Fethullahçılardan ne istiyorum? Fethullahçılar benden ne istiyor?

15.06.2024 medyascope.tv

15 Haziran 2024’te medyascope.tv'de yaptığım değerlendirmeyi yayına Gülden Özdemir hazırladı

Merhaba, iyi günler. Fethullahçılıktan bahsetmek istiyorum. Son dönemde pek kimsenin bahsetmediği, bahsetmek istemediği bir husus; ama ben ısrarla bu konuyu ele almaya devâm edeceğim. En son Ebuseleme Gülen’le yaptığım yayın nedeniyle bu olay tekrar gündeme geldi biliyorsunuz. Çok büyük ilgi gördü. Benden önce Ahmet Dönmez –ki kendisi Fethullahçılık içerisinden çıkmış bir gazeteci, önemli işler yapıyor–, Ebuseleme Gülen’le daha önce bir yayın yapmıştı, ben ardından yaptım. Üç aşağı beş yukarı benzer konuları konuştuk; fakat onun yayınının etkisi ayrı, benim yayınımın etkisi ayrı oldu. Ve o yayının ardından, ne zaman Fethullahçılarla ilgili bir şey yapsam başıma gelen bir kez daha geldi ve bu sefer daha sert geldi. Çünkü daha önceki yayınlarda genellikle kendim bir şeyler söylüyordum; ama bu sefer kendi içlerinden birisi ve Fethullah Gülen’in yeğeni birtakım ifşâlarda bulunduğu için çok daha fazla bir kızgınlık yaşadılar ve tepkiler verdiler. Onu biliyorsunuzdur. Büyük bir çoğunluğu yurt dışında olan bu kişiler, genellikle müstear olarak, nickname’lerle, ama bir kısmı da gerçek kimlikleriyle bana yönelik olarak birtakım şeyler söylediler: aşağılama, iftirâ, küfür, hakaret, şu bu. Çok rahatsız oldular. Ama bu arada, bu hareketle bir şekilde ilişkisi olmuş ama sonra şu ya da bu nedenle kopmuş olan birçok insanın da çok olumlu tepkilerini gördüm. Onlardan bana doğrudan ulaşanlar oldu, içlerini dökenler oldu. Hep benzer şeyler oluyor. Darbe girişiminden bu yana özellikle bu olaya ben bizzat çok tanık oluyorum.
Peki, o zaman şöyle bir soru, başlıktaki soru: Ben ne istiyorum bu Fethullahçılardan? Bunun öyküsü çok eski, 40 yıla varıyor. 1985 yılında gazeteciliğe başladıktan bir süre sonra İslâmî hareket üzerine çalışmaya başladım ve kaçınılmaz bir şekilde karşıma Fethullahçılık olgusu çıktı. Ama Fethullahçılar o târihte görünmüyorlardı, gizliydiler. Adları dolaşıyordu. Fethullah Gülen’in birtakım vaaz kasetleri, o zaman video kaseti olarak gizlice dolaşıma sokuluyordu vs.. Böyle bir ortamda, konuştuğum ettiğim değişik cemaatlerden İslâmcıların hemen hemen hepsi Fethullahçılardan nefret ediyordu ve hattâ onu “CIA ajanı”, “Amerikancı İslâmcı” vs. diye tanımlıyorlardı. İşin ilginç tarafı, bunu söyleyenlerden bâzıları yıllar sonra Fethullahçıların yayın organlarında yazdıkları için hapse düştüler, uzun bir süre hapis yattılar. Böyle ilginç bir durum da var. Fethullahçılıkla ilgilenmem tamâmen, İslâmî hareket çalışan bir gazeteci olarak bu hareketi mecbûren işlemek durumunda olmamdandı. Daha ilk başlarda, bir tesâdüf eseri –ki bunun öyküsünü “Gomaşinen”de anlatmıştım–, Fethullahçıların İstanbul, İzmir ve Bursa’daki askerî liselere sızdığının saptandığını ve operasyonlar yapıldığını öğrendim. Nokta dergisindeki meslektaşım Can San’la birlikte biz bu olayı ele aldık ve bayağı da önemli bir haber yaptık. Hâlâ bu haberi dönem dönem paylaşırım ve çok da ilgiyle okunur. O târihte –86 yılıydı yanlış hatırlamıyorsam– çok büyük bir olaydı. Hattâ İstanbul’da Kuleli Askerî Lisesi'nin o târihteki komutanı, daha sonra Genelkurmay Başkanı olan Yaşar Büyükanıt’mış meğer. O olay tabiî ki Fethullahçıların ve Fethullah Gülen’in bana yönelik ilk kızgınlıkları oldu diyelim. Daha sonra Fethullah Gülen ve cemaati, yapısı ortaya çıktı ya da yasal yönüyle Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı üzerinden tam anlamıyla piyasaya çıktılar. Onun açılış toplantısını İstanbul’da Dedeman Oteli’nde izlemiştim. Fethullah Gülen orada ilk defa kameraların karşısına çıktı ve daha sonra da bir vesîleyle, İstanbul’da Renaissance Polat Hotel’de iftar verdiler. Çok büyük, şatafatlı bir iftardı. Milliyet gazetesinde çalışıyordum ve oraya biz de Milliyet olarak bayağı bir ekiple gittik. Bizi çağırmamışlardı. Fethullah Gülen oraya bâzı gazetecileri özel olarak çağırmıştı ve sonra iftarın belli bir aşamasından sonra o gazetecilerle ayrı bir yerde özel sohbet de etti. Tabiî ki bizi katmadılar. İşte orada Fethullah Gülen’le hayâtımdaki tek konuşmamı yaptım, o da şöyledir: “Nihâyet tanışabildik” dedim. O da: “Siz beni zâten tanıyorsunuz” demişti ve o kadar, ondan sonra bir daha görüşemedim. Kendisiyle defalarca röportaj yapmak için talepte bulundum ve her seferinde de bu talebime karşılık alamadım. Hattâ bir yakını –beni de seven birisi diyelim– benim adıma ricâcı olduğunda şöyle demiş — bana aktardığı şu: “Hocam, bizi o kadar yakından tanıyor. Niye ona röportaj vermiyorsunuz?” sorusuna, o da: “İşte bu yüzden, bizi çok yakından tanıyor” diye bir cevap vermiş.
Beni sevmedi, ama sevmiyor olması benim umûrumda değil. Ben sonuçta gazeteciyim ve elimden geldiği kadar bu hareketi tâkip etmeye çalıştım. Hareketin yurt içinde ve yurt dışında faaliyetlerini izledim. Hareketin piyasadaki, ortadaki isimleriyle düzenli olarak görüştüm, onlarla röportajlar yaptım vs.. Yurt dışındaki okullarına değişik seyahatler düzenlediler biliyorsunuz. Çok sayıda gazeteci götürdüler. Beni hiçbir zaman böyle bir ziyârete çağırmadılar; ama ben kendim Fethullahçıların Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki okullarına kendim gittim. Erbil’e giderken uçakta, Fethullahçıların o bölgede çalışan insanlarıyla tanıştım ve daha sonra okullarını görme imkânım oldu. Onun dışında organize bir şekilde okullara falan gitmiş değilim. Benim derdim gazetecilik ve o gazeteciliği yapmak için insanların sizi sevmesi şart değil. Ama siz gazeteciliğin sınırları içerisinde ulaşabildiğiniz tüm kaynaklara ulaşarak bu tür hareketleri bilmek durumundasınız. Benim durumumda, İslâmcılık çalıştığım için bilmek durumundasınız. Benim Fethullahçılık üzerine en yoğun yayın yaptığım dönem, Erdoğan’la aralarının açılmaya başladığı dönemdir. Bunun mîlâdı MİT krizidir. Daha sonra dershâne krizi çıktı ve 17-25 Aralık oldu; nihâyetinde de darbe girişimi oldu. Fakat daha MİT krizinden îtibâren, ben artık bu iki yapının birbirleriyle bir savaş içerisine girdiğini söyledim. “Meydan muhârebesi” olarak tanımlamıştım. Ama her iki taraf da bana elbirliği etmişçesine kızdılar, öfkelendiler. Çünkü henüz kopma noktasında değildiler; bunun kopuşa doğru gittiğini söyleyenleri de sevmiyorlardı. Her iki taraf da bana, “Sen fitne çıkartmaya çalışıyorsun, fesat yapıyorsun” falan dediler. Ama sonra adım adım gördük ki bunlar aslında mecbûren ittifak yapmış ama birbirlerini sevmeyen iki yapı. Ve o savaşı da çok yakından tâkip ettim. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından da mümkün olduğu kadar bu olay ve Fethullahçıların bundan sonraki geleceği üzerine yazıp çizmeye devam ettim.
Burada benim Fethullahçılardan istediğim bir şey yok. İstediğim, şeffaf olmalarıydı. Vatan gazetesinde yayınlanan, Fethullah Gülen’e yazmış olduğum –2005 yılında yanılmıyorsam– bir açık mektupta şunu sormuştum: “Niye şeffaf olmuyorsunuz? Açık olun. Mâdem siz bir hizmet hareketisiniz dediğiniz gibi, açık olun, ulaşabilelim size.” Ama buna hiçbir zaman yanaşmadılar. Çünkü bu hareket ikili bir hareket; bir tarafta, benim zamânında tanımladığım gibi, “sivil” olan bir ayağı var, bir de “sivil olmayan” ayağı var. Ve biz sivil olan ayağıyla –okulları, gazeteleri vs. ile– muhâtap oluyoruz — oluyorduk. Ama esas işleri döndüren, sivil olmayan ayak. Bu ayak, kendi içlerinde “mahrem yapı” dedikleri, devlet içerisindeki o paralel örgütlenme. Fethullah Gülen’in bütün stratejisi, o toplumsal hareketin içerisinden, devleti ele geçirmeye yönelik o kadrolaşmayı yapmak, o kadroları yerleştirmek. Gerektiğinde devletin içerisindeki farklı fraksiyonlarla ittifaklar yapmak. Bir dönem Refah Partisi’ne karşı askere yanaştı, daha sonra askere karşı Erdoğan’a yanaştı, 12 Eylül döneminde ise sola karşı askere destek vermişti, vs.. Buradaki tüm hedefi de aslında devlet içerisinde kendi örgütlenmesini gerçekleştirebilmekti. 15 Temmuz’dan sonra yapılan o büyük tasfiyede binlerce kişi Fethullahçı olduğu gerekçesiyle devletin değişik kademelerinden atıldılar. Bunların büyük bir kısmı zâten belli ki Erdoğan yönetimi tarafından biliniyordu. Ama arada çok sayıda insanın da –yani kurunun yanında çok sayıda yaşın da– yandığını biliyoruz. Bu hareketin şeffaf olmasını istemek tabiî ki çok naif bir şeydi, olmadı. Ama bu hareketi, esas olarak söylediklerini yapmayan, “gerçek gündemi başka” olan bir hareket olarak tanımladığınız zaman, sizi sevmiyorlar, sevmemeye de devam ediyorlar. Fethullah Gülen benim hakkımda –bir yayında da söylemiştim, iddianâmeye geçen elyazısı bir notta benim hakkımda– “Hizmetin en büyük düşmanı” tâbiri kullanmış. Ben onların düşmanı olduğumu düşünmüyorum; ama eleştirel yaklaşmış olmam nedeniyle beni düşman olarak görmelerini de anlıyorum.
İşte burada ikinci soruya geçebiliriz: Fethullahçılar benden ne istiyor? Benden istedikleri tabiî ki onlara bîat etmem ya da onlarla anlaşma yapmam. Çok sayıda yakından tanıdığım kişiyle bu tür anlaşmalar yaptılar, onlara köşe imkânı sundular, onlara birtakım imkânlar verdiler. Kendilerine âit birtakım sözüm ona sivil toplum kuruluşlarında yöneticilikler verdiler –isimlerini kendileri biliyor– ve bir kısmı Türkiye’de hapse girdi, bir kısmı da Türkiye’ye gelmedi, yurt dışında yaşamaya devam ediyorlar. Bu kişileri onore ettiler ve onlara duymak istediklerini söylediler, onları hep el üstünde tuttular. İşte, o Afrika’daki okulları, Asya’daki okulları gezdirdiler, Balkanlar’daki okulları gezdirdiler, en iyi şekilde ağırladılar. Ve onlara köşe yazma imkânı tanıdılar, televizyon programı yapma imkânı tanıdılar ve bunun karşılığında da tabiî ki hak ettiklerini ve belki de hak ettiklerinden fazlasını verdiler. Buradaki temel amaç, bu kişileri kullanmaktı ve maalesef bu kişiler kullanılmalarına izin verdiler. Bilerek yapmadılar diyeyim; ama bu hareketin bu kadar karanlık bir yönünün olduğunu bilemeyecek kadar zekâdan yoksun değillerdi. Öteden beri kafamı hep bu kurcalamıştır; yakından tanıdığım, sevdiğim çok insan buraya kapıldı. Ama nasıl olur da kapılır? Yani burada, “Bu hareket bir şekilde Erdoğan’ı da alt edecek” diye bir hesap mı yapıldı? Ama bu entelektüelliğe, aydınlığa çok sığacak bir şey değil. Çünkü söz konusu olan hareket aslında sivil görünümlü; fakat bir istihbârat teşkîlâtı gibi çalışan bir hareket. Şimdi meselâ, “Bu hareketin başına, Fethullah Gülen ölürse yerine kim geçer?” diye birtakım isimler konuşuluyor. Bu isimlerin hiçbirisini kamuoyu bilmiyor. Normalde sosyal bir hareket olduğunu varsayarsak, öne çıkmış birtakım isimleri bir şekilde bizim kamusal alanda görmüş olmamız lâzım. Ama bu hareketin en güçlü isimleri genellikle kimsenin bilmediği, hareketin içerisindeki az sayıda insanın bildiği kişiler. Böyle ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Bu bir şebeke sonuçta. O şebekenin içerisine kendini kullandırmak, yazık bir durumdu ve bunun da bedelini birçokları çok ağır bir şekilde ödedi maalesef; hapislerde yattılar, bir tür sivil ölüme mahkûm edildiler. Bâzıları da Türkiye’ye dönemez oldu. Böyle bir durum… Beni satın almaya çalıştılar mı? Yani eğer bir şey görselerdi, herhalde bunu denerlerdi. Böyle bir şeye tanık olmadım. Meselâ Londra’da bir toplantıları vardı bunların. Avam Kamarası’nın salonunda mı ne yapıldı: “Fethullah Gülen Sempozyumu”. Ben bunu duyduğumda Vatan gazetesine dedim ki: “Ya, ben buraya gitmesem olmaz. Muhakkak gitmeliyim”. Ama oraya beni çağırmamışlardı. Ben kendim organizasyonu buldum, dedim k: “Ben geliyorum” ve gittim. Orada çok sayıda gazetecinin çağrılmış olduğunu gördüm. Onlar o etkinlik hakkında hemen hemen hiçbir şey yazmadılar. Belki bir iki makale yazmışlardır. Ben ama 3 gün 4 gün boyunca orada yapılan konuşmaları vs. haberleştirdim. Tamâmen gazetenin imkânlarıyla gittim ve tâkip ettim. Öyle gelince de içeri sokmamazlık edemiyorlar — özellikle de İngiltere olduğu için. Türkiye’de bir yerde olsaydı, belki sokmak istemeyebilirlerdi. Yani şöyle bir olay söyleyeyim: Onlar kapıdan kovuyor, ben bacadan giriyordum ve böyle devam etti. Ve benden en azından susmamı istediler, susmamı bekliyorlardı. Çünkü birçok insan sustu. Birçok insan bu hareketin bittiğini düşünüyor. Buradan artık bir şey bir daha çıkmayacağını düşünüyor vs..
Tamam, bunlar olabilir. Bir de konuşuyor gibi yapanlar var. Bunlar her önüne gelene “FETÖ’cü” diyen, her önüne gelene “Kripto FETÖ’cü” diyen, “FETÖ’cülükle mücâdele” üzerinden prim yapan ve pek de bir saygınlıkları olmayan isimler. İsimleri bana saydırtmayın, siz de biliyorsunuz. Yani onların Fethullahçılık üzerine söyledikleri şeylerin hiçbirisi beni heyecanlandırmıyor. Çünkü bozuk bir plak gibi aynı şeyi söylüyorlar, buradan ekmek yiyorlar. Fethullahçılar bu tür insanlardan memnunlar. Çünkü bu tür insanlar kendi tabanlarına ya da etki alanlarına hitap etmiyor. Çünkü bunlar tamâmen düşmanca bir tavırla yaklaşıyorlar ve çok yalapşap bir şekilde giriyorlar. Bu aslında Fethullahçıların hoşuna gidiyor, yani bu tür insanların varlığı hoşlarına gidiyor. Ama benim gibi “FETÖ” falan demeyen, daha serinkanlı bakmaya çalışan ve de Fethullahçılığın etki alanındaki suça bulaşmamış, bu karanlık şebeke yönüyle ilgisi olmayan insanlara seslenmeye çalışanlardan çok nefret ediyorlar, korkuyorlar. Çünkü bunun bir karşılığı var. Ben bunu bizzat yaşıyorum. Benim düzenli olarak sohbet ettiğim, mesajlaştığım, Türkiye içerisinde ya da Türkiye dışarısında eski Fethullahçı insanlar var. Bunlar gerçekten –nasıl söyleyeyim?– kendilerine bir çıkış yolu aramış ve bir şekilde bulmuş insanlar ve işleri hiç de kolay değil. Çünkü bunların büyük bir çoğunluğu, Ebuseleme Gülen’in de dediği gibi Cemaat’in içinde doğmuş. Daha 10 yaşında, 11 yaşında bu yapının içerisine âileleri tarafından verilmiş insanlar. Hayatları boyunca bu yapı içerisinde giden ve bir bîat kültürüyle yetişen insanlar ve birdenbire kendi ayakları üzerinde durmaya karar veriyorlar ve bayağı zorlanıyorlar. Ama çok daha onurlu bir şekilde yaşamaya devam ediyorlar. İşte benim en çok gözettiğim bu tür insanlar — Türkiye içerisinde ve Türkiye dışında. Bu hareketle ilişkisi değişik düzeylerde olan, özellikle tamâmen saf duygularla, dinî hizmet düşüncesiyle bu harekete destek vermiş olan insanlar. Bu çok anlaşılabilir bir şey; çünkü Fethullah Gülen’in kendince bir câzibesi var. Bunu hiç kimse reddedemez. Onun zamânında ağlayarak verdiği vaazlarda ağlayan yüzlerce binlerce insan vardı; İzmir’de, Samanpazarı’nda vs.. Zamânında o videoları izlemişseniz görmüşsünüzdür. Sonuçta bu bir realite ve buraya insanların kapılması çok normal bir şey. İnsanları bu yüzden suçlayamazsınız.
İşte bende ve benim gibi olanlarda en çok kızdıkları husus; bu tür kesimlere ulaşabilmemiz, onların dertleriyle hemdert olabilmemiz, onlara başka bir çıkışın mümkün olduğunu gösterebilmemiz. İşte buna çok bozuluyorlar. Bozuldukları için de ne yapıyorlar? Sizi yaftalamaya çalışıyorlar. Meselâ “iktidar yanlısı” diyorlar. Ne alâkası varsa… iktidar yanlısı… Yani Medyascope’un öyküsünü biliyorsunuz, 9 yıldır nasıl ayakta kalmaya çalıştığımızı biliyorsunuz. “İktidar yanlısı” diyorlar, sonra daha da fazlasını diyorlar; meselâ “MİT’çi” diyorlar, “istihbâratçı” diyorlar. Bunun böyle olmadığını kendileri de çok iyi biliyor; çünkü yakın zamâna kadar, yani darbe girişimine kadar, belki darbeden sonra da MİT içerisinde bayağı örgütlüydüler. MİT’in hangi gazetecileri kullandığını çok iyi biliyorlar. Yani orada kimlerin, hani o tâbirle “çift maaşlı” olduğunu Fethullahçılar kadar iyi bilen kimse yoktu. Böyle bir şey olmadığını biliyorlar; ama sizi her şeyle, olmadığınız her şeyle suçlayarak karalamaya çalışıyorlar. Yani şeye kadar düştüler, bizim Batı’dan aldığımız fonlara kadar düştüler. Yani özellikle son dönemde, darbe girişimi sonrası Amerika Birleşik Devletleri’nde, Kanada’da, Avrupa’da hayatlarını geçiren, oradaki yerel yönetimlerin bir şekilde sâhip çıktığı insanlar, bizim AB’den ya da Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bâzı kurumlardan aldığımız paralar üzerinden bize bir şeyler söylemeye çalışıyorlar. Ne söylemek istediklerini de tam anlamıyorum. Yani “Amerikancı mı?” diyor, “Almancı mı?” diyor. Şimdi bunu diyen başka kesimler var, onları anlıyorum ama. Tam bir çâresizlik içindeler; susmamızı istiyorlar, susmamı istiyorlar. Susmadığımız için de; konuşmaya devam edip sorguladığımız ve buradaki sivil olmayan yanı, buradaki entrikacı yanı gözler önüne serdiğimiz için de çok öfkeleniyorlar. Çünkü onların varlık nedeni bu. Bu hareket, sivil görünümlü ama aslında istihbârat örgütü gibi bir yapı. Bunu söylediğimiz zaman, insanlar bu hareketin sivil ayağına kolay kolay teşne olmayacaklar. Ve bir diğer husus olarak da tabiî ki şu çok önemli: Bunu çaktırmamaya çalışıyorlar ama; bulundukları ülkelerin yönetimlerinin birçoğunda hâlâ bu harekete yönelik birtakım sempatik ya da empatik yaklaşımlar var. Erdoğan’ın otoriter yönetimini haklı bir şekilde beğenmedikleri için, ona karşı olanın onun kadar kötü olmayacağını düşünebiliyorlar. Ama benim gibi konuya bir şekilde hâkim ve sivil, demokrasi yanlısı, özgürlükçü pozisyonlarını da bildikleri isimlerin onlara Fethullahçılığın gerçek yönünü anlatması… işte Fethullahçıları en çok bu korkutuyor. Yani Batı’yla ilişkilerine halel gelmesini istemiyorlar.
Zamânında, darbe girişimi sonrasında hükûmet birtakım isimleri Amerika’ya falan yolladı, orada insanlara Fethullahçılığı anlatsınlar diye. Ama onların anlattığı Fethullahçılığı dinleyen Amerikalı, Avrupalı, Fransız, Alman yetkililerin çok da fazla îtibar ettiğini sanmıyorum. Kendi kişisel deneyimimden biliyorum, değişik vesîlelerle sohbet etme imkânı bulduğum yabancı gazetecilerin ve yabancı diplomatların büyük bir kısmının şaşırdığına tanık oldum. Onlar genellikle bu olayı Fethullahçıların kendisinden ya da Fethullahçı düşmanlarından, yani Fethullahçı düşmanlığından ekmek yiyenlerden dinliyorlar. Ama bu olayın daha detaylı, bütün yönleriyle karşılaştırmalı bir şekilde aktarılınca kafaları bayağı karışıyor. Bu da iyi oluyor. Ben bunların hepsini kendi kişisel inisiyatifimle yaptım, herhangi birinin talebiyle falan değil. Çünkü gazeteci olarak zâten normal şartlarda çok sayıda kişiyle temas hâlinde oluyorsunuz: gazeteci, yabancı gazeteci, yabancı diplomat vs.. Ve bunların çok şaşırdıklarını gördüm. Muhtemelen bu görüşmeleri onlara aktardılar ya da onlar bir şekilde öğrendiler ki, özel olarak buradan ayrıca gıcık kapıyorlar, bunu çok iyi biliyorum. En çok da bu yüzden gıcık kapıyorlar. Ama ben ne olursa olsun Türkiye’ye, Türkiye toplumuna, ama uluslararası topluma da elimden geldiğince… Tabiî ki öyle gücümüz falan yok; ama Fethullahçılıkla ilgili yaptığım yayınların önemli bir kısmının Türkiye’deki yabancı temsilcilikler tarafından çevirtildiğini ya da danışmanlar tarafından oradaki yetkililere aktarıldığını biliyorum. Tabiî ki bunları anlatmaya devam edeceğim. Çünkü bu hareket, sivil yönüyle belli bir değeri olan; ama sivil yönü tamâmen sivil olmayan yön için bir kaldıraç görevi gördüğü için esas olarak gerçekten Türkiye’nin hayrına olmayan bir hareket. Ve bu hareketi bir gazeteci olarak anlatmak boynumun borcu. Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak da bu hareketin ne tür kötülüklere yol açtığını, daha da açabileceğini anlatmak da aynı şekilde boynumun borcu olsun. En güçlü oldukları dönemde korkmadım. Tabiî ki insan endişeleniyor, yapabilecekleri kötülüğün sınırı yok çünkü. Ama artık, ne derler? Atın ölümü arpadan olsun diyelim. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
30.06.2024 “Tertemiz bir Cumhuriyet kadını”: Ayşe Ateş
23.06.2024 Cumhur İttifakı’nın ömrü uzun değil
23.06.2024 Edip Yüksel ile söyleşi: Dindarlar ve CHP
22.06.2024 Fethullah Gülen’in yerini kim alacak?
21.06.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (219): Diamond Tema olayı - Adalar’da minibüs tartışması - Ekonomik kriz sürüyor
20.06.2024 İzleyicilerle bayram sohbeti
18.06.2024 Aydın Sezgin ile söyleşi: İYİ Parti’nin bir geleceği var mı?
17.06.2024 Sinan Ateş davası pek çok şeyi değiştirebilir
17.06.2024 Avrupa’daki seçimler bizi niçin ve nasıl ilgilendiriyor? Aydın Sezgin ile söyleşi
16.06.2024 “AK Parti içindeki gayri memnun kesim” ve “bürokratik vesayet” ile mücadele iddiaları
30.06.2024 “Tertemiz bir Cumhuriyet kadını”: Ayşe Ateş
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
11.02.2016 Hesabên herdu aliyan ên xelet şerê heyî kûrtir dike
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı