Güldal Mumcu’nun, eşi gazeteci Uğur Mumcu’nun öldürülmesini yeniden gündeme taşıyan, “İçimden Geçen Zaman” adlı kitabını duymuş, edinmiş ve belki de çoktan okumuşsunuzdur. Kitap hakkında çok yazıldı, çizildi, ben de yaklaşık 10 gün önce “20 yıldır ödenmeyen ve ödeneceğe de benzemeyen namus borcu” başlığıyla bir değerlendirme kaleme aldım. Ancak kitap ve dolayısıyla Güldal Mumcu’nun yazıp söylediklerinden hareketle yapılan bazı yorumlar üzerine bu olağanüstü hayati konuyu yeniden ele almak ve iki soru sormak istedim.
İlk sorumu, “Mumcu suikasti yeniden araştırılsın” çağrısını yüksek sesle yapanlara yöneltmek istiyorum. Önce bu dosyanın yeniden açılması önerisini sonuna kadar desteklediğimi belirtip sonra sorumu soracağım: Neden, Ergenekon savcılarının Mumcu suikastini (ve tabii onunkine benzer suikastleri) soruşturma zahmetine girmemiş olmalarını da sorgulamıyorsunuz?
Türkiye’nin “derin devleti” ile yüzleşmesi için muazzam bir fırsat olan Ergenekon Davası, bu yapı tarafından kotarıldığı yolunda derin kuşkular olan birtakım suikastleri, faili meçhul cinayetleri doğru dürüst ele almadan tamamlanmak üzere. Savcılar, güvenirlikleri hayli şüpheli bazı “gizli” tanıklara ayırdıkları zamanın çok azını Güldal Mumcu gibi, Cumartesi Anneleri gibi “açık” tanıklara ayırmaya nedense yeltenmediler.
Geçmişin asker kökenli olsun, sivil olsun DGM savcıları, diyelim ki, bilerek ya da bilmeyerek bir şekilde o derin yapının bir parçasını oluşturuyorlardı ve soruşturmaları yokuşa sürdüler, günümüzün özel yetkili savcıları niye bu dosyaların tozlarını silkelemediler?
Derin devletler dayanışması
İkinci sorum Mumcu suikastinden yargılanıp çok ağır cezaya çarptırılanlarla ilgili olacak. Mahkeme suikastin ardında İran’daki “Kudüs Savaşçıları” adlı esrarengiz yapıyla irtibatlı oldukları ileri sürülen Oğuz Demir, Necdet Yüksel ve Ferhan Özmen’in bulunduğuna hükmetti ve firari olan Demir’in dışındaki iki sanığı müebbet hapse mahkum etti. Mumcu ailesinin ve kamuoyunun büyük kısmının bu kararla tatmin olmadığı açık.
O zaman şu soru kaçınılmaz oluyor: Bir yandan kendi “derin devlet”imizden kuşkulanıp, diğer yandan İran’daki en derin yapılardan birini sorumlu görmek çelişki yaratmıyor mu?
Şahsen yaratmadığı kanısındayım. Ama ortada pekala bir çelişki bulunmadığını kavramak için alışageldik yaklaşımları terk etmek gerekiyor. Örneğin bizdeki derin devletin en temel karakterlerinden birinin “laiklik” olduğu, tam da bu nedenle ülkemize kendi devrimini ihraç etmek isteyen İran devletine mesafeli ve hatta hasmane yaklaştığı varsayımının gerçekle hiçbir alakası yok. Eğer bu varsayım doğru olsaydı, sürekli olarak 10 binlerce İranlının giriş-çıkış yaptığı, hatta yerleştiği Türkiye İran rejim muhaliflerinin merkez üssü olurdu. Halbuki tam tersinin olduğunu, İran rejiminin ülkemizdeki vatandaşlarını çok sıkı kontrol ettiğini ve hoşlanmadığı muhalifleri çok kolay şekillerde tasfiye ettiğini biliyoruz.
Bu noktada, Taraf Gazetesi’nin 9 Nisan 2009 günü manşetten, İranlı muhalif siyasetçi Daryuş Foruhar ve eşi Pervane İskenderi’nin Tahran’daki evlerinde öldürülmelerinin arkasında Ergenekon’un bulunduğunu yazmış olduğunu hatırlatmak isterim. Aramalarda ele geçen bir mektuba dayanılarak dile getirilen bu iddia hakkında, bildiğim kadarıyla Ergenekon soruşturmasında herhangi bir ilerleme kaydedilmedi. Foruhar ve eşini Ergenekon’un öldürmüş olmasının fazlasıyla “gerçeküstü” kaçtığının farkındayım ama Türk ve İran derin devletlerinin yıllar boyunca pek iyi anlaşmış ve birbirlerinin kirli işlerini ellerinin altındaki taşeronlara yaptırmış olma ihtimallerini hiç yabana atmamak lazım.