Prof. Mustafa Öztürk ile söyleşi: Şerîat isteyenler aslında ne istiyor?

27.06.2024 medyascope.tv

27 Haziran 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Prof. Mustafa Öztürk’le şerîat meselesini konuşacağız. Son günlerde ciddî bir şekilde gündemde yer alan bir konu biliyorsunuz. Hocam, merhaba.
Mustafa Öztürk: Merhaba.

Ruşen Çakır: Otuz yaşına yeni basmış agnostik bir gencin, Diamond (Diamant) Tema’nın, Asrın Tok isimli şerîat savunucusu bir başka gençle tartışması ortalığı bayağı karıştırdı. Ama bu zâten siz ilâhiyatçıların yıllardan beri bildiğiniz hususlar, İslâm târihinin çok eski meseleleri. Ama tekrar bunun üzerinden geçmek farz oldu. Zâten arayı da epeyce açmıştık. Geçenlerde Diamond Tema’yla konuştum. Sonra dün, tartışmaları nasıl karşıladığını kendisine de sordum. Çok anlamlı bir cevap verdi: “Ülke için hayırlı oldu, ama benim için değil” dedi. Ne dersin?
Öztürk: Ben de katılıyorum. Zamânında ben de vahyin mâhiyetine dâir bir şeyler söylemiştim; ilâhiyat câmiası için hayırlı oldu, ama benim için sıkıntılı olmuştu. Diamond Tema’nın başına gelen de benzer bir şey. Katılıyorum söylediğine. Fakat olayın akabindeki değerlendirmelere ve yorumlara baktığımda, komplo teorisine benzer yaklaşımlarla îzah edilmeye çalışılan birtakım yorumlar da var; onları ahlâksızca buluyorum. Meselâ 28 Şubat günlerine gönderme yapıyorlar. O zamanlar Müslüm Gündüz’ler, Fadime Şahin’ler vardı. Şimdi de 14 ilâhiyatçı çıktı, şerîat karşıtı bildiri yayınladı. Muhtemelen birileri gene bir yerden düğmeye bastı.
Ama bunları düşünen kişiler bir de şöyle düşünüyorlar mı acaba? Diyarbakır’da Starbucks’ı basıp “Şerîat isteriz” diye nâra atanlar, Adliye koridorlarında “Şerîat isterük!” diye bağıranlar veyâhut sokaklarda ve miting meydanlarında “Şerîat isterük!” deyip Gazze’yi bahane ederek slogan atanlar açısından bakıldığında, birileri düğmeye basmış olamaz mı? Biz burada durduk yere “Şerîat istemeyiz. Laik Cumhuriyet kazanımlarını kaybetmek istemiyoruz” diye kendi kendimize birdenbire kalkıp böyle bir bildiri yayınlamadık ki. O gencecik çocuğun orada söylediği bir söz var, onu tekrar edeyim: “Kardeşim, şerîat istiyorsun, güzel ama, senin şerîat dediğin şey, Hz. Muhammed’in eşi Ayşe’nin dilinden bizzat aktarılıyor. Buharî’nin metninde yazıyor bu: ‘Ben 6 yaşında Peygamber’le nişanlandım, 9 yaşında da evlendim’ diyen ve bu evliliğe onay veren bir sistemde insan haklarından söz edilemez” dedi diye Adlet Bakanlığı yakalama karârı çıkarıyor; ama aynı Adâlet Bakanlığı, Âile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, “Hiranur Vakfı’ndaki çocuğa tâciz tecâvüzde bulundunuz’ diye onunla evlenen adamı ve ona kızı veren adamları, ebeveyni içeri tıktırıyor ve bütün bu çelişkiler bizim gözümüzün önünde olup bitiyor. Şimdi, birilerinin düğmeye basmasıyla, şerîat karşıtı bildiri imzâlayan ilâhiyatçılar için, “Ajan mıdır, etki ajanı mıdır?” diye bize birtakım çirkin isnatlarda bulunuyorlar, bunu anlayabilmiş değilim.
Biz bu şerîat meselesini, ayrıca “Şerîat İslâm değildir” meselesini bu vesîleyle konuşmadık. Biz zamânında “İslâmiyat” adında güzel bir dergi çıkarırdık, sen de duymuşsundur. İslâmiyat dergisinin en popüler, içeriği en güçlü sayılarından biri şerîat dosyasıdır. O sayıda Roger Garaudy’den Hasan Hanefi’ye kadar bütün görüşleri aldık. Şerîatın İslâm dinine tekabül etmediğini, onun güncel hukuk alanını karşıladığını, bunun da değişken ve dinamik olduğunu söylemiştik zâten. Bu yeni bir şey değil ki. Bu mesele, ilâhiyatçıların öteden beri evrensellik ve târihsellik tartışmaları çerçevesinde devam ettirdiği bir mevzû, yeni değil yani. 

Ruşen Çakır: Peki hocam, biraz işin etimolojisiyle gidelim. Şerîatın bir kelime anlamı var, bir de târihsel anlamı var. “Şerîat isteriz” diyenler, belli bir târihte donmuş bir şeyi mi talep ediyorlar, yoksa günümüz koşullarını İslâm üzerinden okuyup ona göre değerlendirmeyi mi kastediyorlar?
Öztürk: Ben, “şerîat isteriz” diyenler her kimse, onların, ne istediklerine dâir gerçek bir fikir ve bilgi sâhibi oldukları kanaatinde değilim. Bir kere, şerîatı kutsayan, bunu dînî bir kavram olduğu için değerli sayan, muhtemelen câhilliğinden ötürü İslâm dininin bizâtihi kendisiyle aynîleştiren avam tabakası ne istediğini bilmiyor. Hadi onları iyi niyetli sayalım. Fakat beri tarafta, “şerîat isteriz” diyen az çok “İslâmcı” kesimin de şerîat isterken hangi şerîatı, ne menem bir şerîatı, modern dünyayla o şerîatın nasıl uzlaştırılıp uzlaştırılamayacağı konusunda da bir fikir sâhibi oldukları kanaatinde değilim. Hadi avam olanları geçtik, az çok mürekkep yalamış İslâmcı tayfanın şerîatçı yandaşlarının “şerîat isteriz” derken neye sâhip çıktıklarını bilmiyoruz. Osmanlı tipi bir şeriatın mı peşindeler? Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ndeki devlet-siyâset-Diyânet arasındaki ilişkiyi anımsatır tarzdaki şerîatı mı veyâhut Talibanvâri, Hanefî, aynı zamanda medrese kökenli ve aynı zamanda Nakşî Kadirî bir tasavvufî altyapıya sâhip, üçünün harmanlandığı bir şerîatı mı istiyorlar? O konuda da bir fikir sâhibi değilim. Yani hakikaten, “şerîat isteriz” derken kastettikleri pratik nedir? Talibanvâri bir şerîat mı, yoksa Osmanlıvâri bir şerîat mı veyâhut Suudvâri bir şerîat mı? Bilmiyorum, hiçbir kanaatim yok. Onların da bilgi ve içerik düzeyinde ne istediklerine dâir bir fikir sâhibi olduklarını düşünmüyorum. Sâdece, kutuplaşma zemininde bir itiş kakış söylemi olarak bunu dile getirdiklerini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Tam da onu söyleyecektim. Yani bir slogan olarak bir câzibesi varmış gibi geliyor. Aslında öteden beri Türkiye’de laiklik tartışmalarının göbeğinde de şerîat vardır. Hattâ hatırlarsın, zamânında anketler yapılıp sorulurdu. Şerîat isteyenlerin oranı %4-5 çıkardı. Sonra Refah Partisi yükseldi, geldi. Şimdi şerîatın İslâmcılık karşıtı çevrelerde de, İslâmcı çevrelerde de kullanışlı bir sözcük olduğunu görüyorum. Ama ne dendiğini çok da fazla anlamıyorlar. Çoğunlukla da ilk akla gelenler, kafa kesmek ya da kırbaç cezası gibi birtakım çok sert cezâlandırmalar.
Öztürk: Bu topraklarda kitâbî olarak şerîatın pratiği uygulansa, şu anda Afganistan’daki Taliban rejiminin uygulamaya koyduğu şerîatın birebir aynısının uygulanması gerekir diye düşünüyorum. Çünkü Afganistan Talibanı Hanefî’dir; ikincisi, Nakşî bir altyapıya sâhiptir; üçüncüsü, Türkiye’deki şerîatçıların da pek sevdiği medrese kökenine sâhiptirler. Bu üçü, Türkiye’deki Osmanlıcı, İslâmcı ve şerîatçı kesimin önemsediği unsurlar. Yani bizim din anlayışımıza yabancı bir şerîat değil. Peki, Taliban’ın şu anda uygulamaya koyduğu İslâm Afganistan’da neye benziyor? Kadına, eğitim öğretime, kültüre, sanata, özgürlüklere nasıl bakıyorlar? Şimdi tek tek, konu konu anlatmayayım. Sâdece Mehmet Ali Büyükkara’nın “İslâm’ın Talibancası” diye bir makalesi var, o makaleyi okusunlar, İslâm’ın Taliban yorumu nasıl oluyormuş, bugün Afganistan’da nasıl uygulanıyormuş baksınlar. Ama Türkiye, şerîat isteyenler de dâhil, böyle bir Taliban İslam’ını tolere edebilir mi? Mümkinâtı yok. Biraz egzajere edeyim isterseniz: O Taliban şerîatı bugün buraya gelse, ilk isyânı, ilk îtirâzı yine bu “şerîat isteriz” diyenler başlatacaklardır. Dediğiniz gibi, bu kullanışlı bir kavram. İki tarafın da o kutuplaşma sürecini bilemeleri ve onu sürekli yüksek gerilim hattında tutabilmesi, aynı zamanda kendi taraftar kitlelerini konsolide edebilmeleri için –geçmişteki başörtüsü gibi– şimdi de şerîat kavramı gündeme geldi. Bu, iki taraf için de kullanışlı bir kavram.
Bizim o bildiriye imzâ atmamızın sebebi, bize kullanışlı gelmesinden ziyâde, Cumhuriyet kazanımları, laik değerlerin önemi ve şerîatın insanoğluna huzur, mutluluk vaat edecek bir potansiyele sâhip olmadığı fikrimizi gerçekten sonuna kadar savunduğumuz inancımızı dile getirdik. Şerîatın çoğu zâten yorumdan ibârettir; çünkü şerîatın hukuk alanı son derece kısıtlı bir içeriğe sâhiptir. Naslar üzerinden giderseniz, yani âyet ve hadis müktesebâtını esas alıp bir şerîat tanzim edeyim derseniz, bir kasabayı yönetemezsiniz. Yok buna İslâm hukukçularının içtihat ve görüşlerini eklerseniz, o tanrısal ilâhî bir şerîat olmaktan ziyâde, fi târihinde şu veya bu târihte İslâm hukukçularının kendi yaşadıkları dönemin sorunlarını çözme konusunda ortaya koydukları fetvâlar ve görüşlerden ibârettir.

Ruşen Çakır: Hocam, hadisleri daha sonra konuşalım ama, mecbûren dönüp dolaşıp hadisleri konuşmak zorunda kalıyoruz. Asr-ı Saâdet diye bir tanım var. Hz. Muhammed ve dört halife devri: Bunun Saadet Asrı olduğu söyleniyor ve bütün göndermeler de zâten buna yapılıyor. Şerîat istediğini söyleyenlerin büyük bir kısmına da sorarsanız, en fazla Asr-ı Saâdet dönemindeki uygulamalar olduğunu söyleyeceklerdir. Bu Asr-ı Saâdet tam olarak nedir ve günümüze uyarlanabilmesi, taşınabilmesi ya da ona dönülebilmesi mümkün müdür?
Öztürk: Asr-ı Saâdet kavramı bizim İslâm dünyasında Müslümanların romantize ettiği bir kavram. Bana göre, öyle bir mutluluk çağı, dönemi olmadı. Peygamber’in rehberliği ve kurucu önderliği, liderliği ve aynı zamanda onun İslâm denen bir tecrübeyi dünya târihine sokması açısından önemli bir dönem. Ama her şeyin muhteşem, mükemmel, dört dörtlük, kusursuz, âdeta bir yeryüzü cennetine dönüştüğü bir Asr-ı Saâdet dönemi diye bir şey yok zâten. Asr-ı Saâdet, Müslüman dünyanın, İslâmcı dünyanın kendi ürettiği romantik bir kavram. Ben Saadet Asrı diye bir asra inanmıyorum. Hattâ biz bu Saadet Asrı’na dört halifenin dönemini de eklersek, oradaki kavganın gürültünün, kan dökmelerin, ihtilâfların, çatışmaların haddi hudûdu yok. Hattâ oradaki çatışmalar bütün bir 15 asırlık İslam târihinin bütün kritik tartışmalarının fitilini ateşlemiştir. Ben Asr-ı Saâdet diye bir kavramın içeriğine de gerçekliğine de inanmıyorum. Bana göre Asr-ı Saâdet diye bir durum yok. Evet, Peygamber’in yaşadığı ve İslâm’ı insanlığın târihine soktuğu bir dönem var, bu önemlidir, değerlidir. En azından târihsel açıdan değerlidir. Ama bizde Asr-ı Saâdet bir ütopya gibi algılanıyor. Öyle bir güneş ülkesi gibi, Thomas Moore’un veya Farâbî'nin Medinetü’l- Fâzıla’sı… öyle bir dünya yok, bunu geçelim. Asr-ı Saâdet döneminde uygulanan neydi? Uygulanan, 10 bin kişilik Medine halkının –ki bunun 5000’i Yahudi, 1500’ü müşrik, birkaç bini de Müslüman’dan ibâretti. Peygamber Vedâ Hutbesi’ni okuduğu zaman çok kalabalık bir Müslüman kitleye, yaklaşık 100 bin kişiye hitap ettiği söylenir de, Peygamber Medine’ye hicret ettiğinde, orada 1500-2000 Müslüman vardı. 2000 kişiyi sevk ve idâre ettiğiniz bir sistemden bahsediyorsunuz. Bir askerî birlik kadar bir şey, herkesin yüz yüze geldiği, herkesin birbirini tepeden tırnağa tanıdığı, belki sokakta üç kere karşılaştığı küçücük bir kasaba ölçeğinde yaşanan bir hayâtı tanzim eden hukuk kodları. Bu hukuk kodlarının da yaklaşık %80’e yakın bir kısmı İslâm öncesi Arap örfünün uygulamalarıdır. Aynı zamanda birçok hükmü de Yahudi şerîatından aktarmadır. Özgün bir İslâm hukuku da yok.
Arapların İslâm’dan önceki uygulamaları o günkü toplumun alışkanlıklarıyla paralel olarak hâlâ işlevsel ve işlerlik özelliğine sâhipse, İslâm da bunu almış, kendi toplumunun içerisinde eritmiş, onu bir bakıma İslâmîleştirmiştir. Arap örfünün fiilî uygulamalarını tanrısal bir şerîat olarak addedip, târihin sonuna kadar bütün insanlığın sorunlarını çözebilecek bir kapasiteye sâhip olduğunu düşünmek, insanoğlunun kendi aklına, kendi fikrine en büyük saygısızlığıdır. Kaldı ki, Kur’an-ı Kerim 10 yıllık Medine sürecinde, bir avuç Müslümanın kendi yaşadığı sosyolojideki günübirlik değişmelere bağlı olarak, kendi hükmünü bile kaç defa revize etmiştir. Yani Kur’an metni 10 yılda Hz. Muhammed’in arkasındaki bir grup Müslümanın yaşadığı konjonktürel değişikliklere ve şartlara göre kendi hükmünü, dünkü hükmünü bugün revize ederek gelmiştir. Biz bunu İslâm ilim geleneğinde “Nesih teorisi” olarak biliyoruz. On yılda, bir avuç Müslümanın yaşadığı dünyada tanrının hükmü değişebiliyor ve revize edilebiliyor da, o gün bugündür târih mi dondu, insanlık mı dondu, şartlar mı dondu, dünya mı dondu ki o günden beri, o gün söylenen şey hiç değişmiyor, hiç fazlalaşmıyor.
Şerîat isteyenlerin bir kısmı câhilliğinden, belki kutsal saydıkları dînî bir değer atfettikleri için istiyor olabilirler; onlara bir şey demiyorum. Ama az çok işi bilenlerin, kullanışlı bir kavram olarak, kutuplaşmanın bir parçası olarak bunu manivela olarak kullanmalarının son derece ahlâksız olduğunu düşünüyorum. Bugüne kadar “Şerîat, İslâm, bizim dediğimiz gibi İslâm şerîat değildir” dedik. Onlar, “Hayır, İslâm tam tersine şerîatın kendisidir” ya da “Şerîat İslâm’ın ta kendisidir” diye cevap verdiler. Böyle îtiraz ediyorlar, değil mi? Ya kardeşim, şerîat İslâm’ın kendisiyse, neden bu şerîatın, hani bahsini ettiğiniz o sert hükümleri de dâhil, bunların neden uygulanmadığını, ne zaman uygulanacağını, hele de bugün tepeden tırnağa “Müslüman hassâsiyetine sâhip” bir siyâsî iktidârın, onca gücüne, iktidârına, kudretine rağmen neden bu kadar duyarsız, sorumsuz eyyamcı yaşıyorsunuz? Şerîat için kendinizi parçalasanıza. Meselâ zînâ edeni tespit ederseniz, devlet yüz sopa vursun, kadılık sistemini getirin, Diyânet Başkanlığı’nı Şeyhülislamlığa çevirin, kısas hükmünü getirin. Gerekirse savaş hukukunu yeniden güncelleyelim, kölelik, esirlik, câriyelik hukukunu, ganîmet hukukunu getirelim. Yani bugün Hıristiyan veya Yahudi bir ulusla savaşır ve kazanırsak onlardan bir cizye alalım veyâhut Osmanlı bünyesinde İstanbul’daki Levantenleri, Gayrimüslim azınlıkları, zimmî statüsüne geçirelim diye bu şerîatın güncellenmesi ve tatbik edilmesi için neden kıpırdamıyorsunuz, neden eyyamcı davranıyorsunuz? Neden sâdece burada bir Diamond Tema meselesi çıkınca kalkıp ortalıkta “Şerîat isteriz” diyorsunuz? Ama güncel hayatta, benden de Ruşen Çakır’dan da daha modernist, daha seküler, şerîata karşı çok daha duyarsız bir şekilde yaşıyorsunuz. Mâdem şerîat istiyorsunuz, bakın siyâsî iktidârın referansları da, değer seti de, hassâsiyetleri de oldukça yakın. Dediğinizi de dikkate alır bir kadrosu var. Gidin baskı yapın, şerîatın tepeden tırnağa Türkiye topraklarında uygulamaya konması için çalışın çabalayın. Neden eyyamcılık yapıyorsunuz? Neden şerîatın niçin uygulanmadığına dâir kılınız kıpırdamıyor? Ahlâksızsınız çünkü. Gerçekten şerîat istemiyorsunuz. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Müslümanları sürekli Ortadoğu’yla, Müslüman dünyasıyla, İslâm kardeşliğiyle doğu tarafına baktırıp, kendi özel hayatlarında çoluk çocuklarının ikbâlini, istikbâlini, kendi geleceklerini, yarın bir gün yaşamayı düşündükleri yerleri nazarı îtibâra aldığınızda, sürekli Batı yönüne göç eden bu ikiyüzlülüğü, bu çifte standardı burada da yapıyorlar. Konuşurken, kendilerini refere ederken, İslâm’dan, Doğu’dan, İslâm kardeşliğinden, Müslüman halklardan, ama istikbal ve ikbal söz konusu olduğunda, kendi çocuklarının eğitimleri, gelecekleri söz konusu olduğunda, sürekli istikameti Batı’ya çeviren ikiyüzlü bir bakış açısı var. Bunu şerîata sâhip çıkma, şerîat nutku atarken de yapıyorlar.

Ruşen Çakır: Şöyle bir örnek vereceğim. Tam bu olaya denk gelmiyor ama, bugün yaşadığım bir olay var. Biliyorsun okyanus ötesinde beni “çok seven” Fethullahçılar var; her yazdığıma konuştuğuma ânında tepki veriyorlar.  Onlardan bir tânesi –ki hiç tanımıyorum ama– sürekli bana sataşıyor. Bugün videosunu gördüm, Amerikan vatandaşı olmuş. Vatandaşlık yemini videosunu paylaşmış. Adının önüne de Joseph ismini eklemiş. Joseph Turgay Karagöz diye paylaşım yapıyor. Biz bu ülkede her türlü şeyi göze alarak bir şeyler yapmaya uğraşıyoruz, ama asıp kesip ondan sonra tam senin söylediğin gibi… Neyse.
Hadis meselesi de çok eski ve çok yaygın bir tartışma. Ama Diamond Tema olayında da ortaya çıktı ki, onun referansı hadis kitapları ve hadis kitapları devlet tarafından onaylı. Belki de devlet tarafından bastırılıp satılıyor ve her yerde, dînî müfredatta da kullanılıyor. Cilt cilt kitaplar var. İlk aklıma gelen Buhârî, Tirmizî. Sonuç olarak bu hadisler –hadis karşıtlığının dışında bir yerden bakacak olursak, meselâ bu olayda–, işlerine geldiği zaman hadisler geçerli kabul ediliyor, işlerine gelmediği zaman kabul edilmiyor gibi bir durum var sanki. Çünkü Diamond Tema, o sözleri Buhârî’nin metinlerinden okuduğunu söylüyor. Yani kendi kafasından uydurmuş değil. Buna benzer olaylar sık sık karşımıza çıkıyor, değil mi?
Öztürk: Müslüman ilim câmiasının, ilâhiyat câmiasının bu konuda en tutarlı olan kesimi –yani onların din anlayışını kabul ettiğim, onayladığım, tasvip ettiğim için değil–, en tutarlı kesimi, sonuna kadar gelenekçi olan kesimdir. Yani: “Buhârî, ‘Deve sidiği içerseniz size iyi gelir, şifâ verir’ diyorsa, bu Buhârî’de yazıyorsa, bu kıymetlidir değerlidir ve deve sidiği içilmelidir. Ben hâlâ bunun arkasında duruyorum” diyen adam bana göre tutarlıdır. Niye tutarlıdır?  Buhârî’yi satmıyor, sonuna kadar her şeyiyle sâhipleniyor. Fakat İslâmcıların geneli böyle değil. İslâmcıların geneli kaypak güreşiyor. İşlerine gelen yerde, kendilerini zora sokmayacak bir beyan, bir hadis muhtevâsı varsa onu sâhipleniyor, o zaman Buhârî’yi sonuna kadar kutsuyor, önemsiyor, değerli sayıyor; fakat bu Diamond Tema meselesinde olduğu gibi, Hz. Ayşe’nin bizzat kendi ağzından, “Ben 6 yaşında nişanlandım, 9 yaşında evlendim” gibi bir hadis içeriğini, Hiranur Vakfı olayı da canlı olarak şurada dururken, karşınıza koyduğunuzda, Buhârî’yi haraç mezat satıyor, ona sâhip çıkmıyor. Bunu Diyânet de yapıyor, bunu ilâhiyatçıların büyük bir kısmı da yapıyor. Kimi zaman, Buhârî’yi satmak şöyle dursun, bütün târihi yok saymak, sil baştan yeniden târih yazmak gibi bir şeye bile başvurabiliyor. Meselâ bu küçük yaşta evlilik meselesinde, kimileri Buhârî’yi değil bütün rivâyet müktesebâtı yok sayıyor. Siz böyle bir müktesebâtı yok sayarsanız, o zaman iş, “Muhammed de yoktu, eşi Ayşe de yoktu, Hz. Muhammed diye biri de gelmedi, savaşmadı da, tebliğ de yapmadı, hiçbir şey olmadı”ya gider. Çünkü olay Ayşe ile bitmiyor ki.
Câhiliye’den İslâmiyet’e Kadın adlı kitapta, 7-8 örnek buldum listesini de verdim. Meselâ Şîîlerle bizim Sünnîler arasında meşhur bir tartışma konusu vardır: Hz. Ömer’in, gidip Hz. Ali’nin daha 6-7 yaşındaki kızı Ümmü Gülsüm’le evlenme meselesi. Orada birtakım çirkinlikler de anlatıldığı için onu pek gündeme getirmek istemiyorum. Ben erkek veya kız, küçük yaşta evlenmiş veya evlendirilmiş onlarca isim verebilirim size. Fıkıh kitapları bunlara bahis açmış: Babanın, velinin küçük çocukları evlendirme yetkisi, icbar yetkisi, mecbûrî yetkisi vardır, zorunludur. Hadis kitaplarında küçük kızlarla evlenmenin ruhsatına dâir müstakil başlıklar açılmış. Kardeşim, neresinden kurtarayım? Bir hadisi çektik, Ayşe’nin yaşının önüne bir 1 rakamı koyduk, 19 yaptık diyelim. Hangi birini 19 yapalım?
Burada daha dürüstçe bir yaklaşım şöyle sergilenebilir. Ama siz, metodolojik olarak, epistemolojik olarak kalkıp Buhârî’ye önce bir kutsiyet atfeder, onun Kur’an’dan sonra en kıymetli, en değerli dînî kaynak, metin olduğunu söylerseniz, her fırsatta bunu dile getirirseniz, sonra birisi çıkar, içinden böyle bir malzemeyi önünüze koyduğunda apışıp kalırsınız. Ya buna sâhip çıkacaksınız, ya Buhârî’yi satacaksınız. Genellikle Buhârî’yi satmayı tercih ettiler. Oysa şunu söyleyebilirlerdi: “Arkadaşlar, bu, Peygamber’in eşi de olsa, kendi döneminin bir örfüdür, geleneğidir. O dönemde, o topraklarda, o Arap coğrafyasında o halkın bu yaşta çocukları evlendirmelerinde beis görülmüyormuş. Ama o kültürü buradan kınamak da aşağılamak da bizim işimiz değil.” Şu bizim işimiz hiç değil: “Aa! Bunu yapan Ayşe. Bunun bir tarafında da Peygamber varsa, o zaman –Hiranur Vakfı örneğinde olduğu gibi– 6 yaşında kızlar evlendirilebilir.” Bunu bir dînî referans gibi addedip, 6 yaşındaki çocuğa bir nevi tâcizi tecâvüzü meşrûlaştırmadır. Çünkü bizim algımız, bunun tâciz tecâvüz olduğu yönünde. Artık bizim kültürümüz de böyle şekillenmiş. Ben “Araplar niye öyle bir örf ürettiler? Ne çirkin?” demiyorum. Kendi dönemselliğinde bırakıyorum, uğraşmıyorum. Tıpkı, birinin giydiği şalvar benim ilgimi çekmediği gibi, bir başka kültürün bir başka uygulaması beni alâkadar etmediği gibi, Arapların o örfü de beni hiç ilgilendirmiyor. Ama siz getirip buna dînî bir içerik atfederseniz, “Buhârî’de yazıyor” derseniz, bu Buhârî’ye sâhip çıkacaksınız.
Fakat İslâmcılar şimdi Buhârî’ye de sâhip çıkmadılar. Diamond Tema’ya soruşturma açanların, Buhârî’ye de yakalama karârı ve soruşturma açmaları gerekir. Nasıl olur bu? Buhârî metninin yayılımının kaldırılması lâzım. Böyle çirkin, dînimizi aşağılayan bir bilgi içeren kitap yayınlanmamalıdır. Meselâ Diyânet İşleri Başkanlığı, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih tercümesini yayından kaldırmalıdır, mevcutları da toplanmalıdır. Kütüb-i Sitte kitapları toplatılmalıdır, çoğu tercüme edildi. Bu bilgi Buhârî’de var, Müslim’de var, Ebu Davut’ta var, İbn Mâcî’de var. Bildiğim kadarıyla Kütüb-i Sitte dördünde var. Bunları toplatsınlar, yakalama karârı böyle çıkarılsın. Yani bu dînî metinler yasaklansın. Diamond Tema bu bilgiyi okudu diye adama yakalama karârı çıkardınız. Dürüst de değiller bu konuda. Diğer tarafta, bu işin bugünkü pratiğini yapan adamı içeri atıyorsunuz. “Bu pratik insan hakları açısından îzah edilemez” dediği için buna da yakalama karârı çıkarıyorsunuz. İnsan böyle bir ortamda cinnet geçirir. Hakîkaten delirirsiniz.

Ruşen Çakır: Hocam, şerîat bağlamına dönecek olursak, hadislerden bahsettik, bir de “Kur’an bize yeter” diyenler var. Bunların içerisinde ciddî sayıda, bayağı radikal İslâmcı duruşa sâhip olanlar da var. Şerîat denen olayı, yani o şekillendirilen olayı, sâdece Kur’an-ı Kerim’in âyetlerine bakarak şekillendirmek mümkün mü?
Öztürk: Mümkün değil. Meselâ şeriatta, içki içene 40 veya 80 sopa vurulur. Fakat Kur’an-ı Kerim’de içki içene cezâ yoktur. Eşcinsellik konusunda Kur’an-ı Kerim’de Lut kavminden bahsedilir, ama şerîatta eşcinsele dâir, kimisine göre 80 sopa, kimisine göre 100 sopa, kimisine göre recm, kimisine göre yakarak öldürme, kimisine göre yüksek bir tepeden baş aşağı atmak, peşinden de taş yuvarlamak vardır. Bu sonuncusu İbn Abbas versiyonudur. Yakarak öldürme Ebubekir versiyonudur. Bunun da cezâsı Kur’an-ı Kerim’de yok meselâ. Sizin şerîat dediğiniz şeyin karşılığı bunlar, Kur’an’da yok. “Olmasın canım, önemli değil, biz Kur’an’dakini alırız” diyecekler. Tamam, Kur’an’dakini al.
Kur’an-ı Kerim’deki şerîata gelince: Kur’an-ı Kerim’deki şerîatın cezâ alanı şu: Hırsızın elini kesersin; eşkıyâlık suçu işleyen için 3-4 seçenek var: Ya asarsın ya çaprazlama elini kolunu bacağını kesersin; mâsum bir kadına zînâ iftirâsı attığında, 80 sopa yersin; evli değilsen ve zînâ edersen, 100 sopa yersin. Başka da bir cezâmız yok. Bütün cezâ hukuku bu kadar. Kur’an şerîatında cezâ bu kadar. Bir cezâ daha var, o da kısas ve diyet. Kısas, yani insan öldürme veyâhut müessir fiil, yaralama. Bunda da cana can, dişe diş, göze göz. Başka da yok. Al sana cezâ hukuku. Şu 4 maddeyle, bu dünyanın milyon çeşit suçunu organize et. Ne yapacaksın biliyor musun? Oturup çatır çatır akşamdan sabaha kadar kanun yazacaksın, cezâ hukukuna dâir fetvâ üreteceksin, içtihat üreteceksin, sonra da utanmadan, “Kur’an bize yeter” diyeceksin. Topu topu 4 tâne: Zînâ, zînâ isnâdı, eşkıyâlık suçu, hırsızlık cezâsı. Bir de kısas. Başka yok. O şarap içmeler, livata, eşcinsellik, şunlar bunlar, onlar hadislerden geliyor. “Kur’an bize yeter”cilerin cezâ hukukunun bütün çerçevesi bu.
Medenî hukuka gelelim: Bir baksınlar Kur’an-ı Kerim’de medenî hukuk nedir, nasıl oluyormuş? Ticâret hukukuna dâir ne var biliyor musunuz? “Borçlandığınız zaman, alacak verecek imzâ atın, kâtip tutun, belge düzenleyin.” Başka bir şey yok. Siz neyi idâre ediyorsunuz bununla? O yüzden, Kur’an orada, hadisler burada olmasına rağmen, sâdece Hanefî fıkıh ekolü, şu Ortaçağ’da 80 bin bağımsız fetvâ üretmek zorunda kalmıştır. Hangi Kur’an size yetiyormuş? Siz milyon çeşit suçun, milyon çeşit fiilin, akla hayâle sığmayacak işlerin yaşandığı bir dünyada, 4 tâne cezâ hükmüyle hangi dünyayı sevk ve idâre edeceksiniz?  Yahu bıktım ben bu geri zekâlılarla artık uğraşmaktan, bunların konusunu konuşmaktan. İllallah ettim. Ya Rabbi, bana azıcık bir akıllı muhâlif, aklı başında, azıcık donanımı olan insanlar nasip et de ben de onlarla konuşayım ya! 
Keşke bizim muhâliflerimiz böyle Spinoza, Kierkegaard, Hegel, Kant gibi insanlar olsa. “Kur’an bize yeter.” Kalkmış Amerika’dan, Antarktika’dan, oradan buradan senelerdir car car edip duruyorlar. Al sana Kur’an-ı Kerim, 4 tâne cezâ hukuku. Gel bu ülkeyi bir idâre et de göreyim seni. Bir gün bir imkân olsa da, bir deneme bir tecrübe etme imkanı olsa da bu arkadaşlara, “Şunu bize bir gösterin de, yaşatın da öğrenelim” desem keşke. Bıktım usandım artık bunların bu böyle geri zekâlıca ısrarlarından, aptalca söylemlerinden, nutuklarından. Üstâdım, bir daha banai “Kur’an bize yeter”leri filan sorma. Vallahi illallah etim, yeter.

Ruşen Çakır: Hocam, o zaman dönüp dolaşıp laikliğe geliyoruz herhalde, değil mi?
Öztürk: Bu ülkede insanların inançlarını yaşama özgürlüğünün temînâtını da, nefes alma imkânını da laikliğe borçlu olduğunu, laiklikten başka bir imkânımız, çıkış yolumuzun olmadığını düşünüyorum. Vaktizamânında, “Laiklik benim için nefes borusu” demiştim. Ama Türkiye’nin son 100 yılındaki İslâmcı, Batıcı, Cumhuriyet sonrası Kemalist, Atatürkçü, laik seküler, muhâfazakâr, İslâmcı kutuplaşması ve çatışmasının yarattığı gerginlikle, o laikliğin laikçiliğe, Müslümanların sırtında bir sopaya dönüşmesi örneğinden bağımsız olarak, ben gerçekten “laiklik” diyorum, ‘”laikçilik” demiyorum. Laiklik adına 28 Şubat tecrübelerini istemiyorum. O da bir rövanş almaydı, bir intikam ideolojisiydi. O da bir travmaydı. Nitekim onların komplikasyonu bugünkü iktidârı yarattı. Bu iktidârın yarattığı ortam, bunun komplikasyonu da, tekrar doğal mecrâsında ve sürecinde dîne karşı bir mesâfeli oluş hâli yaratacak. Biz de bunu “sekülerlik” diye adlandırıyoruz. Yani bir seküler sürece giriş gibime geliyor.
Hatırlar mısınız? Bizim lise çağlarımızda, Atatürk İlke ve İnkılâpları, Cumhuriyet bayramları, Cumhuriyet bayramlarındaki kutlamalar, Atatürk’le ilgili ritüeller dayatılarak yapılırdı. Biz artık bunalmıştık. Bırakın, kendi doğal hâlinde sevelim, kıymetini idrak edelim. Ama yukarıdan Atatürk, aşağıdan Atatürk, sağdan Atatürk… Bu artık bizde Atatürk antipatisi yaratmıştı. Şimdi de bu siyâsal iktidar döneminde yaşanan ahlâkî erozyon, dînî değerlerin aşınması, birtakım cemaatlerin yaptıklarından dolayı dîne karşı genel bir alerjinin ve antipatinin oluşmasıyla birlikte, insanlar birdenbire “Atatürk, Cumhuriyet, laiklik” diyerek, tekrar Atatürk’ün, Cumhuriyet’in, laikliğin farkına vardılar. Geçen sene Bağdat Caddesi’nde o yüz binlerce insanı Cumhuriyet Bayramı törenlerinde yürüten irâde, herhangi bir devlet irâdesi değildi, CHP’nin yönlendirmesi de değildi. Halk kendiliğinden aktı oraya. Neden aktı? Şimdiki bunalmadan, şimdiki aşınmadan aktı.
Geçmişte şunu görüyoruz: Cemaatlerin çok organize, dar çaplı endoktrinasyon yöntemleri bir tür mühendislik projesi olarak sonuç verse de, kitlesel, toplumsal ölçekte, topyekûn bir milletin üzerinde mühendislik projesi pek yürümüyor. Bunlar ters tepkilere neden oluyor.  Kanımca topyekûn uluslar mühendislik projesine uygun şeyler değiller. Şimdi AK Parti, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” diye bir tür nihâî mühendislik projesini uygulamaya koydular. Göreceksiniz, bekledikleri sonucun tam tersiyle karşılaşacaklar. Yani oradan bir tür endoktrine edecekler genç kitleyi. O vakıflar, dernekler, cemaatler üzerinden bir ideolojik aşı yapacaklar ve kendilerine bir insan kitlesi oluşturacaklar. Ama olmayacak, beklediklerini bulamayacaklar. Bulamayacaklarının kanıtı da şu: Araştırma şirketleri Türkiye sathında sık sık, dînî değerlerle, din adamlarıyla ilgili, dîne yakınlaşma-uzaklaşma, dindarlaşma, muhâfazakârlık eğilimleriyle ilgili sürekli yeni yeni araştırmalar yapıyorlar. Bakın bakalım, bir tânesinde muhâfazakârlık eğilimi veya dindarlaşma eğilimi artmış mı? Hepsi tersinden ilerliyor. Bu da bize şunu gösteriyor: Bu dönemin yarattığı komplikasyon, bize sekülerlik olarak sonuç verecek, laikliğin kıymeti daha iyi takdir edilecek. Biz bunu önden söyleyenleriz. Yaşamadan, görmeden, bir bakıma önden kestiriyoruz. Fakat milletin geneli o çileyi, o acıyı çekiyor. Düştükten, ağzı burnu kırıldıktan sonra idrak ediyor. Keşke bunları yaşamadan, yorulmadan, yıpranmadan, önceden anlasak da bu aşamaları daha çabuk atlatsak, bir aydınlanma ufkuna doğru ilerlesek diye uğraşıyoruz ama olmuyor. Ben de artık kendimi yormuyorum.

Ruşen Çakır: Hocam, noktayı koyalım. “Olmuyor” dedik, ama bayağı güzel konuştuk, sohbet ettik. Yine çok ufuk açıcıydı, çok iyiydi. Çok sağ ol, eksik olma.
Öztürk: Eyvallah hocam.

Ruşen Çakır: Ben hep şu örneği veriyorum, bir de burada tekrarlamakta bir sakınca yok: Zamânında Hizbullah, Zehra Vakfı Başkanı İzzettin Yıldırım’ı öldürmüştü. Onun Eyüp Sultan’daki cenâze törenine ve Eyüp Mezarlığı’ndaki defin törenine katılmıştım. Orada, çok bildiğim birtakım İslâmcılar bana, “Ruşen, bunlar bu cenâzeye gelen herkesi, hepimizi keser” demişti, bunu hiç unutmuyorum.
Öztürk: Şerîat talep edenler, eğer önlerine bir şerîat gelirse, bu şerîatın limitlerinin nerede başlayacağı nerede biteceğine dâir hiç kimsenin öngörüsü yok. Şerîat kendilerinin Frankeştayn’ını da yaratabilir.

Ruşen Çakır: Evet, çok sağ ol hocam, teşekkürler.
Öztürk: Ben teşekkür ederim. Güzel günlerde, sağlıklı günlerde tekrar buluşalım. Sana iyi tâtiller dilerim.

Ruşen Çakır: Sağ ol. İşte, hem çalışıyoruz hem tâtil yapıyoruz.
Öztürk: Evet. Sana sevdânın yolları, bana bilgisayar başında çalışmalar hocam.

Ruşen Çakır: Sağ ol. Evet, Prof. Mustafa Öztürk’e çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
20.10.2024 Doğrusuyla yanlışıyla Kürt hareketi üzerine yedi öne çıkan önerme
14.10.2024 Türkiye’nin Selahattin Demirtaş’a ihtiyacı var
13.10.2024 “Ben senin, beni sevebilme ihtimalini sevdim!”
09.10.2024 Transatlantik: ABD seçimlerine son 26 gün - 7 Ekim’in birinci yılında Ortadoğu
08.10.2024 Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi: Türkiye’nin gündeminde “muhâlefet boşluğu” var
08.10.2024 Mümtaz’er Türköne ile söyleşi: Silivri Postası
06.10.2024 Özgür Özel üzerine bazı gözlemler ve notlar: Pirinç/bulgur paradoksu
03.10.2024 Aydın Selcen ile söyleşi: İran-İsrail gerginliğinin geleceği
03.10.2024 Arzu Yılmaz ile söyleşi: Ortadoğu alt üst olurken Türkiye ve Kürtler
02.10.2024 Transatlantik: İsrail İran’a cevap verir mi? Lübnan’da Hizbullah’ın geleceği – Walz-Vance münâzarası
20.10.2024 Doğrusuyla yanlışıyla Kürt hareketi üzerine yedi öne çıkan önerme
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı