Salı günü dört saatlik tartışmalı bir toplantıda değişik eğilimlerden bir grup aydınla bir araya gelen DTP’nin iki üst düzey yöneticisi AKP’nin ve Başbakan Erdoğan’ın kendilerine karşı takındığı tavırdan çok şikayetçiydi. Erdoğan’ın her vesileyle “PKK’yı terör örgütü olarak görmeyenlerle işim olmaz” demesine, örneğin sırf bu gerekçeyle hükümet programı hakkındaki DTP eleştirilerine yanıt vermeye tenezzül bile etmemesine çok içerliyorlar. Halbuki seçim öncesi ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçildiği dönemde iki partinin arası hiç de fena değildi. Aradaki değişimi bir DTP’li şöyle yorumluyor:
Seçimden sonra askerlerle bu kadar kolay bir şekilde yakınlaşabildiklerine göre, ’yoksa seçim öncesi yaşanan tartışmalar, 27 Nisan süreci filan bir tezgah mıydı?’demeden edemiyoruz.”
DTP’lilere göre onlara “PKK terörist bir örgüttür” dedirtmek isteyen siyasi partiler, medya ve TSK’nın amacı “DTP’yi kendilerine benzetmek.” Buna bir türlü anlam veremiyorlar ve “Biz tam da bu halimizle sorunun çözümüne katkıda bulunabiliriz. Biz siz olursak hiçleşiriz. Hiçbir işe yaramayız” diye uyarıyorlar.
İlişki çok açık
DTP’nin, Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan verdiği talimatlarla kurulduğunu ilk kez VATAN’da biz yazmıştık. Öcalan, partinin adından kuruluş ilkelerine, yapılanmasından yönetim şekline (bir erkek, bir kadın iki eşbaşkan) kadar her şeyi belirledi ve dışardaki siyasetçiler de bunları adım adım hayata geçirdiler.
Partinin karar mekanizmalarına gelecek isimlerin, parti organlarında yapılan seçimlerden ziyade bazen İmralı, bazen Kandil, bazen de Avrupa’dan “atandığı” ; seçimler öncesi aday adaylarının parti tabanı ya da yönetiminden ziyade İmralı ve/veya Kandil’den işaret bekledikleri yolunda çok şey yazıldı çizildi.
DTP’lilere bu iddiaları hatırlattığınızda çok kararlı yalanlamalarla karşılaşmıyorsunuz. Galiba PKK tarafından oluşturulmuş bir taban üzerinden politika yaptıkları için, örgütün bu türden müdahalelerine razı olmaları gerektiğini düşünüyorlar.
Sonuçta DTP’nin içinde bulunduğu durum gerçekten hiç iç açıcı değil. Bir yanda “PKK ile yollarını ayır” diye bastıran; hakkında kapatma davası açan; genel başkanını, yöneticilerini, belediye başkanlarını tutuklayan bir sistem ve ona geniş olarak destek veren Türk kamuoyu var. Bunun tam karşısındaysa, partinin varlığını kendisine borçlu olduğuna inanan ve bu nedenle ona her istediğini yaptırabileceğini düşünen bir PKK ve ona destek olan belli bir kamuoyu.
İki arada bir derede
Her iki taraf da “bırak onu, bizimle ol” diye sıkıştırıyor. Halbuki onlar, daha önce de yazdığımız gibi, iki kemikleşmiş güç arasında “kıkırdak” olmak ve çatışmanın dozunu hafifletmek, hatta uzlaşı sağlamak istiyorlar.
DTP’nin PKK ile ilişkisini bir sorun olarak gören, bu çözülmeden DTP’nin siyaset yapma hakkı ve imkanı olmayacağını söyleyenler, ne kadar aksini iddia ederlerse etsinler bu partiyi sistem dışına sürüklüyorlar. Çünkü DTP’lilerin PKK’yı reddetmesi, ona tavır alması diye bir şey asla söz konusu olamaz. DTP’nin PKK ile ilişkisini sorun olmaktan çıkarabilecek tek adım, DTP’lilerin bütün yasal mevzileri terk edip açıkça PKK’nın yanına geçmeleri olur.
PKK’daki ilginç dönüşüm
DTP’nin PKK ile sadece organik bir ilişkisi yok. Bu partinin programıyla Öcalan’ın söylemleri, dolayısıyla PKK’nın perspektifleri birebir örtüşüyor. Örneğin DTP ve PKK’da üç temel önerme öne çıkıyor: “Demokratik cumhuriyet”, “demokratik özerklik” ve “demokratik konfederasyon.”
“Demokratik cumhuriyet” ten, anayasada Kürtlerin de cumhuriyetin “asli unsur” olarak tanınmasını, her türlü kültürel haklarının verilmesini vb. kastediyorlar. “Demokratik özerklik” diyerek, katı merkeziyetçi devlet yapısından yerel yönetimlerin güçlendirildiği adem-i merkeziyetçi bir yapıya geçilmesini talep ediyorlar. “Demokratik konfederasyon” u da, Türkiye, İran, Irak ve Suriye Kürtleri’nin arasındaki ilişkileri düzenleyecek bir yapı olarak tasavvur ediyorlar.
DTP’nin ne istediğini genel kamuoyuna anlatabildiği asla söylenemez. Çünkü çok ciddi bir iletişim stratejisi sorunları var. Zaten Türk kamuoyu PKK’nın terör eylemlerine yoğunlaştığı için bu önerilerle hiç ilgilenmiyor. Kaldı ki Öcalan’ın İmralı’da geliştirdiği ve içleri henüz tam doldurulmamış bu önerilerin PKK’dan nefret eden kesimleri cezbetmesi asla mümkün değil.
Yine de şu önemli gelişmeyi kayda geçirmek şart: PKK ilk ortaya çıktığında, dört ülkedeki Kürtleri bir araya getirecek, sosyalizmle yönetilen bağımsız bir Kürdistan’ı hedefliyordu. Şimdi bağımsızlık yerine Türk ulus devleti içinde özerklik; birleşik Kürdistan yerine değişik ülkelerdeki Kürtlerin konfederal yapılanması; sosyalizm yerineyse demokrasi isteniyor.
Bir DTP yöneticisi, PKK’nın yıllar içinde katettiği bu evrimin, büyük ölçüde yasal siyasi partilerin, yani HEP-DEP-HADEP-DEHAP-DTP’nin başarısı olduğunu vurguluyor ve önlerinin açılması durumunda daha çok şeyi değiştirebileceklerini ileri sürüyor.
Fakat ortada çok ciddi ve aşılması imkansız bir güven sorunu var. Türk kamuoyunda, PKK’nın, buna bağlı olarak da DTP’nin, Türkiye’nin düşmanları tarafından kurdurulmuş, onların çıkarları için çalışan yapılanmalar olduğu fikri, her terör saldırısıyla daha da güçleniyor. DTP’liler işte bu güven eksikliğini kırmak için özellikle son dönemlerde kendilerinin “Türkiyeli” olduğunu, çözümü Washington’da ya da Erbil’de değil de Ankara’da aradıklarını; başlarına ne geliyorsa tam da bu yüzden geldiğini tekrarlıyorlar.
Nitekim söz konusu toplantıda bir DTP yöneticisi aynen şöyle konuştu: “Biz Türkiyeli bir hareketiz. Bizden Türkiye’yi satmamızı bekleyenler yanılır. Asla Türkiye’yi satmayız.”