında. Buna bir yerde değinmiştim. Hanefi Bey’le bir tanışıklığımız vardı, kitabını bana yollamıştı. Çok sürpriz oldu, hiç bilmiyordum. Sonra, Fethullahçılar’ın bir kısmı o kitabı benim yazdığımı söylediler; ama yalan yani, hiçbir şekilde haberim yoktu, böyle bir kitap yapacağını da bilmiyordum. Kitabı görür görmez büyük bir heyecanla hemen okudum ve Vatan gazetesine kitapla ilgili bir yazı yazmak istedim. Önce mırın kırın ettiler, anladım ki bir baskı var. Ama sonuçta ben onları iknâ ettim. Zafer Bey, Zafer Mutlu, “Tamam” dedi ve manşetten iki gün üst üste onu verdik. O arada ben Vatan gazetesinde yazarken, aynı zamanda NTV’de de yorum yapıyordum ve “Yazı İşleri” programını yapıyorduk Mirgün’le berâber. Dedim ki: “Ya, bâri bunu da NTV’de yapalım”. Ve NTV’nin o sıradaki Yayın Yönetmeni Ömer Özgüner’in de olduğu bir ortamda, önce Ömer’i iknâ ettik. Henüz NTV’ye o ambargo haberi gelmemişti belli ki. Sonra Hanefi Bey’i aradım. Hanefi Bey’e dedim ki: “Hanefi Bey, kitap çok iyi. NTV’de sizi konuk etmek istiyoruz”. Ama Hanefi Bey bana, “Ya, çok isterim, ama sözüm var” dedi. “Kime var?” dedim. Ona o târihlerde yakın olan Cüneyt Özdemir’e, CNN Türk’e çıkacakmış. Biz de, “Tüh! Allah kahretsin!” dedik. Ama daha sonra Hanefi Bey bizi aradı ve dedi ki: “O yapamıyor, ben size gelirim”. Ve o yayını biz öyle yaptık.
Bunun öyküsü çok daha farklı, çok daha basit. Şöyle: Ebuseleme Gülen’in adını bir şekilde duyuyordum — yani duyuyordum dediğim, son günlerde duydum. Çok da dikkatimi çekmedi. Ama Ahmet Dönmez’in yayını –ki Ahmet Dönmez de bu hareket içerisinden yetişmiş, Zaman gazetesinde çalışmış, sonra yurtdışında sürgünde olan bir gazeteci. Dün de söyledim; sürgünde olan, çok eski Fethullahçı olan ya da Fethullahçılık içerisinde yetişmiş çok gazeteci var. Hâlâ yayın da yapıyorlar. Bunların büyük bir çoğunluğu bence işe yaramaz. Yani kendi kendilerine bildik şeyleri tekrarlayıp duruyorlar. “Biz iyiyiz, herkes kötü” üzerinden, kendi kendilerini ve tabiî ki tabanlarını, özellikle dünyadaki ve kaldığı kadarıyla Türkiye’deki tabanlarını memnun etmeye yönelik birtakım şeyler yapıyorlar ve zâten ekmeklerini de böyle çıkarıyorlar. Ama Ahmet Dönmez daha farklı. Çok eleştirel yayınlar yaptı, yazılar yazdı. Uzun zamandır tâkip ediyorum ve çok önemsiyorum, onun yazdıklarını önemsiyorum. Orada gördüm ve dedim ki: “Ya, bu hakîkaten önemli bir şey”. Anlattığı olaylar çok kişisel geldi bana Ebuseleme Gülen’in. Belli ki bu şebeke içerisinde çok önemli bir yerde değil; ama bir yerinde. Zâten yayında da söyledi; “Ben bu hareketin içine doğdum” dedi. Çünkü biliyoruz ki amcası Fethullah Gülen. Ve ben de dedim ki: “Ya, ben de bir konuşsam kendisiyle”. Çok kolay oldu, inanılmaz kolay oldu; çünkü Twitter hesâbına girdim, baktım, mesaja açık. Yani nasıl bir cesâretse gerçekten… Biliyorsunuz sosyal medyada, artık X diyoruz, böyle mesaj atmak, direkt mesaja açık tutmak öyle kolay bir şey değil. Yani o işin şeyi çıkar. Bu kadar meydan okumuş birisinin hesâbının açık olması bana çok ilginç geldi ve hemen kendisine, “Beni tanıyor musunuz?” dedim. “Evet, tanıyorum tabiî”” dedi. “Konuşalım mı?” dedim. “Tamam” dedi ve randevulaştık. Ve ondan sonra Zoom’dan önce bir sohbet ettik, sonra yayını kaydettik, bunu tekrar söylüyorum, yayını kaydettik. Ertesi gün, yani perşembe günü saat 14.00’te yayınlanmak üzere sözleştik ve duyurusunu yaptık. Duyurusunu yaptıktan sonra büyük bir panik yaşanmış. Çünkü, tamam, zarar verdi. Ahmet Dönmez yayını da kendilerini rahatsız etmiş; ama o yurtdışından yapıldığı için, belli bir çevreye daha çok hitap ettiği için –çok izlendiğini biliyorum ama– Türkiye’den, İstanbul’dan bir yayıncının, bir gazetecinin –ki adı Ruşen Çakır, yani Fethullahçılar için hiç de iyi bir isim değil– yapacak olması, küçük çaplı da olsa bir panik yaratmış. Kendimi abartmak istemiyorum ama, ne yaptılar? Apar topar babasına bir sosyal medya hesâbı açtılar, ona bir video çektirdiler, “Benim oğlum deli” dedirttiler, vs.. Ve sonra bana dedi ki: “Ya, istersen bunu biraz yumuşatalım, bana çok şey yapıyorlar”. Ben de dedim ki: “Yumuşatacak bir şey yok, zâten gerçekten çok sâkin bir kayıt oldu” dedim –ki öyle oldu– ve o da, “Tamam” dedi, iknâ oldu ve yayını yaptık. Yayını bayağı bir kişi izledi, herkes izledi. Zâten buradaki sorun o. Fethullahçılar da izledi; ama bu olayı dert edinen herkes izledi ve bayağı da bir izlendi ve tepki geldi.
Şimdi tepkilerin birbirinden farklı boyutları var. Fethullahçılar’a gelmeden önce, kimisi “Helâl olsun” dedi; kimisi, “Bunların hepsi aynı, bu da yalan söylüyor. Çok istiyorsan gel Türkiye’ye” dedi. Bâzıları çok önemsedi. Buradan, Cemaat içerisinde, Fethullahçılık içerisinde bir çözülme olduğu hissiyatı –ki onu gösteriyor– çıktığı için şey yaptı. Meselâ birisi kalktı savcılığa şikâyet etti: Vay efendim! Nasıl Fetöcülere söz hakkı verirmişiz. Hattâ kendisine cevap verdim: “Nedir yani? Neyin ihbârını yapıyorsunuz?” diye. Bir de profilinde şu yazıyor: “liberté, égalité, fraternité”. Bu, Fransız Devrimi’nin sloganlarıdır: “Eşitlik, kardeşlik, özgürlük.” Ben de ona dedim ki: “Hem bu sloganı söyleyip hem de böyle muhbirlik yapmak yakışmıyor” falan. O da bana “Robespierre” örneğini falan verdi. Robespierre, biliyorsunuz, bayağı acımasız, jakoben… ve kellemize kadar gidecek bir olay yapmışız. Yani burada bir şey yok.
Şimdi niye bunu yaptım? Şunu söyleyeyim: Darbenin hemen ardından birtakım îtirafçılar türedi, biliyorsunuz. Meselâ Latif Erdoğan, Fethullah Gülen’in Küçük Dünyam kitabını yazmış, ona hayâtını anlattırmış ve galiba Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın ilk başkanı. O hareketin içerisinde çok önemli bir isimdi. Sonra bir şekilde gözden düştü. O oldu îtirafçı. Hüseyin Gülerce oldu îtirafçı — Zaman gazetesinin yazarı ve hep Fethullah Gülen’le fotoğraf karelerine giren, yakından da tanıdığım, o dönemde Fethullahçılık üzerine çalışırken de sık sık görüştüğüm ettiğim, soru sorduğum, bilgi aldığım birisidir. O da birdenbire îtirafçı oldu. Daha önce Nurettin Veren diye bir örnek vardı, vs.. Ben bu tür insanlarla, îtirafçı olmalarından sonra yayın yapmayı ya da röportaj yapmayı çok kendime yakıştıramıyorum. Çünkü îtirafçılar, dün neyse, bugün de o. Dün de kötüydüler, bugün de kötüler. Onların derdi bu olaydan, yaşanmış olaydan gerçekten pişman olup, yanlışı görüp ve buradan toplumun bu yanlışlara düşmemesi için çaba sarf etmek değil. Onlar dün Fethullah Gülen’e bîat ediyorlardı ya da öyleymiş gibi yapıyorlardı, şimdi devlete bîat ediyorlar. Dertleri devletle; yeter ki devlet kendilerine dokunmasın. Ne yapıyorlar? Hâlâ köşe yazıyorlar. Kim okuyor bilmiyorum, okunduğunu pek sanmıyorum; ama hâlâ köşe yazıyorlar. Meselâ onlara bir şey olmadı — ki onlar çok önemli yerlerdeydiler bir dönem. Onlara bir şey olmadı; onların yerine o gazeteleri okuyanlara, o derneklere üye olanlara, kendi hâlinde insanlara oldu olan... Tamam, Fethullah Gülen’i seviyor, dâvâsına inanıyor olabilir; ama öyle karışık kuruşuk işlere pek de girmeyen, onlardan uzak olan, belki haberi de olmayan insanlar hapse girdi. Bu îtirafçılar eskisi gibi yaşamaya devam ettiler, hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ettiler.
Buradaki olay daha farklı, bu îtirafçılık değil; bu ifşâ meselesi, daha kişisel bir mesele. Ve burada devlete de birtakım mesajlar vermekle birlikte, esas olarak Ebuseleme Gülen’in hitap ettiği kesim, öncelikle o hareketin içerisindeki, kafası karışık, durumdan rahatsız olan kitle ve ikinci olarak da tabiî ki toplumun kendisi. Devlete de diyor; işte, “şöyle yapın, böyle yapın, bu masumları bırakın” vs., ona da mesaj var; ama esas mesajının topluma olduğunu düşünüyorum ben. Ama daha öncelikle de o yapının, Fethullahçı yapının içerisindeki kişilere olduğunu düşünüyorum ve bunu çoğaltmanın haber değeri olduğunu düşündüm ve aynı zamanda bir kamu yarârı olduğunu düşündüm. Sonuçta ilk yayını izleyenlerle benim yayını izleyenler, yani Ahmet Dönmez yayınıyla bizim yayın arasında çok büyük fark yok. Ama farklı mekânlarda, farklı kişilerin aynı konuyu ele alması var. Yani benim, “atlatma” gibi bir derdim olmadı. Meselâ, “Onu niye sormadın? Bunu niye sormadın?” dediler. Ben sorulacak her şeyi sorduğumu düşünüyorum. Orada önemli olan, Ebuseleme Gülen’in anlattıkları, verdiği bilgilerden ziyâde bir tasvir var. O tasviri bence verdi. Bir de şöyle bir şey var tabiî: Tam sonunda, mâsumlardan bahsediyormuş, ben panik hâlinde yayını kapatmışım. Yalan, yani bu tam alıştığımız şeyler. Öyle bir derdim yok. Ben KHK mağdurları konusunda, yurtdışına kaçmak isterken hayâtını kaybedenler konusunda, cezâevindeki kişiler konusunda zâten duruşunu göstermiş birisiyim. Böyle bir derdim yok. “Aman devlete zarar gelmesin” gibi bir derdim yok. Başından îtibâren zâten duruşum belli. Fetö lâfını kullanmayan, Fethullahçılık olarak anlatan, devletin çizmeye çalıştığı o terör örgütü perspektifinin ötesinde olaya bakmaya çalışan; olayın sosyal yönünü, psikolojik yönünü, ama aynı zamanda ekonomik yönünü, stratejik yönünü anlamaya çalışan birisiyim. Bu hareket dünyanın dört bir tarafına yayılmış güçlü bir hareket. Çok etkili olduğu yerler var, hâlâ etkili olduğu yerler var. Bütün bunlarla olayı anlamaya çalışan birisiyim.
Şimdi şöyle şeyler de oldu: Bana zaman zaman, bu konuda bir şeyler konuştuğum ettiğim zaman, yurtdışındaki Fethullahçılar diyor ki: “Şunu çıkart, onu da çıkartsana. Hadi bakalım. Gerçekten dürüst gazeteciysen, tarafsız gazeteciysen şunu da çıkart bunu da çıkart”. Hattâ Adem Yavuz Arslan yanılmıyorsam, bir kere öyle dedi, “Beni çıkart” dedi. Bir fotoğraf var, onu görelim. Adem Yavuz Arslan ve diğerleri, Abdülhamit Bilici ve Metin Yıkar Fethullah Gülen’e gittiler. Türkiye’ye iâde edilmediğini ve kaçırılmadığını ve de yaşadığını kanıtlamak için. Evet, orada yan yana dizilmişler görüyorsunuz. Ortadaki Adem Yavuz Arslan. Türkiye’deyken tanışıklığım var. Abdülhamit Bilici ile de bayağı bir tanışıklığım var. Hattâ 17/25 Aralık sonrası, ben o sırada Habertürk’te çalışıyordum, oradaki tartışma programlarına berâber de çıkardık. Diğer kişiyi biliyorum, ama tanımıyorum, çok fazla tanımıyorum. Şimdi bu kişilerle ben ne yayınını nasıl yaparım? Ne konuşacağım? Şimdi o Amerika’da Washington’dan bağlanacak, bana söyleyecek edecek. Benim o kişilerden öğreneceğim bir gerçek, bakış açısı vs. ne olabilir? Ondan sonra bir de işin başka bir yönü var. Hani gerçekten bu böyle spor olsun diye yapılacak bir şey de olabilir, ama bunlar sonuçta aranan eden kişiler ve bunlarla, bu tür kişilerle yayın yapmak Türkiye’de olan bir gazeteci için çok ciddî bir risk. Gerektiğinde risk de alır gazeteci. Aldığım çok olmuştur; Hanefi Avcı yayınında olduğu gibi, birçok yayında, birçok yaptığım röportajda olduğu gibi. Risk alır; ama o riskin değmesi lâzım. Yani siz birisiyle dersiniz ki: “Ya, başıma ne gelecek olursa olsun ben onunla yayın yapayım”.
Meselâ Medyascope’un ilk yıllarından çok çarpıcı bir örneğimiz var: Selahattin Demirtaş, HDP Eş Genel Başkanı. Haziran seçiminde bütün televizyonlar Selahattin Demirtaş’ı çıkarttı, bağlama çaldı, şu oldu bu oldu. Ondan sonra Erdoğan seçimi yok hükmünde sayıp Kasım’da ülkeyi tekrar seçime götürdü değil mi? Ondan sonra Selahattin Demirtaş’ı hiç kimse yayına çıkarmadı. Biz Medyascope’ta Selahattin Demirtaş’ı eski binâmızda, Sanayi Mahallesi’ndeki binâmızda, ben Selahattin Demirtaş’la bir buçuk saatlik yayın yaptım ve başımıza pekâlâ bir şey gelebilirdi. Açıkçası bekledim, her an, canlı yayın çünkü. Her an birileri gelebilir, edebilir falan. Ama çok açık söylüyorum; başıma bir şey geldiğini, Medyascope’un kapatıldığını, benim içeri girdiğimi vs. düşündüm. Niye yaptım? Türkiye’de oyu en son seçimde %10’un üzerine çıkmış, özellikle Kürtler’in temsilcisi olan bir partinin genel başkanıyla, seçime giren genel başkanıyla röportaj yapıyorum. Bu nedenle başıma bir şey gelmiş olması benim için üzülecek bir durum değil. Tabiî ki mağdur olurum, tabiî ki başımıza işler gelir falan; ama en azından onur duyarım, gurur duyarım. Bereket olmadı, o ayrı. Ama attığınız taş ürküttüğünüz kurbağaya değsin. Yani burada o gazeteyi okuduğu için, gazeteye abone olduğu için insanlar içeride yatarken, nasıl olduysa bir şekilde yurtdışına gidebilmiş insanlarla röportaj yapacağım da ne olacak? Onlar böyle zâten kendileri YouTube’da hep aynı şeyleri söyleyip söyleyip duruyorlar. İsteyen onları orada merâkla izleyebilir. Ben onlarla neyi tartışacağım? Niye tartışayım? Zamânında ne tartışabildik ki? Bunları böyle bir tartışma ortamı yok. Onların propaganda yapma gibi bir dertleri var. Kendi imkânlarıyla yapabildikleri kadar yapıyorlar, ama gelip bir yerde tıkanıyorlar. Ve tabiî ki şöyle bir şey var; Fethullahçılar insan kullanmayı çok iyi bilirler. Yıldıray Oğur’du değil mi, zamânında, “Biz kullanışlı aptallardık” dedi. Evet, ama ben aptal değilim, olmam. Niye olayım yani? Fethullahçılara bir iyilik yapmamı gerektirecek hiçbir şey yok. Hapistekiler için, bebekler için, kadınlar için yaparım, yaptım, daha da yaparım. Her yerde de söylüyorum, söylemeye de devam ederim. Ama onlar için yapmam.
Meselâ bir izleyici diyor ki, yani Ümit Berber isminde biri, galiba yüzbaşıymış: “Yıllardır 15 Temmuz'u araştıran gazetecilere bir asker olarak çağrı yapıyor ve bilgi ve belgelerimle konuşmaya hazırım diyorum”. Bana diyor ki: “Bu çağrı bir gazeteci için kaçırılmaması gereken bir fırsat. Soyadım Gülen değil diye ayrım yapmazsınız umarım” diye kibar olma iddialı bir şey yazdı. Ben de kendisine dedim ki: “Adınızı duymadım. Belge ve bilgilerinizden hiç haberim yok. Galiba siz bu olayı abartıyorsunuz” dedim. Sonra yine cevap verdi vs.. Ve birçok kişi; “Hadi bakalım, hadi onu çıkart bakalım gerçekten gazeteciysen” dediler. Bir kere şunu özellikle söylemek lâzım: Benim gazeteci olduğumu, iyi ya da kötü gazeteci, iyi gazeteci olmaya çalıştığımı Fethullahçılar’a kanıtlama gibi bir derdim yok. Benim derdim; gerçekten bir şey öğrenmek isteyen, merak eden, bir şeylerden haberdar olmak isteyen bu ülkenin vatandaşları, yurt içinde, yurt dışında, nerede olursa olsun ya da Türkçe bilen yabancılar, hiç önemli değil. Bunlar yoksa, birilerini, kendilerini bir kült’e kaptırmış, dünyayı kendilerinden ibâret gören insanlara yaranmak gibi bir derdim yok. Ayrıca 15 Temmuz’u araştıran gazeteci falan değilim. 15 Temmuz’u Fethullahçılar’ın yaptığını biliyorum. Detayları olabilir, şu olabilir, bu olabilir. Bir de şöyle bir şey var; şimdi yurt dışında yaşadığı belli olan bir yüzbaşı, belli ki Fethullahçı. Başkaları da var. Yani siz oraya, orduya nasıl girdiniz, niye girdiniz? Baştan îtibâren oraya –ki ben 86 yılında Nokta dergisinde “Askerî okullarda operasyon” diye bunun haberini yapmış insanım. Sizi özel olarak yetiştirdiler, orduya soktular. Siz güven veren birisi değilsiniz, kusura bakmayın. Siz orduya yerleştirilmiş bir insansınız. Tamam, orduya girdikten sonra yüzbaşılığı hak etmiş olabilirsiniz, şu olabilir, bu olabilir. Ama sonra ne olmuş? Bir şekilde kapağı yurtdışına atabilmişsiniz. Demek ki örgütsel bağlarınız filan da var. Ben sizinle 15 Temmuz’un nesini niye tartışayım? Yani Allah için, gerçekten birileri bir şeyleri gösterir, eder ve onlara bakarsınız, size göre haber değeri varsa değerlendirirsiniz filan. Ama ben ne 15 Temmuz’u yargılayan mahkemenin yargıcıyım ya da bir şeyiyim. Bu olayı tabiî ki önemsiyorum, bu olayın aydınlatılmasını tabiî ki istiyorum bütün yönleriyle. Ama yurtdışında yaşayan, orduya yerleştirilmiş bir Fethullahçı eski subayla ya da subaylarla ya da başkalarıyla bunu konuşmak gibi bir yükümlülüğüm yok. Böyle bunu yaparak da gazeteci olduğumu kanıtlamak diye bir yükümlülüğüm yok. Bunları iyice görelim.
Gerçekten bir şey olur, gerçekten böyle bir hakîkat olur, birisinin elinde hakîkat vardır ve siz o hakîkate ulaşmak istiyorsunuzdur, kamu yarârı görüyorsunuzdur; bunun için risk alırsınız. Ama bu kişinin size güven vermesi lâzım. Ben bir Fethullahçı’ya niye güveneyim? Hayâtım bu hareketi incelemekle geçmiş, niye güveneyim? Nesine güveneyim? Bugün yazdım işte, pardon dün. Sabah oluyor Amerika Birleşik Devletleri’nde, benimkiler geliyorlar bana küfretmeye, hakaret etmeye. Benim Almancı, Amerikancı, bir MİT’çi, şucu bucu olduğumu söylüyorlar. Anneme, ölmüş anneme de küfrediyorlar, yakınlarıma da küfrediyorlar, bana zâten küfrediyorlar, her türlü âdice lâfları falan da ediyorlar. Şimdi böyle bir yapı… İçlerinde tabiî ki iyiler var, konuştuklarım var bir şekilde. Bana sâkin sâkin bu olayın aslında öyle olmadığını anlatmaya çalışanlar var. Ben de onlara diyorum ki: “Ya, siz böyle diyorsunuz ama, bakın bana Ekrem Dumanlı ne demiş: ‘profesyonel münâfık’.” Ben profesyonel münâfıksam bana ne anlatıyorsunuz yani? Bırakın. Bunu diyen bir de kendi hâlinde birisi değil. Video çekiyor, ne diyor? Dün Kemal Can'la dalga geçtim, izlemediyseniz muhakkak izleyin. Diyor ki: “Ruşen Çakır’a çıkmak, pavyona düşmek gibi” diyor. Kemal çok güzel cevap verdi: “Pavyondan daha kötü yerler de var. Pavyon o kadar da kötü bir yer olmayabilir”. Tabiî lâfın gelişi. Ama bir taraftan, “Oraya çıkmak, pavyona düşmek gibi” diyen en üst düzeyde insan var; bir tarafta da “Hadi beni yayına çıkart, yoksa sen gerçek gazeteci değilsin” diyenler var.
Yani şunu söyleyeyim: Siz, sizler böyle gizli bir örgüt, bilmem ne olabilirsiniz. Şöyle çalışmış, böyle çalışmış, devleti ele geçirmeye çalışmış insanlar olabilirsiniz. Ve birçok kişiyi de şöyle böyle kandırmış olabilirsiniz. Oldu, gördüm, çok kişiyi gördüm. Çok sevdiğim insanlar da kendilerini kaptırdılar orada ve sonra çok ağır bedeller ödediler. Yıllarca hapis yattılar. Birçoğu yakın arkadaşım. İsimlerini vererek şey yapmak istemiyorum; ama gerçekten onlar hapisteyken de onlara olabildiğince destek olmaya çalıştım vs.. Ama ben onlardan değilim, kusura bakmayın kardeşim. Yani ben bir Lazım. Çağlayan’da büyüdüm. Galatasaray Lisesi’nde yatılı okudum. 14 yaşında komünist oldum. O kadar değil. Herkesi kandıramazsınız. Herkes sizin oyununuza gelmez. Ben işimi yapıyorum, siz işinizi yapıyorsunuz. İşlerimiz ayrı işler. Ayrılar ayrı yerde, aynılar aynı yerde. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
22.09.2024 Erdoğan ile Esad buluşmasını beklerken
15.09.2024 Erdoğan’ın “din düşmanları”na ihtiyacı var
13.09.2024 Haftaya Bakış (231): İmamoğlu-Yavaş rekabeti - Narin Güran cinâyetinde tutuklamalar - Genç teğmenler krizi
12.09.2024 Mehmet Altan ile söyleşi: Türkiye’nin gidişâtı
12.09.2024 BRICS nedir? Türkiye üye olursa ne olur? Sinan Ülgen ile söyleşi
11.09.2024 Transatlantik: Trump-Harris düellosu - Hakan Fidan Arap Ligi’nde - 23. yılında 11 Eylül saldırıları
09.09.2024 Hafta Başı (1): Narin Güran cinayeti | Erdoğan teğmenleri hedef aldı | Hopa’da yaşananlar
08.09.2024 Erdoğan genç teğmenlerden rahatsız
07.09.2024 Müslüman Kardeşler out, “kardeşim Sisi” in!
06.09.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (230): CHP iktidara yürüyor mu? Sisi-Erdoğan kavuşması - Teğmenlerin kılıçlı yemini
22.09.2024 Erdoğan ile Esad buluşmasını beklerken
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı