başlarken...
27 Nisan e-muhtırasının hemen ardından Prof. Şerif Mardin’le Washington’da bir otel lobisinde söyleşi yaparken, ikimiz de, onun ortaya attığı “mahalle baskısı” kavramının bu kadar kullanışlı olabileceğini asla kestirememiştik. 22 Temmuz seçimlerinde AKP’nin yüzde 47’ye yakın oy alması, ardından Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasıyla birlikte giderek yoğunlaşan tartışmaların tam merkezinde bu kavram var.
Türkiye’deki kamplaşmanın aktörlerinin her biri bu kavramı bir ucundan çekiştirmeye ve kendine yontmaya çalışıyor. Prof. Mardin ise bu durumdan hiç de şikayetçi değil. “Şimdi, ’niçin bu kavram bu kadar kullanışlı olabiliyor?’ sorusunu sormanın ve cevabını aramanın tam zamanı” diyor.
Ona göre artık herkes hazırdan konuşmayı bırakmalı ve Türkiye laikliğinin sorunlarını en geniş katılımla, özgür bir şekilde tartışmalı.
İşte biz de, son günlerin popüler sorusu “Türkiye Malezya olur mu?”yu başlığa çıkardığımız bu yazı dizisinde böylesi geniş katılımlı, özgür bir tartışma atmosferi yaratılmasına katkıda bulunmak istiyoruz.
Yazı dizimiz üç koldan ilerleyecek. 1) Prof. Nur Vergin, Ali Bulaç ve Mehmet Barlas’la yaptığımız yuvarlak masa tartışması; 2) Farklı görüşlerden öğretim üyeleri ve aydınlardan derlediğimiz görüşler; 3) Vatan okurlarının görüşleri.
Serinkanlı, sağduyulu ve çoğulcu bir tartışama yaşanması dileğiyle...
Türkiye’de mahalle de çok, baskı da
“Mahalle baskısı” kullanışlı bir kavram mıdır? Yoksa Prof. Şerif Mardin durup dururken başımıza iş mi açtı?
Barlas: Hayır iş açmadı, çünkü mahalle diye bir tabir var, mahalle baskısı da tabii ki var. Ama her mahallenin baskısı var. Mahalle baskısı, sadece kadınların örtünmelerine ya da insanların daha geleneksel tarzda yaşamalarına dönük baskılar yaratmıyor. Örneğin kadınları başlarından ziyade selülitlerine yönlendiren bir mahalle de var; mesela Bodrum’un Türkbükü, İstanbul’un Nişantaşı mahallesi gibi.
Bu da ilk defa olan bir şey değil, İstanbul’un ya da Türkiye’nin mahalleleri edebiyatta hep var. Ahmet Rasim’in kitapları hep bu mahalleler üstüne. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Kuyruklu Yıldız Altında İzdivaç” kitabında o mahallenin neler konuştuğunu görürsünüz. Abdullah Cevdet daha 1904’te “Zeyrek’te bir kadın başını açtığı için hırpalanmış. Böyle mahalle olur mu?” diye soruyor.
‘Derin mahalleler’ de var
Türkiye’de birden fazla mahalle var. Ankara’daki bazı mahalleler derin devlete yakın oldukları için çevreye anti-demokratik baskılar üretiyorlar. “28 Şubat bin yıl sürecektir”, “bu halka güvenilmez”, “halkı serbest bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya” türü söylemler de var. Yanlız bir gerçek var: Türkiye denen bu mahallede farklı düşünenler, farklı etnik gruplar, farklı fikir sahipleri tarih boyunca birbirleriyle yaşamayı pek becerememişler. 1950 yılında İstanbul’da iki Rum, bir Ermeni milletvekili vardı. Ne oldu bunlara? Niye yoklar? Mahalle baskısı sadece başörtüsiyle ilgili değil ki! Diyelim ki Ermeni kökenli bir Türk vatandaşı cumhurbaşkanı olsa acaba o mahalleler, yani Ümraniye ya da Sultanbeyli’dekiler onu kabul edecekler mi? Acaba Hrant Dink cinayetini haklı bulanlar hangi mahalleden geliyor?
Nasreddin Hoca cenazenin yanında gidiyormuş. Tabutun kapağı aralanmış ve öldü denilen kişi başını kaldırıp “Hoca, ben ölmedim, baygınlık geçirdim. Ama bunlar beni öldü sandılar, diri diri yıkadılar, diri diri duamı ettiler şimdi de diri diri gömecekler. Durdur şu cemaati” demiş. Nasreddin Hoca şöyle bir etrafa bakmış ve “Ben bu kadar kalabalık cemaate laf anlatamam, sana Allah rahmet eylesin” demiş. Bunun için bu mahallelerin hepsine kulak verip “hadi demokrasiye Allah rahmet eylesin” demek mümkün mü?
21’inci yüzyılda marifet ulusları, toplumları ayıran değil birleştiren öğeleri ön plana çıkartmaktır. Nice insan var, oruç tutuyor ama başı açık bikiniyle denize giriyor. Nice insan var, başı kapalı ama en demokrat fikirleri, kadınlarla ilgili en feminist fikirleri serbestçe, özgürce savunabiliyor. Her mahallenin bir niteliği vardır. Marifet bu mahallelerin asgari müştereklerini bulmakta.
Bulaç: Şerif Hoca’nın kavramının bu şekilde kullanılmasını doğru bulmuyorum. Sosyoloji açısından da çok açıklayıcı değil çünkü Türkiye’de bugün siyasal ve toplumsal alanda vuku bulmuş olayları bir mahalle çerçevesinde izah etmek son derece güç. Mesela AKP ulusal bir hareket ve küresel yönelimleri çok kuvvetli. İkincisi, Şerif Hoca’nın bu “mahalle” ve “kovuk” tabirleri çok aşağılayıcı. Bir Batılı antropolog gibi bakıyor. Sözlükte “kovuk” için, içi boş yer, küçük mağara, vahşi, barbar, ilkel insanların yaşadığı delik deniyor. Yani bu söylemde Anadolu insanlarının kent merkezlerine doğru gelmelerini ifade eden imalar var. Bu yanlış çünkü bir defa Türkiye’de, herkesin bildiği gibi bir göç var. 1950, 1970 ve 1990’larda üç büyük göç dalgası yaşandı. İnsanlar Afrika’da olduğu gibi, ilkel kabileler değildi veya kırsal kesimlerden büyük kentlere gelmedi. Küçük yerleşim birimlerinden, kasabalardan geldiler ama buralar büyük medeniyet merkezleriydi. Binlerce yıl birkaç medeniyetin kesiştiği bir yerden büyük kentlere geldik. Bu şehir ve medeniyet kültürünü de beraberimizde getirdik. Anadolu’nun her tarafında çok sayıda medeniyet var. Binlerce yıla dayalı bir medeniyet kültürümüz var.
Sol’da da “baskı” mevcut
“Mahalle baskısı” kavramı da bu açıdan yanlış. Sol mahallelerin de baskıları var. 2002 seçimlerinde Deniz Baykal ile dört saat görüşmüştük. Kendisi “biz acaba başörtüsü sorununu çözebilir miyiz? Nasıl çözeriz?” diye soruyordu. Ancak sol mahallenin baskısı o kadar çok ağır geldi ki Deniz Baykal sonunda vazgeçti.
Mahallenin demokratik ve hukuki talepleri olabilir pekala. Buna “mahalle baskısı” demek doğru olmaz. Örneğin 50 kişi namaz kılıyor iki kişi namaz kılmıyor. Aralarında yaşanabilecek sorunlara adliye ve yargı bakar. Bu tarafın yaptığı baskı, öbür tarafın dayattığı normal olur. “Sayısal çoğunluk” ve “ahlaki azınlık” kavramlarını Şerif Hoca hangi ahlaki kavrama ve vicdana sığdırarak söylüyor? Çok yadırgadım Ayşe Armanla ile yaptığı röportajı...
Bunları daha da açacağız. Prof. Vergin’e sormak istiyorum. “Mahalle baskısı” siyaset sosyolojisinde çok kullanılan bir kavram mı?
Vergin: Siyaset sosyolojisinde değil. Ancak sosyolojide kullanıldı. Şerif Mardin daha önceki bir yazısında mahalle baskısını belirleyici olduğunu belirtmişti. Ali Bulaç da İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunudur ama demin bir sosyologtan daha çok siyasetçi gibi konuştuğu kanaatindeyim. Şerif Mardin’i savunmak bana düşmez ama o, mahalle baskısı kavramını mecazi olarak kullanmıştır. Sosyolojik olarak örneğin Ümraniye’de, Karabük’te olduğu gibi Bebek’te de mahalle baskısı oluşturulmaktadır.
“Mahalle baskısı” ille polis gücüyle bir baskıyı anlatmaz. Yani insanlar bulundukları sosyal ortamda herkes gibi olmak ihtiyacını hisseder. Aslında bu iyi bir şeydir, uyumdur. Örneğin ben gayri Hristiyan biri olarak, kiliseye ziyaret amacıyla girdiğimde ayağıma şort giymem. Katolikler, Protestanlar nasıl davranıyorsa öyle davranırım. İşte böyle mahalle baskısı vardır, kabul ediyorum. Bir mahallede inanç sisteminden kaynaklanan bazı öğeler hissediliyorsa bu baskı da yoğun olarak hissedilebilir.
Fatih Çarşamba örneği
Bulaç: Türkiye’de var mı böyle yerler?
Vergin: Ben bazı mahallelere gittim Ali Bulaç, İstanbul’da, hatta Türkiye’de olmadığımı düşündüm. Az önce sözünü ettiğin binlerce yıllık medeniyetleri taşımakla hiç ilgisi olmayan manzaralara tanık oldum.
Bulaç: Ama Fatih Çarşamba’da başı açık kadın ve mini etekli dolaşanlar var. Fatih Camii’nin 50 metre ilerisinde, hadi adresini vereyim, Fevzi Paşa Caddesi Şehit Kubilay Sokağı’nda meyhane var. İnsanlar orda içiyor ve diğerleri de rahatsız olmuyor.
Vergin: Zaman zaman ben de oralardan geçiyorum. Fatih’te ana caddede aşağı yukarıya üç-beş başı açık kadın gördüm. Geriye kalanların hepsi mantolu ve örtülü, hatta çarşaflı. Tek başına alışverişye giden kadın yok. Hepsi ikişer ikişer gidiyor. Hatta sordum. Hayır tercihen böyle çıkıyorlar.
Aslında bu mahalle baskısını ille olumsuz tanımlamamak gerekir. Örneğin bazı mahallerde balkonlarda çamaşır asılır, bazı mahallerdeyse bu tamamen yasaktır.
Prof. Mardin’le yaptığım ilk röportajda, AKP’yi ayırarak bir mahalle baskısından bahsetmişti. Türkiye’de AKP’yi de aşan, muhafazakâr, eski deyimle yobaz, softa birtakım yaklaşımlar var mı, yoksa bu tamamen hayal mahsulü mü?
Bulaç: Tamamen hayal ürünü. Türkiye’yi sürekli geziyorum. İstanbul’da da mahkemelere gidiyor davaları izliyorum, halk otobüslerine biniyorum ve böyle bir şey gözlemlemiyorum: İnsanların bazı demokratik talepleri var. Ancak merkezde olanlar bunu bir mahalle baskısı olarak görebiliyor. Mesela başörtüsü bir sorun. Bunun çözülmesini istiyorlar. Ancak küçük bir marjinal çevre bunu baskı olarak görüyor. Meşhur bir örnek var onu tartışalım: Trabzon’a giderken otobüs şoförü namaz vaktinde durmak istemiş. Ancak fıkıhtan anlayan insanlar böyle bir şeye gerek olmadığını söylüyor. İslam’da yolculuk sırasında, örneğin atın üstündeysen atın yönü senin kıblendir. Burada da otobüsün yönü kıblendir, koltuğa başını koy secde et, ibadet etmiş olursun.
Mahalle baskısından esas kastedilen, birilerinin diğerlerini, mesela sırf namaz kılmak veya oruç tutmak istemedikleri için taciz etme ihtimali.
Bulaç: Bu olabilir ama bu da Türkiye’nin siyasi kültürünün doğasından kaynaklanıyor. Yalnızca muhafazakarlığa, İslami kesime özgün bir durum değil. Türkiye’deki siyasi kültür, doğası itibariyle totaliterdir. Ortadoğu’daki ülkeler otoriter rejimle yönetilir, ancak siyasi kültür çoğulcudur ve demokrasiye en yakın noktada bulunur. Bir tek Türkiye ve İran’da durum değişiktir.
Vergin: Türkiye kabile toplumu olduğu için mi?
Bulaç: Hayır hiç alakası yok, hiç kimse kabile toplumu değildir.
Vergin: Bir nedeni olmalı...
Bulaç: Var. Diyelim ki Türkiye ve İran’ın sömürge olmamaları ve modern devletin yönetim algılamasını kendi ülkelerine bir anda kolayca tercüme edebilmeleri bunları totaliter kıldı. Bunlar geçmişte totaliter değildi geleneksel biçimlerinden modern zamanlara adım attıkları zamandan itibaren totaliter oldular. Fakat sömürge olan toplumlarda bir kopuş meydana geldi. Çünkü sömürge valisi Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, sultan değildi. Bunlar, kendilerine itaat edilmesi gereken kişiler olmadığından bir kopuş meydana geldi. Sonuçta eski sömürge ülkelerin insanları şu anda daha demokratik düşünüyor ama rejimleri otoriter.
Mehmet Bey, hükümetten bağımsız bir baskı ihtimali var mı? Bu baskı potansiyeli AKP’nin yüzde 47 oy almasıyla daha saldırgan bir görünüme kavuşabilir mi?
Barlas: Bugün bunları konuşmamızın sebebi AKP’nin ikinci defa, üstelik daha büyük çoğunlukla iktidar olmasıdır. Seçimden önce bir kamplaşma oldu. Bir taraf kesin yenildi. Abdullah Gül de cumhurbaşkanı olunca AKP devlete tamamen sahip oldu. Şimdi AKP’yi destekleyenlerden bazılarının gerçekten karşı tarafı sinir eden söylemlerde bulunduğuna ben de tanık oluyorum. Gül’ün yeniden aday olup olmamasında bu kamplaşma yaşandı. Mesela Hürriyet Gazetesi adeta kampanya açtı olmasın diye, ama o da oldu. Neticede bütün bunlar bir hezimet. Arkasından bir de Gül’ün seçildiği günün akşamı kazanan kesimden dört gazeteci Çankaya’ya çıktı. Ertuğrul Özkök’ün yazılarına baktığınız zaman “Nasıl olur da onlar Çankaya’ya çıkar da bizimkiler çıkamaz” şikayetini görürsünüz.
Yani seçim sonucunu yanlış tahmin etmiş, Gül’ün cumhurbaşkanı olacağını görememiş ve bu konuda da kampanya yapmış ve tam tersi olmuş. Cumhuriyet mitinglerine bakıp halkın oyunu da yanlış hesap etmiş. Şimdiyse yeni bir cephe açmak istiyorlar. Dolayısıyla “mahalle baskısı”, “Anayasa eliyle şeriatın getirilmesi” gibi tartışmaları güncel siyasetten soyutlayamayız. Bülent Ecevit 1974’te Başbakan olduğunda da “Sen sosyal demokratsın, ama ya senden sonra komünistler gelirse? Rusya’da Menşevikler’in yerlerini Bolşevikler’e kaptırması gibi olursa” diye uyarmışlardı. Bugün de Özkök, Menşevik Kerenski’yi hatırlatıp mahalle baskısı üzerinden bir darbeyle şeriatın getirilebileceği uyarısında bulunuyor.
Bir Ramazan gecesi, sahura yakın, bir arkadaşımla İstanbul’da Vefa Bozacısı’ndaydık. Bir sarhoşu dövüyorlardı, biz kurtardık. Hatırlarım, yine Ramazan vakti, 1954-55 yıllarında bir yolculuk sırasında Konya’da mola vermiştik. Altı kişilik bir gruptuk ve oturup yemeklerimizi yemeye başladık. Köylüler de etrafımızı çevirdi. Türkçe konuştuğumuzu görünce de çok şaşırdılar ve hatta biri “galiba bunlar Türk Yahudisi” dedi.
Bu gerçeklerimiz var ama bu gerçekler sadece laik olanlara karşı laik olmayanların tepkisi değil. Mesela laiklik de yanlış anlaşılmış. Bana Konya’dan yazan bir okurum mesela “ben laik değilim ama karımın çalışmasına izin veriyorum” diye yazmıştı.
İŞTE MALEZYA'DA YAŞAM
İngiltere’den bağımsızlığını 1957’de kazanan Malezya’nın 13 eyaleti Federal Anayasal Monarşi ile yönetiliyor. Ülke nüfusunun yüzde 50’si yabancılardan oluşuyor. Çoğunluklu Çinli ve Endonezyalı olan bu azınlık ülke ekonomisine büyük katkı sağlıyor.
Anayasa’da “Devletin resmi dini İslam’dır” ifadesi yer alıyor. Dolayısıyla laiklik tartışması ülke gündeminin de ilk sırasında yer alıyor. Ülkede iki hakim siyasi görüş var. Bunlardan ilki şeriat yanlısı PAS partisi tarafından temsil edilen radikal İslam, diğeri ise ülkeyi kalkındıran lider olarak tanınan Mahathir Muhammed ve ardından gelen Ahmed Bedevi’nin temsil ettiği liberal İslam. Federatif yapı nedeniyle 13 eyalette de İslamiyet farklı uygulamalarla hüküm sürüyor. 1999’dan beri yükselişte olan radikal İslam, aynı yıl 2 eyalette yönetimi ele geçirdi. PAS, bu eyaletlerde şeriat yasaları uyguluyor. Yabancılar ve azınlıklar bile bu yasalara tabi. Malezya’da özellikle son 10 yıl içinde İslam-laiklik tartışmaları yoğunlaştı. Öyle ki hükümet, laiklik konusunun televizyon ve gazetelerde tartışılmasını bile yasaklamak zorunda kaldı.
TÜRBANLI KRALİÇE: Laiklik tartışmasını alevlendiren gelişme ülkede ilk kez türbanlı bir kraliçenin protokole girmesiyle yaşandı. Zeynel Abidin, Nisan ayında Malezya’nın yeni kralı seçildiğinde yemin törenine “Türbanlı kraliçe olur mu” polemiği damga vurdu. Sembolik role sahip Kral, meclise türbanlı eşiyle gelince muhalefetteki Liberal Demokrasi Hareketi, “Kraliçe halkın tamamını temsil etmiyor” diyerek yemin törenine katılmayıp protesto etti.
LAİK Mİ İSLAMİ Mİ? Bu yılın Temmuz ayında ülkede “laikmiyiz değil mi?” tartışması baş gösterdi. Başbakan Yardımcısı Necib Razak bile “Ülkemiz İslami bir ülkedir. Laik değildir. Etnik ve dini azınlıkların hakları sıkı bir şekilde koruma altında” demek zorunda kaldı. Hukukçular ve teologlar ise “Malezya’daki sistem tam olarak şeriat değil. Ama laik de sayılamaz” diyerek tartışmaya yeni bir boyut kattı. Toplum iyice kutuplaşınca hükümet gazete ve televizyonların bu konuda haber yapmasını yasakladı.
ORUÇ POLİSİ VAR: Malezya’da Müslümanlar, suç işlediklerinde şeriat mahkemelerinde yargılanıyor. Müslüman olmayanlar içinse özel mahkemeler var. Şeriatla yönetilen bölgelerde oruç tutmak zorunlu. Kadınlar başlarını örtmek, yabancılar ve azınlıklar ise İslam’a uygun kıyafetler giymek zorunda. Geçtiğimiz hafta PAS tarafından yönetilen iki eyaletinden biri olan Kelantan’da polis, oruç tutmayan kişilerin peşine düştü. Onlarca kişi tutuklandı. Saat 15.00’den önce yemek satan restoranlara ise para ya da kapatma cezası veriliyor.
BEYONCE’A KIYAFET SANSÜRÜ: Müslüman kadınların açık giyinmesine kesinlikle tolere edilmiyor. Bu kişiler “ahlaka aykırı” davrandıkları için tutuklanıyor. Müslüman gençleri etkilemesinden korkulduğu için diğer dinlerin mensupları da yasaktan nasibini alıyor. Bunun en önemli örneği geçtiğimiz ay yaşandı. Pussycat Dolls pop grubunu Malezya’ya getiren şirket şarkıcıların açık kıyafetleri nedeniyle ceza aldı. Bu yaz konser veren Gwen Stefani ve Beyonce Knowles’a da kapalı giyinme şartı getirildi. Gwen Stefani sahneye kolları ve bacakları tamamen kapalı bir kıyafetle çıkmak zorunda kaldı.
ANAYASAYA ŞERİAT EKLENSİN: Danıştay Başkanı Ahmed Feyruz’un Kuala Lumpur’da düzenlenen bir İslam konferansında yaptığı konuşmada, “50 yıllık bağımsızlık bile bu ülkeyi sömürgeciliğin pençesinden kurtaramadı. Umumi (yazılı olmayan) hukukun kaldırılmasıyla oluşan boşluğa şeriat hukuku getirilmelidir” dedi. İngiltere döneminde yürürlüğe konan hukuk sistemini kaldırmaya aday bu gelişme Melazya İslam Partisi (PAS) tarafından memnuniyetle karşılandı.
DİN DEĞİŞTİRMEK YASAK: Ülkede Malay ırkından gelen herkes Müslüman sayılıyor. Müslüman biriyle evlenenler ise din değiştirmek ve şeriat yasalarına uymak zorunda... Halk arasında din farklılığı sorun yaratmıyor. Ancak ülkedeki gayri Müslimler ibadethane bulmak ve inşa etmekte zorlanıyor. Bir Hristiyan Müslüman olmak isterse bu arzusu hemen resmi kayıtlara geçiyor. Ama eğer Müslümansanız başka bir dine geçmeniz imkansız. Bunun yaşayan kanıtı Lina Joy... Azlina Calani olarak dünyaya gelen Malezyalı kadın, 1998’de vaftiz olup Hristiyanlığa geçti ve ismini Lina Joy olarak değiştirdi. Ancak Malezya’nın şeriat mahkemeleri bu seçimini kabul etmeyi reddetti. Lina Joy bunun üzerine en üst düzey sivil ve laik mahkeme olan Malezya Federal Mahkemesi’ne (Bizdeki Anayasa Mahkemesi) başvurdu. Ancak bu mahkeme de şeriat mahkemesinin kararını değiştirme yetkisi olmadığına karar verdi. Lina Joy hayatına -en azından resmi kayıtlarda- Müslüman olarak devam ettiriyor.
UZAYDA ORUÇ: Malezya tarihinde ilk kez uzaya astronot gönderecek. Ancak Muzaffer Şükür adlı astronotun bilimsel çalışmalardan çok, Ramazan’da uzayda nasıl ibadet yapacağı tartışılıyor. Bilim adamları haftlarca iftar ve sahur saatinin nasıl hesaplanacağını tartıştı. Sonunda mekik içinde, havalandığı bölgenin saatine göre oruç tutması kararlaştırıldı. Ardından nasıl namaz kılacağı da tartışma konusu oldu. Yerçekimsiz ortamda seccadenin sabit duramayacağı ve astronotun eğilip kalkamayacağı sonucuna varılınca namazı “kalbinde kılmasına” karar verildi.
MÜSLÜMAN GÜZELLERE VETO
Malezya’da 1997 yılına kadar güzellik yarışmalarına her genç kızlar katılıyordu. Ancak ulemanın verdiği fetva uyarınca o tarihten bu yana güzellik yarışmalarına Müslüman kızların katılması yasak.
BİKİNİ YASAĞI
PAS’ın kontrolündeki 2 eyalette turistlerin bile denize girerken bikini giymesi yasak. Farklı dine mensup olanlar da bu eyaletlerde bikini giyemiyor. Ülkenin diğer bölgelerinde de bikini yasağı yaygınlaşıyor.
|
‘Mahalle baskısı hafif hafif hissediliyor’
Prof. Sabri Sayarı-Sabancı Üniversitesi
Şerif Mardin mahalle baskısı kavramını açıklarken tarihsel bir perspektiften baktı. İttihat ve Terakki’yi referans gösterdi. Bu açıdan tarihi bir konu. Bilimsel olmayan bir gözlemle bu baskının hafif hafif hissedildiğini söyleyebilirim.
AKP tabanından da güç alarak Türkiye’yi İslamileştirme çabasına girer mi? Çetin ceviz bir konu yine bu. Bu soruya kesin bir cevap verilemez. Baskılar gelebilir ama yine AKP’nin içinde de seküler ve merkezi kanattan olan, bu konuya duyarlı kadrolar var. Ülkenin İslamileşmesi 3-5 yıl içinde olamaz. Ama daha ileriki yıllarda olabilir mi? İhtimal dahilindedir.
Türkiye’nin İran gibi olması çok zor. İran’ın yapısı ile Türkiye’ninki çok farklı. Ilımlı İslami bir ülke olarak anılan Malezya’ya baktığımızda ise okullarda türban hareketlerini gözlemliyoruz. Evet, Türkiye’de ılımlı İslam’ı simgeleyen birtakım gelişmeler gözlemleniyor. Cumhurbaşkanı Gül’ün eşinin türbanlı olması gibi. Ancak Türkiye ile Malezya arasında da toplum farkı var. Unutulmamalı ki, Türkiye’de güçlü seküler gruplar mevcut. Ayrıca ülke nüfusunun yüzde 20’sini oluşturan Alevileri de düşünürsek, Türkiye’de siyasi İslam’a yönelmenin o kadar da kolay olmayacağını söyleyebiliriz.
‘Mahalle değil kamuoyu baskısı’
Prof. Ömer Çaha-Fatih Üniversitesi
Şerif Mardin hepimizin üstadı ancak mahalle baskısı kavramını modern toplumu anlamakta geçerli görmüyorum. Modern toplumda ulusal ve uluslararası baskı mekanizmaları vardır. Demokratik rejimlerde en büyük iç baskı kamuoyundan gelir. Yani mahalle baskısı yerine kamuoyu baskısı daha doğru bir kavram olacaktır. Kamuoyu örneğin başörtüsünü birinci sorun olarak görmüyordu, demokratikleşmeyi, geçim sıkıntısını, daha iyi şartlarda yaşamayı daha fazla ön plana çıkartıyordu. AKP bu resmi iyi gördü, değerlendirdi ve yapılanmaya gitti. SP bu resmi okuyamadığı için radikal kaldı. AKP’nin üzerinde mahallenin değil, kamuoyunun baskısı var. Türkiye’de medyanın AKP üzerindeki etkisi tabanından çok daha fazla. Zina yasasında bunu çok iyi anladık. Modern sivil toplum aktörlerinin ve özellikle medyanın baskısıyla AKP bu düzenlemeyi yapmaktan vazgeçti. Türkiye’de dinsel maslahat devlet maslahatının hep gerisinde kalmıştır. Türk toplumunda modernleşmeye yönelik beklenti ve talep var. Dindar kesim içinde bir araştırma yaptığınızda çok ezici bir çoğunluğun şeriat modeli istemediğini, mevcut sistemden memnun olduğunu görürsünüz. Muhafazakar kesimler bile kendini daha iyi ifade edebildiği Türkiye modelini tercih ediyor. Türkiye, kamu kurumlarında ve sivil yaşamda seküler değerleri içselleştirmiş, özümsemiştir. Dolayısıyla şeriat da ılımlı İslam modeli de imkansızdır.
‘Merkez sol güçlenip AKP’yi yönlendirmeli’
Prof. Fuat Keyman-Koç Üniversitesi
Mahalle baskısınını varlığına inanıyorum. Ancak Anadolu’daki araştırmaların gösterdiği gibi çoğulcu bir yapı söz konusu. Geleneksel değerlerin çok güçlü olduğu kentler de var, hızla demokratikleşenler de. Yani tek bir mahalle yok. Burada önemli olan mahalle baskısını düzenleyecek, demokratik normlar temelinde biçimlendirecek merkezin oluşması. Bu konuda Türkiye’de sorun var. Merkezin bir tarafı sol ve boşaltılmış durumda. Merkezin sağında ise AKP oturuyor.
Şerif Mardin’in Malezya örneğinde belirttiği gibi Türkiye, dinsel değerlerini önemseyerek ancak laiklik ve demokratik değerlerini geliştirerek ilerleyebilir ya da dinsel değerlerin özgürlükleri kısıtladığı bir yapıya doğru gidebilir. Burada, Türkiye’nin nereye gideceğinde AKP’nin Türkiye’yi yönetmesi kadar merkez sol güçlerin ve muhalefetin söylemi de önemli. AKP’ye muhalefetin demokratikleşme ve özgürlükler temelinde yapılması gerekiyor. AKP’nin şeriat bağlamında toplumu İslamlaştıracağına inanmıyorum ancak günlük ve siyasal yaşamda dini değerlerin güçlenmesi söz konusu olabilir. Türkiye bence İran ya da Malezya olmaz. Ancak bu, insanımızı tembelliğe götürmemeli, merkez solun kendini güçlendirmesi ve AKP’yi bu yolda itelemesi gerekmektedir.
Şerif Hoca’nın “mahalle baskısı” saptaması önemlidir ancak ben bu saptamanın her şey için geçerli olduğunu düşünüyorum. Yani sadece türbana ilişkin değil. Resmi bayramlarda bayrak asmamak da özellikle bireyselliğin gelişmediği ve cemaatleşme sürecinin yaşandığı, hemşerilik ilişkilerinin yoğun olduğu birimlerde mahalle baskısı yaratır.
‘Ne İran, ne de Malezya oluruz’
Prof. Eser Karakaş-Bahçeşehir Ünv.
Yani Türkiye’de mahalle baskısı her alanda yaygın olan bir baskıdır ve bireyselleşme güçlendikçe bu baskının azaldığı bilinen bir gerçek.
Türkiye her şeye rağmen çok kozmopolit bir ülkedir ve bu da ülke için bir şanstır. AKP iktidarının muhafazakâr baskıyı yükselteceğine inanmıyorum. Türkiye’nin bir İran ya da Malezya olma sürecine gireceği gibi bir endişe de taşımıyorum çünkü AKP’nin de böyle bir eğilim içine düşeceğini zannetmiyorum.
AKP, dört yıldır iktidarda ve Türkiye dünyaya dört yıl öncesine göre daha yakın. Türkiye’de faşizm, askeri darbe, şeriat gibi kavramların pratiğe dönüşümü Türkiye’nin dünyadan uzaklaştıkça yakınlaşacağı sistemler ki aklımdan bile geçmiyor.