Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi: 31 Mart kimler niye kazandı, kimler niye kaybetti?

06.04.2024 medyascope.tv

6 Nisan 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Burak Bilgehan Özpek’le seçimi konuşuyoruz. 31 Mart’ta kimler neden kazandı, kimler neden kaybetti? Burak, hoş geldin
Burak Bilgehan Özpek: Hoş bulduk Ruşen Abi.

Ruşen Çakır: Sen bir seçim döneminde ara verdin. Yorum yapmadın, yazı yazmadın, yayınlara çıkmadın. Şimdi seçim bittiğine göre kaldığımız yerden devam edebiliriz. Seçim döneminde yorum yapmadın, ama seçim kampanyasını yakından tâkip ettiğini biliyorum. Anladığım kadarıyla da, senin yaptığın çalışmalarda bu seçim sonucu yaklaşık bir ay öncesinde biliniyordu. Yanılıyor muyum?
Özpek: Doğru.

Ruşen Çakır: Peki o sonucu ilk gördüğünde ne dedin? “Olmaz bu kadar” mı dedin? Yoksa, “Şu, şu nedenlerden dolayı olur tabiî” mi dedin?
Özpek: Bu seçim döneminde bâzı danışmanlık ve araştırma şirketleriyle berâber çalıştım. Aslında kamuoyu önüne çıkmamanın ve yorum yapmamın sebebi de buydu. Çünkü açıkçası, bir şekilde siyâset sektöründen para kazanırken, aynı zamanda kamu entelektüeli olmamam gerektiğini düşündüm. Bu benim etik anlayışımla alâkalı biraz. Doğru söylüyorsunuz, benim çalıştığım kurumlardan bir tânesi bu seçim sonuçlarını bildi ve ben oradaki tartışmalarda muhâlif olan taraftaydım. Yani bu şekilde sonuçlanmayan verileri tekrar kontrol etmemiz gerektiğini düşünen taraftaydım, onu söylemek isterim. Ancak orada çok sağlam durdular, verilerine güvendiler ve kamuoyuyla paylaştılar. Sonunda da haklı çıktılar. Ancak bu îtirâzı tabiî siyâsetbilimci olarak yapmak durumundaydım; çünkü seçimin belirleyicisi, oy verme eğiliminden ziyâde oy vermeme eğilimi oldu ve bunu ölçmek gerçekten çok zor bir şeydir.
2019 seçimlerinde de aslında seçimin kaderini bir anlamda oy vermeyenler belirlemişti. 2023 seçimlerinde de aslında seçmenin sandığa gitme motivasyonu bence çok etkili oldu. Dolayısıyla şu olguyu tartışmadan, bundan sonra seçim analizi ya da sonuç analizi yapmamamız gerekiyor: Acaba taraflar kendi seçmenlerini ne ölçüde sandığa götürmeyi beceriyorlar veyâhut karşı taraftaki seçmeni ne derece sandıktan soğutmayı başarabiliyorlar? Şöyle bir matris düşünelim. Meselâ kendi taraftarını sandığa götürmek, aynı zamanda karşı tarafın taraftarının da sandığa gitmesini berâberinde getirebilir. Kendi taraftarını sandığa götürürken, karşı tarafın destekçilerini sandıktan uzak tutmak ise en optimum strateji olur. Baktığımız zaman bu seçimin sonuçlarını da biraz böyle bir strateji belirledi. Tabiî bunun başka farklı sebepleri var, onları da tartışırız.

Ruşen Çakır: İstersen şöyle devam edelim. Mâlûm, 11 ay önce çok acâyip bir seçim yaşadık ve muhâlefet çok büyük bir yıkım yaşadı. Onun ardından ilk gelen yorumlar, “Çok büyük bir hezîmet, hayal kırıklığı, depolitizasyon ve siyâsete ilgisizlik var. On bir ay sonra yapılacak olan yerel seçime bu muhâlif seçmeni götürmek çok zor olacak” dendi. Hattâ şöyle de dendi biliyorsun — bunu derken, ben de aynı şeyi söyledim, kendimi bundan ayırmıyorum: “Seçime katılım oranı ne kadar düşerse Erdoğan o kadar sevinir” demiştim. Çünkü seçime katılmayacak olanların muhâlefet kanadından olacağını varsayıyorduk. Şimdi senin anlattığından, tam tersi olduğunu görüyoruz. Bir tarafın motivasyonu dipten yukarı çıkıp, daha yeni seçim galibiyeti almış, zafer yaşamış bir tarafın motivasyonu da dibe düşüyor. Bu sâdece enflasyon nedeniyle, sâdece emeklilerle olabilecek bir şey değil ki.
Özpek: Evet, farklı analiz seviyeleri var, ben öyle düşündüm. Meselâ yapısal bir analiz yaptığımız zaman şunu görüyoruz: Türkiye’de siyâseti tartışırken kutuplaşma kavramını mutlaka göz önünde bulundurmamız gerekiyor ve bu kutuplaşma da aslında başkanlık sisteminden çok beslenen bir şey. Yani ya kazanıyorsunuz ya kaybediyorsunuz. Parlamenter sistemdeki gücün farklı partiler arasında dağılımı ve daha sonra Parlamento’da pazarlık yaparak bir şekilde ilerlenmesi gibi bir durum söz konusu değil. Ve bu, hücrelerimize kadar sindi. Toplumun iki kampa ayrıldığı ve bu kamplar arasında geçişkenliğin olmadığı, kampların içerisindeki insanlar arasında farklılaşmanın da olmadığı görüldü. Netîcede eğer muhâlifseniz birbirine benzediğiniz, eğer iktidar destekçisiyseniz yine birbirinize benzediğiniz böyle garip füzyonların oluştuğu ve iki taraf arasında da hayâtın her alanında geçişkenliğin oldukça sınırlı olduğu bir durumdan bahsetmemiz gerekiyor. Bunu göz önünde bulundurmak lâzım.
Bu kutuplaşma meselesinde ne oldu? Önce ona bakalım. Ben, başkanlık sisteminin bu yerel seçimden sonra ciddî anlamda yeniden sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Adalet ve Kalkınma Partisi’nin getirdiği, hem dilediği gibi hükmedeceği hem de seçimleri kazanacağı bir durumun ilânihâye devam edebilmesi için, ciddî anlamda iktisâdî kaynaklarının yeterli olması gerekiyor. Yani iktisâdî kaynakları yeterli olacak ki otoriterleşebilsin. İktisâdî kaynakları yeterli olacak ki milliyetçiliği bir anlamda alevlendirecek dış operasyonlara girebilsin. İktisâdî kaynakları yeterli olacak ki komplo teorilerini çok rahat bir şekilde kamuoyunda dolaştırabilsin. Biz Mayıs seçimlerinden sonra tercih edilen bir rasyonel ekonomi politikası görüyoruz. Bu rasyonel ekonomi politikası hayâtın her alanında bazı tedbirler almayı gerektiriyor ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin otoriterleşmesini sınırlandıran bir hal alıyor. O otoriterleşmesini nasıl sınırlandırıyor? Meselâ geçtiğimiz seçimleri hatırlayalım. Beka söylemi, vatan hâini îlân etme ya da toplumun değerlerine yabancı bir muhâlefet karakteri, hükûmet söyleminin omurgasını oluşturuyordu. Yine komploculuk, Batı düşmanlığı, hamâset, duygusallık, hükûmetin bu otoriterleşme stratejisinin çok önemli enstrümanlarıydı. Ama bu seçimde bunu göremedik. Çünkü bunun iktisâdî sonuçları oluyor. Türkiye’nin, dünyayla çatışmayan, dünyayla boğuşmayan, hamâset yapmayan rasyonel bir dış politikaya, rasyonel bir iç güvenlik politikasına, rasyonel bir ekonomi politikasına ihtiyâcı var ve bu da kaçınılmaz olarak hükûmetin o kutuplaştırma kapasitesini düşürüyor.

Ruşen Çakır: Evet, o söylediğin kutuplaşma meselesi çok önemli ve şöyle bir ön kabul vardı biliyorsun: “ ‘CeHaPe zihniyeti’ Türkiye’de %25’e, bilemedin %30’a mahkûmdur. Ama Türkiye sağcı bir toplumdur. Ağzıyla kuş tutsa bile bunu aşamaz” denirken, ilginç bir şekilde CHP %37’yi bile aştı. Yerel seçim de olsa, bu çok büyük bir oran ve ilk defa Adalet ve Kalkınma Partisi birinci parti çıkamadı. Bu, başlı başına bize CHP’nin kazandığını gösteriyor.
Ama kaybedenler bahsinden bakarsak: AKP’nin kaybettiğini görüyoruz — o biliniyor, buna tekrar değiniriz. Ama meselâ Milliyetçi Hareket Partisi üzerine kimse çok fazla bir şey söylemedi. Senin bildiğin bir hareket ve parti olduğu için sorayım. Birçok yerde AKP adayını desteklediler ve verilen oranın genel seçim oranlarının gerisinde kalması anlaşılır bir şey. Ama açıkçası ben MHP’nin bu seçimden yenik çıktığını düşünüyorum. Katılır mısın?
Özpek: Milliyetçi Hareket Partisi’nin oy oranından ziyâde, hükûmete verdiği bir karakter var. O karakteri doğru oynadığı zaman, Milliyetçi Hareket Partisi bir vesâyet makamına dönüşüyor açıkçası. Siz sürekli olarak millî güvenlikten, terörle mücâdeleden bahsettiğinizde, Kürt meselesinden bahsettiğinizde, Milliyetçi Hareket Partisi kendiliğinden güçleniyor; çünkü o bir onay makamı gibi aslında. Biz son seçimde pek böyle şeyler görmedik. Dolayısıyla Milliyetçi Hareket Partisi’nin oynayacağı bir rol kalmadı.
Meselâ hatırlarsanız, 2019 seçiminde İstanbul’a Mehter Marşı’yla giren bir Devlet Bahçeli klibi vardı ve orada bu terörle mücâdele söylemi, beka söylemi, millî güvenlik söylemi son derece hoyratça kullanılmıştı. O tip durumlarda Devlet Bey’in ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin, bütün bu AKP icraatlarını kutsal, mistik bir devlet yapısı adına onaylama gibi bir iddiası var ve bu da aslında halkın bir kesimi tarafından teveccüh görüyor. Bu seçimde, bahsettiğim sebeplerden dolayı iktidar bloku kendi seçmenini kutuplaştıramadı. O kutuplaştırma söylemlerini de çok fazla serdetmediği için, Milliyetçi Hareket Partisi bir rol oynayamadı bu seçim sürecinde. Yani biz Devlet Bey’i bir iki kere Ankara adayına destek verirken gördük, onun dışında pek bir açıklama yapmadı, miting yapmadı, gündemi değiştirecek bir açıklama yapmadı. Çünkü hakîkaten kutuplaşmanın olmadığı bir durumda, Milliyetçi Hareket Partisi’nin oynayabileceği bir rol yok. Zâten hatırlarsanız, başkanlık sistemini öneren de, getiren de, destekleyen de Devlet Bahçeli’ydi ve o başkanlık sisteminin yarattığı siyâsî kültür tam Devlet Bey için ideal bir siyâsî kültürdür.
Biz, başkanlık sistemi sonucunda ortaya çıkan kutuplaşma ile berâber büyük bir iktisâdî kriz yaşadık ve bu krizi çözmeye çalışıyoruz. Bu krizi çözerken olabildiğince rasyonel davranmamız gerekiyor. Hamâsî davranmamamız, kendi içimizde birbirimizi düşman îlân etmememiz, komplo teorilerini kullanmamamız, Batı’ya komplocu bir şekilde yaklaşmamamız, kavga etmememiz, Ortadoğu politikasını rasyonel bir şekilde devam ettirmemiz gerekiyor. Devlet Bahçeli’nin oynamayı bildiği alanlar değil bunlar. Yani Milliyetçi Hareket Partisi’nin belediyecilik vizyonu nedir? Ekonomi politikası nedir? Dış politika anlayışı nedir? Eğitim politikası nedir? Toplum bunları bilmiyor, ilgilenmiyor da. Ama millî güvenlikten, sert siyâsî söylemlerden bahsettiğiniz zaman, Milliyetçi Hareket Partisi’nin oynayabileceği bir rol ortaya çıkıyor. Bence bu seçimde bu rolü oynamadılar. Dolayısıyla Milliyetçi Hareket Partisi açısından sönük bir yerel seçim dönemi geçtiğini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Aslında geçen seçimin hemen ardından, Tuğrul Türkeş’e, daha ilk andan îtibâren bir “Milliyetçiler Ligi” kurmayı çağrıştıran bir patlama yaşamıştı milliyetçi kanat diyelim. İYİ Partisi, MHP’si, Zafer Partisi. Şimdi hepsi birden kaybetti ve en büyük kaybeden de sanki İYİ Parti oldu. Ben bir yayında espriyle karışık, “İYİ Parti, ‘Seçime hür ve müstakil gireceğim’ iddiasıyla CHP’yi hür ve müstakil kıldı ve başarılı olmasını sağladı” dedim. Ne dersin?
Özpek: Doğru. İYİ Parti meselesi ilginç tabiî. Çünkü İYİ Parti bir sene içerisinde iki seçim kaybetti. Birisini ittifakla kaybetti, birisini hür ve müstakil kaybetti. Dolayısıyla buradaki temel sorun, İYİ Parti’nin ittifaklarla olan ilişkisinden ziyâde, İYİ Parti’nin kendi kurumsal yapısı ve liderliğiyle alâkalı bir sorun. Kitabın ortasından konuşayım: Bugün, Yeniden Refah Partisi diye bir parti var. Siz Yeniden Refah Partisi’ni diğer partilerle kavga ederken gördünüz mü? Sürekli diğer partilere lâf yetiştirirken, diğer partileri yaftalarken tanık oldunuz mu? Olmadınız. Yeniden Refah Partisi güçlü adaylarını çıkarttı, Anadolu’da teşkîlâtlarını çalıştırdı ve bâzı konularda tutarlı politikalar benimsedi. Meselâ Gazze konusunu çok gündemde tutmayı başardı. Sosyal hayâtın içerisinde bâzı problemler var, çok gündemimize gelmiyor, ama insanlar bunu yaşıyor. Meselâ nafaka problemi gibi, meselâ sokak köpekleri problemi gibi, meselâ zorunlu aşı meselesi gibi. Hattâ Fatih Erbakan, drift yapan gençlere belediyelerin ayrı bir drift alanı açacağını söyledi. Bu, bizim dünyamızda var olan bir şey değil, ama beyaz Şahin’i olan ve onu afili bir şekilde süsleyen bir Anadolu genci için drift alanı önemli bir bağlantı. Yani iyi kötü bir program ortaya koydu ve kendi parti kapasitesine göre çok iyi bir oy almayı başardı.
Ama biz İYİ Parti’yi son bir senedir, özellikle 3 Mart’ta yaptığı o yüksek çıkıştan sonra Altılı Masa’ya oturmasıyla berâber, sürekli olarak bir hezeyan hâlinde görüyoruz. Çok tutarsız bir söylem içerisinde. Parti kurumsallığı, bizzat parti tarafından ilga edilmiş. Çünkü özellikle milletvekili listelerinin yanlış kurgulanması, parti içerisinde belediyelerle kurulan ciddî anlamda yanlış bağımlılık mekanizmaları, partinin karar alma süreçlerini felç ediyor.
Hatırlarsanız, sizinle İYİ Parti kongresinden hemen sonra bir yayın https://medyascope.tv/2023/06/25/rusen-cakir-ve-burak-bilgehan-ozpek-degerlendirdi-yeni-donemde-iyi-parti/ yapmıştık.  Daha üzerinden bir sene geçmiş geçmemişti, hattâ ben yazlıktaydım. O yayında da söylemiştim. İYİ Parti’nin hür ve müstakil olabilmesi çok zor, çok mâliyet ödemesi gerekiyor. Çünkü milletvekili listelerinde yer alan insanların büyük çoğunluğu meselâ Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne çok yakın isimler. Yine partinin karar alma mekanizmalarında olan insanların yakın akrabaları Büyükşehir Belediyesi şirketlerinde çalışıyor. Normalde siyâsî partilerin belediyelerle ilişkide olması çok garip bir durum değil. Demokrasilerde siyâsî partiler yönetir belediyeleri. Ama burada çok farklı bir durum var: Belediyenin siyâsî partiyi yönetmesi gibi bir durum ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla İYİ Parti, o parti üyelerinin, iktisâdî bağımlılıklarını siyâset yapma alanına taşımalarından çok muzdarip oldu. Bence 6 Mart’ta Meral Hanım’ın Altılı Masa’ya oturma sebebi buydu. Daha sonraki dönemde, 100 gün boyunca susmasının sebebi de buydu. Orada İYİ Parti’deki ideolojik çatışmalarla ilgili çok yanlış analizler de yapıldı. Açık konuşmak gerekirse, bence İYİ Parti’de ideolojik çatışma filan yok. Ama bir çıkar çatışması var. O çıkar çatışması partiyi çok istikrarsızlaştırdı. Biz aylarca partiden istifâ eden insanları konuştuk. Partinin içerisinde birtakım yolsuzluklar, usûlsüzlükler oldu ve bunu bizzat parti yönetimi kamuoyu önünde tartıştı hatırlarsanız.
Yani biz bir noktada Meral Hanım’ın ihânete uğradığını biliyoruz, ama meselenin iç yüzünü bilmiyoruz. İhânet etmekle suçlanan insanlar televizyona çıkıp birtakım dedikodular anlattılar. Kitlesel istifâlar oldu. Yani tutarlı bir söyleme sâhip olan, kadrolarıyla toplumu kendisine çekmeyi başaran bir partiden ziyâde, sürekli yolsuzlukların konuşulduğu, sürekli çıkar çatışmalarının yaşandığı ve bunların üstünü kapatmak için de “hür ve müstakil” söylemine sığınan ve muhâlefet partileriyle lâf dalaşına giren bir parti ortaya çıktı. Bu partinin zâten bu kutuplaşma konteksti içerisinde kazanması çok zordu. Aslında İYİ Parti için çok gümrah bir alan olduğu ortaya çıktı. Meselâ yaklaşık 7 milyon sağ seçmen oy vermeye gitmedi ve İYİ Parti bu insanların oyunu alamadı. Aslında hür ve müstakil bir partinin bunları alması gerekiyordu. Ama hem kendi oyunun bir kısmını CHP’ye kaptırdı, hem de AKP’den kaçan oyları almakta yetersiz kaldı.
Şimdi böyle olunca, İYİ Parti’nin ciddî anlamda bir kurumsal sıkıntısı olduğunu söylemek zorundayız. Yani ortada ittifakla da kaybeden, müstakil olarak da kaybeden bir parti varsa, aslında oradaki sıkıntı ittifak sisteminde değil, partinin kendisinde veyâhut liderin kendisinde aranmalı.

Ruşen Çakır: Açıkçası, Meral Akşener’in liderliğini sürdürebilmesi bana çok zor gibi geliyor. Bir de senin demin bahsettiğin Mansur Yavaş-İYİ Parti ilişkisinin önümüzdeki dönemde daha fazla öne çıkma ihtimâli de var. Ama şöyle bir husus var: Meclis’te bir grup var ve bu gruptan kopanlardan başka partilere geçen ya da bağımsız kalan mutlaka olacaktır. Ama bir de son seçimde aldığı oy nedeniyle Hazîne yardımı alıyor. Yani o Hazîne yardımı olmasa… Meselâ Memleket Partisi genel merkez binâsını, il binâlarını kapatacak, ofislere geçecek. “Çalışanlara kıdem tazmînâtı verilecek” diye bilgi geçiyor. Memleket Partisi’nde bâriz bir küçülme var. Ama burada, tâbir-i câizse bir rant var; en azından Hazîne yardımı var.  Dolayısıyla parti varlığını sürdürecek. Ama şimdi yeni bir süreç yaşayacağız. Parti içinde, kıran kırana, “Kim kazanacak, kim ele geçirecek?” yarışı yaşayacağız ve muhtemelen kaybedenler de ayrılacak. Tabiî burada hiçbir siyâsî tartışma, vizyon falan olmayacak. Tamâmen kişiler, güçler tartışılacak gibi geliyor. Ne dersin?
Özpek: Evet, bunu şu anda tartışıyorlar; ama biz hem geçen sene “Adını Koyalım” programında konuşmuştuk, hem de daha sonra yine sizinle yaptığımız programda da söyledim, yazdım da bunları. Tabiî o zaman çok gerçekçi gelmiyordu insanlara bu; ama yaşadıkça anladılar. İYİ Parti’nin içerisinde Mansur Yavaş’la ve Ankara Büyükşehir Belediyesi’yle kurulmuş bir bağımlılık ilişkisi var. Bu bağımlılık ilişkisi İYİ Parti’yi felç etti bence ve çok tutarsız kıldı. Çünkü netîcede Mansur Bey’in yakasında Cumhuriyet Halk Partisi rozeti var ve Mansur Bey, özellikle Altılı Masa sürecinde Kemal Bey’le çok uyumlu çalışan bir siyâsetçi oldu. Bence Cumhuriyet Halk Partisi İYİ Parti’yle ilişki kurarken, Meral Hanım’ı muhâtap almak yerine, doğru muhâtabın Mansur Bey olduğunu çok önceden keşfetti. Mansur Bey’in tek tâlîmatla İYİ Parti’deki taşları oynatabildiğini biz son birkaç ayda gördük. Neredeyse partinin yarısı istifâ etti. Ankara’daki oy oranlarından da görüyoruz bunu. O yüzden, İYİ Parti gerçekten Meral Akşener’in yönettiği bir parti miydi, yoksa Mansur Yavaş’ın kontrol ettiği ve Akşener’in karar mekanizmalarına etki eden bir parti miydi? Bunu sormak gerekiyor. Bu, yeni ortaya çıkmış bir fenomen değil. Bence, uzun süredir o bağımlılık ilişkisi İYİ Parti’yi esir almıştı ve İYİ Parti’de Ankara Büyükşehir Belediyesi’yle bağımlılık ilişkisi iç içerisinde olan isimler hakîkaten Meral Hanım’ın politika yapma alanını daralttı. Yani hep, “Merkez sağcılar Cumhuriyet Halk Partisi ile ittifaktan yana, ülkücüler bu ittifaktan yana değil” diye konuştuk; ama hayır, alâkası yok. Mansur Bey ciddî anlamda milliyetçi ve ülkücü isimlerle çalıştı ve bu isimler Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin bir şekilde elde kalmasını istediler. Bunun yolu da Mansur Bey’in Cumhuriyet Halk Partisi üyesi olmasıydı. Dolayısıyla öyle zannedildiği gibi İYİ Partili siyâsetçilerin idealist bir şekilde ittifâkı savunmaları veyâhut ittifâkın dışına çıkmayı istemeleri gibi bir durum yok.
Bundan sonraki döneme gelirsek: Tabiî Mansur Bey’in pozisyonu değişti, 2028 senaryoları konuşulmaya başlanıyor ve Cumhuriyet Halk Partisi çok güçlendi. Muhâlefet artık belediyelere sâhip ve daha fazla kaynağa sâhip demek bu. Mansur Bey de çok yüksek bir oy oranıyla seçildiği için, 2028’deki olası başkan adaylarından bir tânesi. O yüzden Cumhuriyet Halk Partisi içerisine sonradan gelmiş birisi olarak, muhâlefetin içinde kendisini destekleyecek ya da kendisinin bir şekilde kontrol edebildiği, kendi haklarını koruyabilecek, kendi siyâsetini Meclis’te ve kamuoyunda temsil edebilecek bir partiye ihtiyaç duyabilir. Bu yüzden, İYİ Parti’yi yine bu şekilde kontrol etmeye devam etmek, Mansur Bey için kendi başkanlık stratejisinin önemli bir ayağı bana sorarsanız. Bu önümüzdeki kongrede Mansur Yavaş’ın desteklediği bir adayın mutlaka olacağını düşünüyorum. Bu adayın da Meral Akşener’in karşısında daha şanslı olduğunu düşünüyorum açıkçası. Eğer karşısına, üst üste iki seçim kaybetmiş, her şeyden önce toplumsal desteğini kaybetmiş bir Meral Akşener çıkarsa, ne iktidar tarafında ne muhâlefet tarafında artık çok fazla kulak kabartılmayan, çok fazla dinlenmeyen, îtibar görmeyen Meral Akşener’in, Mansur Yavaş’ın adayı karşısında biraz zayıf kalacağı kanaatindeyim ben. Dolayısıyla Mansur Bey’in adayının orada şansı biraz daha fazla olur. Eğer ki toplumsal desteği yüksek, îtibârı daha fazla ve parti tabanında da daha fazla desteklenen, partiye bir gelecek vaat eden bir aday çıkmazsa.

Ruşen Çakır: “Küçük partiler” diyeceğim, ama artık küçük demek bile yetmeyebilir. Geçen gün Ahmet Davutoğlu’nun seçim değerlendirmesini okudum; bayağı uzun bir konuşma yapmış, onun metnini okudum. Hâlâ CHP’ye “Jakobenlik yapmayın” gibi öğütler var. Kendi yenilgisini de kabul ediyor; ama esas olarak, olayı hâlâ Türkiye’de sağın kendi içerisinde halledebileceği bir mesele olarak görüyor. O metinde, Erdoğan’a Ekrem İmamoğlu’ndan daha yakın olduğunu bir şekilde gösteriyor. Ama şöyle de bir şey var: Bu seçimde Gelecek ve DEVA partileri yoktu. Saadet Partisi belli ölçülerde oldu, ama Yeniden Refah’la kıyaslandığı zaman Saadet Partisi de aslında yoktu. Biraz önce Memleket Partisi’nden bahsettim. Muharrem İnce CHP ile ittifak için Karşıyaka Belediyesi’ni isteyip alamayınca, Memleket Partisi de yok oldu. Bir şekilde ittifâka dâhil olsaydı, “Seçimin kazanılmasında bizim de katkımız oldu” diyebilecekti. Şimdi artık yok olmaya yüz tuttu. Bu seçimin böyle bir özelliği var. Birtakım partilerin son kayıpları gibi bir hava var sanki. Artık bundan sonra bâzı partiler seçim görür mü çok emin değilim.
Özpek: Bence bu seçim, 2023 Mayıs seçimlerinin mütemmim cüzü oldu, bazı paradigmaların çökmesi açısından. Meselâ Davutoğlu’nun, Babacan’ın ve onların etrâfındaki entelektüellerin argümanı, sekülerlerin seçim kazanamayacağı ve kendilerinin destekleriyle ancak %50’yi geçebilecekleri yönündeydi. Yani: “Bizim oy oranımız çok önemli değil; ama siz, biz olmadan zâten seçimi kazanamıyorsunuz. Biz Altılı Masa’ya gelerek size şeref verdik. Siz de bize iktidardan payımızı vereceksiniz, veto hakkımızı alacağız, bakanlıklarımızı alacağız, listelerimizden milletvekilliklerimizi alacağız ve bizim lütfumuz sâyesinde, %1-2-3 gibi bir oy katkımız sâyesinde bu seçimi kazanacaksınız.” Ama Mayıs seçimlerinde bu paradigma çöktü. Mayıs seçimlerinin kazananı muhâlefet olsaydı, biz uzun yıllar boyunca Davutoğlu ve onun temsil ettiği paradigmanın –biraz “Post-Kemalist Paradigma” diyorlar buna– entelektüel dünyayı domine edişini izleyecektik. Çünkü Kemal Bey, merkezde bir siyâset kurmak yerine, bütün bu kimlik gruplarıyla ayrı ayrı sözleşme yaparak ilerlemeyi tercih etti. Bu, aslında Davutoğlu’nun, Babacan’ın çok hoşuna giden bir şeydi. Çünkü onlar toplumu çok kimlikçi perspektiften okuyorlar.
Bu siyâsetbilimciler bildirisini yayınladıktan sonra, Ahmet Hoca beni yemeğe dâvet etti, sağ olsun. Aramızda bir görüşme gerçekleşti. Bana, kendisinin Türkiye’deki muhâfazakârların temsilcisi olduğunu, Akşener’in milliyetçilerin temsilcisi olduğunu, Kılıçdaroğlu’nun da sekülerlerin temsilcisi olduğunu söyledi. Dolayısıyla, Altılı Masa’da bulunma sebeplerinin oy oranından ziyâde, toplumsal huzurla alâkalı bir durum olduğundan bahsetti. Ben de kendisine o zaman şunu sormuştum: “Size muhâfazakârların temsilcisi olduğunuz sıfatını kim bahşetti? Oy alamıyorsanız, aslında değilsinizdir.” Fakat Ahmet Hoca’nın dünyasında hakîkaten böyle toplum kesimleri var. Bunlar hayâlî kesimler. Yani kendilerine atfettikleri sıfatlar. Aynen Lübnan modeli gibi, farklı kimlik grupları gücü paylaşmadığı takdirde bir iç savaş çıkacağını düşünüyorlar. Dolayısıyla mutlaka bir muhâlefet hareketi olacaksa, farklı kimlik gruplarına eşit söz hakkı vererek ilerlemesi gerektiğini iddia ediyorlar. Bu proje Mayıs’ta çöktü. Seçim kazanılmadı. Mayıs’ta çöken proje şu anda tamamlandı. Çünkü bu partiler olmadan da Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçmenle temas kurduğu ortaya çıktı.
Çok benzer bir şey aslında Kürt hareketiyle de alâkalı söylenebilir. “Kürt hareketinin destek vermediği seçim kazanılmaz. Seçim kazanmak isteyen, Kürt hareketinin desteğini almak zorundadır” denilen entelektüel bir ezber vardı. Mayıs’ta bu oldu. Çok yüksek ölçüde bir Kürt hareketi desteği geldi, fakat seçim kazanılamadı. Bu seçimde kendi ayrı adayını çıkartmasına rağmen muhâlifler seçimi kazandı. Şimdi, kimlik üzerinden siyâset yapan bu paradigma, aslında Mayıs ve Mart seçimlerinde çöktü bana sorarsanız. Toplumla doğrudan temas eden, yani muhâfazakârlarla konuşmak için Davutoğlu’nu masaya oturtmak zorunda olmayan, muhâfazakarlara konuşmak için ekonomiyi Babacan’a devretmek zorunda kalmayan, yani kendisini öcü gibi ilk önce kendisi görmeyen, kendisini Davutoğlu’nun gözüyle ya da Yıldıray Oğur’un gözüyle görmekten vazgeçen bir muhâlefet, muhâfazakârlarla ilişki kurabiliyor, Kürtlerle de ilişki kurabiliyor. O yüzden Davutoğlu’nun temsil ettiği paradigmanın çöktüğü kanaatindeyim.

Ruşen Çakır: Yeri gelmişken DEM Parti hakkında ne düşündüğünü de soracağım. İstanbul, Adana, İzmir’de CHP’nin kazanmasını engelleyebilecek bir performans gösteremedi. Özellikle en çok İstanbul’a bakılıyordu. İstanbul’da belli ki DEM Parti seçmeninin ezici bir çoğunluğu Ekrem İmamoğlu’na oy vermiş. Bu da, o seçmenin, aracı olmadan CHP’ye yönelebileceğini bir şekilde gösterdi galiba.
Bölgeye baktığımız zaman, 5 yıl önceye kıyasla DEM Parti’nin bölgedeki performansı bayağı başarılı. Bir düşüş bekleniyordu, ama pek de bir düşüş olmadı. Diyarbakır, Batman, Van… Şırnak ve bir iki yerde daha tartışmalar var biliyorsun. Bir de Bitlis’te kaybetti.
Özpek: Söyleyeceğim iki nokta var: Birincisi, bence muhâlefet bu kutuplaşma oyununu oynamayı aşama aşama öğrendi. Biraz önce Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bu kutuplaşma oyununu oynayamadığını, çünkü iktisâdî olarak bâzı tedbirler aldığını ve bunu yürütmesi gerektiğini söyledim. Dolayısıyla kendi seçmenini çok fazla seferber edemedi. Ancak, muhâlefetin ciddî anlamda bu kutuplaşma işini benimsediğini, sevdiğini ve bu oyunu iyi oynadığını düşünüyorum. Farklı parti tabanlarını ortak bir söylemde, ortak bir duyguda bir araya getirmeyi başardıklarını iddia edebilirim. Burada çok kuvvetli bir medya kurmalarının etkisi oldu. Bugün “muhâlefet medyası” diye bir olgu var ve bu muhâlefet medyası hakîkaten insanları ortak bir ideolojide buluşturuyor. Bu “anti-Erdoğancı” söylemi, çok başarılı bir şekilde insanları travmatize de ederek, insanları öfkelendirerek, muhâlefetin genel ideolojisi hâline getirmeyi başardı. Büyük şehirlerde yaşayan Kürtler de, milliyetçiler de bu dalganın etkisi altına girdi.  Kemalistler zâten bu işin merkezinde. Sosyal-demokratlar zâten hükûmete karşı tepkili. Yani kentli, büyükşehirlerde yaşayan orta sınıf insanlar, zaten biraz sınıfsal olarak Adalet ve Kalkınma Partisi meselesine tepkili. Dolayısıyla bunların hepsini bir araya getiren bir “anti-Erdoğancı” söylem ve öfke var. Hükûmet kutuplaşmadan vazgeçse bile, o kutuplaştıran medya söylemi muhâlefette çok etkili bir şekilde kullanılıyor. Bunun da sebebi yine aslında Adalet ve Kalkınma Partisi. Ticârî medyayı ortadan muhâlefet kaldırmadı, Adalet ve Kalkınma Partisi kaldırdı.
Bundan yedi sekiz sene önce, Doğan Holding’in işlettiği bir CNN Türk, Kanal D televizyonu vardı, Hürriyet diye bir gazete vardı. Bu gazete ve bu televizyon sâyesinde muhâlefet seçmeni de, iktidar seçmeni de ana akıma eşit oranda güveniyordu ve muhâlefete de iktidâra da bilgi geçilebilen bir medya vardı Türkiye’de. Bu medyayı ortadan kaldırdıktan sonra, yani Kanal D’yi CNN Türk’ü ve Hürriyet gazetesini Demirören’e verip yandaş medya hâline getirdikten sonra, mahalleler bir anda kendi içine kapandı ve iki farklı gerçeklik ortaya çıkmaya başladı. Meselâ siz NTV’deydiniz, ana akım medyanın merkezindeydiniz. Size tahammül edemediler. CNN Türk’e tahammül edemediler. Peki, bu tahammülsüzlüğün sonucu ne oldu? Sizin, bu ticârî medyadan, ana akım medyadan çıkıp, alternatif medyada, belirli kesimler üzerinde çok daha etkili olan, hükûmetin çok daha canını sıkan bir platform kurmanızla sonuçlandı. Aslında daha akıllı bir hükûmet, ana akımı ayakta tutup, alternatif medya kurma ihtimâli olan gazetecileri ana akımda tutar ve onların eleştirilerine göğüs germeye çalışırdı.

Ruşen Çakır: Şimdi seni dinlerken aklıma geldi. Hani Türk filmlerinde yoksul ama gururlu, hep koltuğun arkasında duran bir genç adam vardır ya, bizi de o şekilde dışladılar. Ama şu anda NTV'de, CNN Türk’te Hürriyet gazetesinde kalan insanların gerçekten hiçbir etkisi yok.
Burak, yavaş yavaş toparlayalım artık. Sen de sâhalara döndüğüne göre daha yayınlar yapacağız. Medyascope’a yazı yazacaksın, onun da sözünü alayım.
Özpek: Tamam Ruşen Abi. 

Ruşen Çakır: Son olarak şunu sorayım. CHP çok büyük bir fırsat yakaladı. Özgür Özel çok güzel bir şey söyledi: “Biz tüketici kredisi değil yatırım kredisi aldık” dedi. Yani bu krediyi tüketmeyeceklerini, bunu yatırımla daha da büyüteceklerini söylüyor. Bunu yapabilir mi CHP?
Özpek: Yapabilir, ama önlerinde çok zorluklar var. Bu 5 senelik süre içinde, Cumhuriyet Halk Partili belediyelerin üzerinde çok ciddî bir hükûmet baskısı olmadı bence. Yani onların hizmetlerini felç edebilecek bir hükûmet baskısı olmadı. Bu baskıyı daha çok Ekrem Bey göğüsledi bence. Rejim, Ekrem İmamoğlu’ndan ciddî anlamda bir tehdit algıladı ve onun üzerine oynadı. Ekrem Bey’in tâtile gitmesi mesele oldu, Ekrem Bey’in balık yemesi mesele oldu, İstanbul’da yağmur yağdığı zaman hükûmet medyası büyük bir sevinç içerisinde sokaklara çıktı, birisine bir şey olur da haber yaparız diye. Onu göğüsleyen İstanbul Büyükşehir Belediyesi oldu, ama diğer belediyeler işlerini yürüttüler.
Şimdi durum biraz değişti. Bence, hükûmet artık bu belediye kaynaklarının siyâsetin finansmanı için kullanılmasına bir tepki verecek. Ben bir Ankara seçmeni olarak bunu söyleyebilirim. Meselâ son yerel seçimde, ben dışarıdan gelen biri olsaydım, kimin iktidarda kimin muhâlefette olduğunu hakîkaten anlayamazdım. Mansur Yavaş mı iktidar partisinin adayıydı yoksa Turgut Altınok mu, belli değildi. Çünkü çok şâşaalı bir kampanya süreci geçirildi Ankara’da. Yani belediye kaynaklarının siyâsetin finansmanı için kullanıldığı bir durum var ortada. Başka türlüsü mümkün değil çünkü. Cumhuriyet Halk Partisi’ne tahsis edilen Hazîne yardımının bunu karşılaması mümkün değil. Bunu açık açık konuşmak gerekiyor. Bundan sonraki dönem o kadar kolay olmayacak. Hükûmet, belediyelerin Cumhuriyet Halk Partisi siyâseti için seferber edilmesi durumuna çok sert tepki verecektir. Meselâ Çalışma Bakanı, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin SGK primi ödemeyen en borçlu belediye olduğunu açıkladı. Şimdi bunları tahsil etmek için bu belediyelerin kapısına gidecekler ve bâzı hizmetlerde aksamalar olacak. O yüzden Cumhuriyet Halk Partisi belediyelerinin işi, hakîkaten geçen döneme göre daha zor. Orada Ekrem Bey birçok bâdireyi göğüslemişti; paratoner gibi şimşekleri üstüne çekmişti. Ama şu anda daha büyük, Türkiye’ye yayılan bir başarı var; herkesin gözü üstlerinde olacak. İyi çalışmaları lâzım. O yatırımı iyi değerlendirmek istiyorlarsa daha tasarruflu gidecekler. Kamu kaynaklarını daha bilinçli harcayacaklar.
Kürt meselesiyle ilgili soruya da cevap verirken şunu düşünüyordum: YÖK’ün “Yükseköğretim Program Atlası” diye bir sayfası var. Bu sayfaya girdiğiniz zaman, hangi lise mezunlarının hangi şehirde üniversite tercih ettiğini görüyorsunuz. Meselâ Diyarbakır’daki liselerde okuyan çocuklar genelde Cumhuriyet Halk Partili belediyelerin yönettiği illeri tercih ediyorlar. Sivas, Konya, Kayseri’de değil, Muğla’da, Aydın’da, Çanakkale’de, İstanbul'da, Ankara’da üniversite okumak istiyorlar. Şimdi Cumhuriyet Halk Partisi, sâdece belediyecilik hizmetleri değil, aynı zamanda, kendi özünden kaynaklanan, gençlerin, kadınların, daha özgür, daha güvende olduğu şehirler de yaratabilirse, bu yatırım kredisini hakîkaten büyük bir kâra çevirebilir.

Ruşen Çakır: Burak, çok teşekkürler. Bugün, yeniden geri dönüşünün açılışını yapmış olduk. Bundan sonra Medyascope’ta daha sık görüşeceğiz seninle. Burak Bilgehan Özpek’le “31 Mart’ta kimler neden kazandı, kimler neden kaybetti?” konusunu konuştuk. Kendisine çok teşekkür ederiz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
28.04.2024 Akşener’den sonra İYİ Parti: Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak
23.04.2024 Rıfat Bali ile söyleşi: Musa’nın evlâdı Cumhuriyet’in yurttaşı
22.04.2024 Murat Somer ile söyleşi: CHP mi kazandı, AKP mi kaybetti?
21.04.2024 Erdoğan özeleştiri yapabilir veya yakın çevresinden, “Kral çıplak“ diyecek birileri çıkabilir mi?
19.04.2024 Haftaya Bakış (210): Istakozdan Rolex’e – Beklenen Erdoğan ve Özel görüşmesi
17.04.2024 Murat Ağırel ile söyleşi: Türkiye nasıl kara para aklama cenneti haline geldi?
14.04.2024 Kim Erdoğan ile müttefik olmak ister?
12.04.2024 AK Parti “yok hükmünde”, çünkü…
11.04.2024 Ateş İlyas Başsoy ile söyleşi – 31 Mart değerlendirmesi: Köftecilerin gazabı
10.04.2024 Ali Yaycıoğlu ile söyleşi: Erdoğan yorgunu Türkiye’de açılan kapı ve riskler
28.04.2024 Akşener’den sonra İYİ Parti: Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
11.02.2016 Hesabên herdu aliyan ên xelet şerê heyî kûrtir dike
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı