KİTAP YAZILARI (1)
20 yıldır ödenmeyen ve ödeneceğe de benzemeyen namus borcu
Savcı Zekeriya Öz’ün kaleme aldığı ilk Ergenekon İddianamesi’ni birçokları gibi heyecanla okumaya başlamış, ama yine birçokları gibi büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Onun elindeki bir yığın imkana rağmen bize anlatamadığı (veya belki de anlatmadığı) “derin devlet” olgusunu samimi olarak merak edenlere Güldal Mumcu’nun, eşi Uğur Mumcu’nun suikaste kurban gitmesinden yaklaşık 20 yıl sonra yayınlanan “İçimden Geçen Zaman” kitabını (um:ag Yayınları) tavsiye ederim.
Kitap 24 Ocak 1993 Pazar günü saat 10.30’da, yani Uğur Mumcu’nun arabasının patlayıcıyla havaya uçması sonucu hayatını kaybetmesiyle başlıyor ve 2006 yılında sona eriyor. Yaklaşık 190 sayfa boyunca, devletin aydınlatılmasını bir “namus borcu” olarak tanımladığı bir suikastin nasıl elbirliğiyle üstünün örtüldüğüne tanıklık ediyoruz.
Güldal Mumcu, sadece devleti eleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda böylesine tarihi ve dramatik bir olay karşısında ne yapacağını şaşıranları, işgüzarlıkta yarışanları; ayrıca durumdan vazife çıkarmaya veya suikasti istismar etmeye çalışanları da alabildiğine samimi ve doğal bir dille anlatıyor.
Ama bu bir “şikayet” kitabı değil. Çünkü hem Uğur Mumcu’nun anısı, hem de geride bıraktığı ailesi, sevenleri, dostları sayesinde ayakta duruyorlar ki yazar onlara yönelik sevgi ve minnet duygusunu ifade etmekte hiç de cimri davranmıyor.
Gazeteciliğin bir numarası
Kitaba dönmeden önce Uğur Mumcu’nun hayatımdaki yerine kısaca değinmek isterim. 23 yaşında gazeteciliği seçtiğimde kesinlikle Uğur Mumcu’nun etkisi çok büyüktü. O zamana kadar yazmış olduğu tüm kitapları okumuş, köşe yazılarının hemen hemen hiç kaçırmamıştım. Siyasi olarak hem yakın, hem uzaktık: O Kemalist bir solcuydu, bense solculuğumdaki her türlü Kemalist etkilenmeyi ayıklamaya çalışıyordum. Bununla birlikte Mumcu’yu ülkemiz gazeteciliğinde başlıbaşına bir ekol olarak görüyor ve “bir numara” olduğunu düşünüyordum. Onca yıl sonra bugünden baktığımda da, hayatımda gördüğüm, okuduğum, az da olsa tanıştığım ülkemiz gazetecileri arasında hiç düşünmeden onu birinci sıraya yerleştiririm. Kitapları arasındaysa benim için en değerlisi “Rabıta”dır.
Öldürüldüğünde New York’taydım. Çok üzülmüştüm. O tarihlerde internet çok gelişmediği için gelişmelerden çok az haberdar olabiliyorduk. Cenazesinin bir laiklik gösterisine dönüştürülmesine canım sıkılmıştı. Ortada çok fazla bir bilgi olmamasına rağmen Mumcu’nun muhtemelen İran rejiminin desteklediği radikal İslamcılar tarafından öldürüldüğü yolundaki tahminlerin aldatıcı olduğunu, cinayetin arkasındaki güçlerin böyle bir imajın ortaya çıkmasını özellikle istemiş olabileceğini düşünüyordum.
Yıllar sonra mahkeme suikastin ardında Oğuz Demir, Necdet Yüksel ve Ferhan Özmen’in bulunduğuna hükmetti ve firari olan Demir’in dışındaki iki sanık müebbet hapse mahkum oldu. Ama kitaptaki anlatımdan Mumcu ailesinin de bu karardan tam olarak tatmin olmadığını anlıyoruz. Zaten mahkeme kararına rağmen Uğur Mumcu suikastinin aydınlatılmış olduğunu düşünen herhangi bir TC vatandaşı (ki kararı veren yargıçlar da muhtemelen aynı durumdadır) bulunduğunu sanmıyorum. Bundan sonra aydınlanabilir mi? Maalesef, hiçbir umudum yok. Belki bu kitap yeniden bazı şeyleri düşünmemize neden olabilir.
Son olarak, Uğur Mumcu cinayetinin aydınlatılamamasında devletin yanısıra biz gazetecilerin de günahının çok büyük olduğunu vurgulayarak sözü Güldal Mumcu’ya ve onun kitaptaki son cümlelerine bırakmak istiyorum:
“Yıllar boyunca bütün bu olayları yaşarken üstümden akan zamanla, içimden geçen zaman bir değildi. Biri yaşamam gereken hayatı bana sunarken, diğeri sonsuzluğun içindeki beni bana gösterdi.”
Yarın: Mete Çubukçu’nun “Yıkılsın Bu Düzen: Arap Ayaklanmaları ve Sonrası” kitabı.