Aydın Selcen ile söyleşi: İran-İsrail gerginliğinin geleceği

03.10.2024 medyascope.tv

3 Ekim 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Ortadoğu’yu konuşmaya devam ediyoruz ve daha çok konuşacağa benziyoruz. İran’ın İsrail'e misilleme yapmasıyla yeni bir dönem başlamışa benziyor. İsrail ile İran arasındaki gerginlik bundan sonra nasıl tırmanabilir? Aydın Selcen ile konuşacağız. Aydın, merhaba.
Aydın Selcen: Merhaba.

Ruşen Çakır: Pazartesi günü “Hafta Başı” yayınında seninle uzun bir değerlendirme yaptık, çok da ilgi gördü. Sıcağı sıcağına olayın Lübnan’a taşınması, Nasrallah’ın Hizbullah komutanları ve İranlı komutanlarla berâber öldürülmesi... Sonra kara harekâtı başladı –ki zâten bekleniyordu– ve İran'ın misillemesi geldi; o da bekleniyordu, hattâ geciktiği söyleniyordu. Biz Haniye sûikastı nedeniyle bir misilleme bekliyorduk; ama İran bunu hem Nasrallah hem de Beyrut’ta öldürülen kendi komutanlarını da gerekçe göstererek yaptı.

Ruşen Çakır: İlk olarak şunu sormak istiyorum: İran’ın misillemesi hakkında çok değişik yorumlar yapılıyor. Kimisi “Dağ fare doğurdu” diyor, kimisi “Göstermelik yaptı” diyor. Ama İran'dan çok güçlü açıklamalar geliyor: “Biz gücümüzü böyle gösterdik, oyunu değiştiriyoruz” diyorlar. İsrail’in de olayı ciddîye aldığını ve hattâ cevap vermeyi düşündüğünü anlıyoruz. O konuya daha sonra geleceğiz. Sence İsrail’e yönelik İran saldırısı, daha önce yaşananlardan çok farklı ve çarpıcı mıydı, yoksa zayıf mıydı?
Selcen: Farklıydı, evet. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali gibi, daha önce “Olmaz” dediğimiz pek çok şey bu dönemde oluyor. Aynı şekilde, biz hep “Ortadoğu’da Vekâlet Savaşı var” diyorduk; ama İran’ın İsrail’e doğrudan misilleme yaptığını ve deyim yerindeyse dünyanın dönmeye devam ettiğini öncekinde görmüştük. Fakat öncekinde İran, şablonu neredeyse olduğu gibi ABD ve İsrail’e sunup, bütün dünyaya îlân ederek, “Şu gün şu saatte şöyle bir şey yapacağım” diyerek –üstelik o zaman kullandığı füzeler ve insansız hava araçlarının İran’dan kalkıp İsrail’e varması 5 saati aşan bir süre alıyordu– gerçekten göstermelik teatral bir misilleme yapmıştı. Bu defaki saldırı öyle değil. İran bu defa 200’e yakın füze attı. Bu balistik füzelerin İran’dan ateşlendiği noktalardan İsrail’deki hedeflerine varması 10 ilâ 15 dakika sürüyor. ABD, yapılan hazırlıklardan, bunların ateşleneceğini misillemenin başlamasından belirli bir süre önce anlamıştı. Ama öyle 12 saat önce değil. Buna İsrail de imkânlar dâhilinde hazırlıklıydı. İran, misillemeye dakikalar kala hem Moskova’yı hem Washington’u da bu yapacağı misilleme hakkında bilgilendirdi. Ama bu defa Ürdün’ün bilgilendirilmediği anlaşılıyor. Yine ABD’nin desteğiyle, İsrail’in hava savunma sistemi Demir Kubbe saldırıyı neredeyse tamâmıyla etkisiz hâle getirdi. Bu atılan 200’e yakın füze sonucunda yaralı sayısı ikiydi, sayı arttı mı bilmiyorum. İsrail bu misillemeden, bir binânın ağır hasar alması ve birkaç yaralıyla çıktı. Halbuki aynı saatlerde Tel Aviv’in dış mahallesi olan Yafa’da, bir kalaşnikofla yapılan saldırıda 7 ölü var. 200’e yakın balistik füzeyle yapılan misillemede birkaç yaralı var; öbür tarafta, bir kalaşnikofla 7 ölü var. Bu aslında gelecekte de neler olabileceği konusunda bizi bilgilendirip aydınlatabilir. Bir de şunu söyleyeyim: İran’ın yine de ölçülü davrandığı açık; çünkü tıpkı Rusya’nın Ukrayna'da defalarca yaptığı ve hâlen de yapmakta olduğu gibi, hava savunma sistemini doyuracak bir satürasyon saldırısıyla açılış yapıp, peşine ikinci dalga balistik füzelerle, güdümlü seyir füzeleriyle saldırı yapabilirdi. O zaman daha etkili olurdu. İran’ın tırmanacağı bir eşik daha var. Tabiî buna karşılık İsrail de yanıt vermek için uygun zamanı beklediğini şimdilik îlân etti. “İsrail ne yapar?” konusunu ayrıca konuşuruz.

Ruşen Çakır: “Vekâlet Savaşı” diye bir tâbir var biliyorsun. İran İsrail’le olan meselesini genellikle Hizbullah, Hamas, Haşdi Şabi ya da Suriye’den bâzı gruplar üzerinden yürütüyordu, böyle tercih ediyordu. Bunu da esas olarak Kudüs Gücü, Kudüs Savaşçıları, Devrim Muhâfızları’na bağlı bir güç örgütleyip yapıyordu. Bu organizasyonu da Kasım Süleymânî yapıyordu. Senin bahsettiğin Suriye’deki saldırıya misilleme saldırılarından sonra, İran ilk defa doğrudan İsrail’le savaşmak durumunda kaldı. Daha önceki dönemde bunu pek görmemiştik. İsrail’in İran’da birtakım operasyonları olduğunu biliyorduk. Özellikle nükleer araştırma yapan, nükleer çalışmalarda görev alan mühendislerin sûikast sonucu öldürülmelerinin İsrail tarafından yapıldığını biliyorduk. Ama onlar başka bir şeydi. İran’ın ilk defa İsrail’i hedef aldığına tanık olmaya başladık. Bunun nasıl bir anlamı var sence?
Selcen: Nükleer konusuyla, bu vekâlet konusunu ayırarak söyleyeyim. 7 Ekim saldırısı, tam da Suudî Arabistan’ın İsrail’i tanımasına karşılık, İsrail’den nükleer teknoloji edinmesine varması, İbrahim Anlaşmaları sürecinin önünü kesmişti. Bu defa da şüpheli bir şekilde helikopteri düşüp hayâtını kaybeden İbrahim Reisî’den sonra, daha ılımlı bir figür olan İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Mesut Pezeşkiyan, ABD ile yeniden bu nükleer anlaşmayı canlandırma belirtileri ortaya koyarken, İsrail de Hizbullah’a yaptığı müdâhaleyle, bir anlamda İran’ı misillemeye mecbur bıraktı. Şimdi İsrail, Netanyahu, dünyaya, “Bakın, biz söylemiştik. Bu İran İslâm Cumhuriyeti ile iş yapılmaz. Bunların tek anladığı dil güçtür. Dolayısıyla bir an önce nükleer tesislerin vurulması gerekmektedir” mesajı verebilir. Daha önceki yayında da konuşmuştuk, İran, zâten ya nükleer uzlaşıya varıp kendini güvenceye alacak ya da bir an önce nükleer silâhı edinerek kendini güvenceye alacak. Tabiî İran’ın nükleer silâh edinmesi yalnızca ABD’yi değil, bölgedeki Arap ülkelerini de had safhada endîşelendirecek bir gelişme olur. Bu anlamda, Ortadoğu’da kartlar yeniden karılıyor. Netanyahu iki hamle yaparak, İran tehlikesine karşı yanına başka Arap ülkelerini çekmeyi öngördü. Bir yandan da doğrudan İran halkına seslendiği o 3 dakikalık videoyla, “Bu rejimden kurtulun. Bizim İran halkıyla –hatta onun ifâdesiyle: ‘Asil Fars halkıyla’– bir alıp veremediğimiz yok” dedi. Şimdi iş böyle bir tarafa gidiyor.
Bu vekâletler aracıyla yapılma kısma gelirsek: Bu saydıklarımızın hepsini; Irak’ta Hizbullah’ı da Haşdi Şabi’yi de yaratan zâten İran. Suriye’ye doğrudan, senin söylediğin Devrim Muhâfızları Ordusu’nun Kudüs Tugayı’yla müdâhil olan İran. Tabiî ki bu arada şunu da hatırlatalım: “Kasım Süleymânî’nin öldürülmesinden sonra yerine İsmail Kaani geldi, devam ediyor” gibi olmadı. Kasım Süleymânî’nin kaybı, Hasan Nasrallah'ın kaybı gibi, İran açısından yeri doldurulması çok güç, hattâ olanaksız bir kayıp. Burada artık Hizbullah’ın etkisiz kılınması, 40 yıldır orada olan, özenle yetiştirilmiş, yerleştirilmiş ve iç savaşa katılmadığı gerekçesiyle silâhlarını da bırakmamış yegâne milis olan Hizbullah’ın böyle kısa bir süre Lübnan’da devre dışı kalması, Lübnan açısından farklı pencereler açıyor. Ama İran açısından, bölge siyâsetinin bu şekliyle artık Hamas’ın ortadan kalkması ya da Hamas kalkmasa da Gazze’nin ortadan kalkması, Lübnan’da Hizbullah’ın etkisiz kılınması, söylediğin gibi Şam’ın sessiz kalması, Şam’ın da Hizbullah’a ve İranlılar’a dönerek, “İyi oldu, fırsat bu fırsat, bu misâfirler misâfirliklerini istismar ediyordu, size ayrılan sürenin sonuna geldik” diyebilecek bir fırsat sunması, hattâ tam da ABD Irak’tan tümüyle çekileceğini beyan etmişken, belki Irak’ta da İran’ın gücünün azalması, aslında İsrail’in de siyâseten manevra alanını genişletiyor. Bu arada tabiî ilginç bir biçimde, Türkiye de Nasrallah’ın ölümüne sesiz kaldı. Ama bu defa en tepeden, Cumhurbaşkanı’nın ağzından, hemen altından Dışişleri Bakanı’ndan, “Hamas’ın Türkiye’yi savunduğu, İsrail’in bir sonraki hedefinin Anadolu toprakları olacağı” şeklinde söylenen sözler, Türkiye’nin bir fırsatı daha hebâ edeceğini bize anlatıyor.

Ruşen Çakır: Suriye meselesini biraz açalım istersen. Suriye meselesinin bir boyutu da, mâlûm, Hamas’ın zamânında Suriye’deki iç savaşta Esad karşıtlarını desteklemesinden dolayı giden bir kan dâvâsı olması. Ama onun dışında, Hizbullah olayına baktığımız zaman, Hizbullah ilk savaşta Esad rejiminin yanına gelmiş, orada hem eğitmiş hem kendi kadrolarını da belki kaybetmiş bir yapı. Buna rağmen Esad’ın sessiz kalması gerçekten çok mânîdar. Herhalde birtakım düz, kuru açıklamalar yapmışlardır. Ama meselâ Yemen’de Husiler olaya müdâhil olmaya çalışıyor, ancak Suriye’den hiçbir karşılık görmüyoruz. Normal olarak İsrail’e Suriye topraklarından yapılabilecek şeyler de pekâlâ olabilir. Senin söylediğin husus tabiî ki önemli. Topraklarındaki insanlara, “Tamam, evinize dönme zamânı geldi” demek gibi bir boyutu olabilir; ama Esad, İran’sız bir geleceği nasıl tahayyül edebilir? Esad rejiminin, bölgede İran’ın direniş ekseninin dışına alenen çıkma ihtimâli hakîkaten var mı? O zaman nasıl duracak? Sâdece Rusya’nın desteğiyle mi duracak?
Selcen: Tabiî 1979 İran İslâm Devrimi’nden sonra, bu devrim ihrâcı bağlamında ve Şiîler’in de nüfus olarak Lübnan’da çoğunlukta olmasını göz önüne alarak, ama siyâsî temsillerinin bu yönde olmaması ve Emel milislerinin de yeterli etkinliği orada ortaya koymaması, hattâ aslında oraya ABD’nin kuvvet çıkarıp, bir anlamda Fransızlar’la beraber Lübnan’da barışı kurmanın yolunu açmışken, İran bir yandan Irak’la da savaştığı halde İran istihbârâtı küçük bir grubu Suriye’ye gönderiyor. O zaman da, mâlûm, Suriye’de Hafız Esad var. Hafız Esad bunların orada fazla yuvalanmasına müsaade etmeden, bir an önce onları Lübnan’a doğru itekliyor. Bunların orada kurdukları o küçük “şube” aracılığıyla Hizbullah’ın başlangıcı kuruluyor. İlk intihar saldırısı, 282 ABD deniz piyâdesinin ölümü ve bu saldırının arkasından ABD’nin Fransızlar’la birlikte Lübnan’dan çekilmesi, Ortadoğu yâhut Lübnan târihini değiştiriyor.
Filmi bugüne ileri sararsak: Burada Hafız Esad’ın oğlu Beşar Esad devrilmek üzereyken, imdâdına İran’ın tâlîmâtıyla Lübnan’dan Hizbullah yetişti. Burada ayrı bir parantez açayım: Senin “Bir Mozaik olarak Türkiye” programının “Türkiye’de Arap Alevîler’’ https://medyascope.tv/2024/09/30/arap-alevileri-kimler/ üzerine olan bölümünü geçenlerde izledim. Orada, Beşar Esad’ın Arap Alevîliği ile İran’ın bir anlamda Caferî Şiîliği tam birbiriyle örtüşüyor mudur ya da Nasrallah’ın İslâm anlayışıyla Esad’ınki uyuyor mu, bu ayrı bir tartışma. Ama siyâseten ve silâh gücü olarak Hizbullah, İran’ın tâlîmâtı ve desteğiyle Suriye rejimini ayakta tutmak için orada çatışıyor. İran doğrudan işin içine giriyor, Rusya da giriyor. Bugün artık bu savaş sönümlendi. “Esad kazandı mı?” tartışmasına girersek de çıkamayız. Kazandı da, nasıl bir enkazın üstünde duruyor, Suriye devletinden söz edilebilir mi? Esad “Medenî Suriye” denilen, bizim sınırdan Halep, Hama, Humus, en son da Şam ve bir de deniz kenarı Lazkiye’den oluşan bu Suriye’yi elinde tutmayı başardı. Esad’ın Rusya’dan o kadar olmasa da artık İran ve Hizbullah varlığından rahatsız olduğuna yönelik farklı farklı zamanlarda çıkan yorumlar, yazılar ve haberler okuyorduk. Bu anlamda Esad için bir fırsat olabilir. Bir de artık dikkat edersen, Esad, Arap Ligi’ne geri dönebiliyor. Arap ülkelerinin Şam’da büyükelçilikleri yeniden faaliyete geçiyor. Esad böyle bir geri dönüş hazırlıyor. Dolayısıyla artık savaştan çok, yeniden îmar süreci hazırlığı başlıyor. Yeniden îmar için rahmetli Harirî zamânında Lübnan için keseyi açan Suudî Arabistan’dı. Harirî’yi öldürenin de Hizbullah olduğu ve ondan sonra gelen cinâyetler zincirinin de içinde Hizbullah’ın olduğu ortaya çıkmıştı, mâlûm. Bunun gibi daha derin cepleri olan, belki Körfez Arapları’yla, Suudlar’la birlikte ülkenin îmârı, Arap âlemine geri dönmek, orada da belki Putin’in ittirmesiyle ilke olarak geri çekilmeyi kabul etmesi şartıyla Erdoğan’la, Ankara’yla, Türkiye ile de arayı düzeltme yolunu arıyor herhalde. Bu mânâda bir direniş ekseninden söz edilebilir mi? O direniş ekseni içinde Esad’ın Suriye’si var mıydı? Olsa ne olur olmasa ne olur? Çünkü askerî olarak bir kapasitesi yok. Bunu herhalde böyle okumak gerekir diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: İsrail’in arkasında çok ciddî bir şekilde Batı var, ABD var, başka güçler de var, bunu biliyoruz. Ve bir şekilde örtülü olarak da olsa, Körfez ülkeleri de işin içerisinde; İsrail’i desteklemeseler bile, çok alenî bir pozisyon almıyorlar. Buna karşılık İran tam anlamıyla yalnız. İran’a dünyada destek veren herhangi bir ülke var mı? Türkiye yok.
Selcen: İran’ın zâten Rusya’yla bir alışverişi var. Ama kim kime destek oluyor? Rusya İran’a bu füze teknolojisi, yüksek teknoloji gibi konularda destek oluyor, İran da mühimmat konusunda Rusya’ya destek oluyor. Onun dışında, tabiî biraz bu “Şer Ekseni” söylemine kapılmış olacağız, ama bunun içine Kuzey Kore’yi ve bir ölçüde Çin’i de katmak gerekir. İran zâten doğalgazıyla, petrolüyle ayakta kalmaya çalışan, kendi halkıyla da kavgalı, baskıcı bir rejimle, potansiyelini açığa çıkarmak bir yana, potansiyelinin çok azıyla idâre eden bir ülke konumunda.

Ruşen Çakır: Peki, İsrail’den bir misilleme bekliyor musun Aydın? Savaş kabinesi çok açık bir şekilde “Olur” dedi. Amerika destek verebileceğini işâret etti. Belli ki söyledikleri şeyi yapacaklarsa, İran topraklarını hedef alacaklar.
Selcen: Hamas’ın 7 Ekim saldırısının tam 1. yıldönümü oluyor. İsrail’in beklemediği bir saldırıydı, gafil avlandı. Hizbullah’a yönelik olan müdâhalesi, savaşı ise İsrail’in beklediği, hazırlandığı, istediği ve aradığı savaş. Netanyahu İran’ı misillemeye zorlayarak onu da kendi istediği yere getirdi. Çünkü böylece hem Batı’ya dönüp, “Bakın, bunlarla nükleer anlaşma filan yapılmaz. Hem de 200’e yakın füze atıldı. Bunların hedefleri, her ne kadar onlar ‘iki hava üssü ve MOSSAD merkezi’ deseler de, yerleşim birimleriydi. Zâten MOSSAD’ın karargâhı şehir içinde. Buna bizim meşrû olarak cevap hakkımız doğdu ve bunu da istediğimiz, karar verdiğimiz ve seçtiğimiz zaman, istediğimiz şekilde yapacağız” dedi. Tamam, aslında buraya kadar olanı zâten daha önceden de alışık olduğumuz bir tarz. Bence farklı olan kısım, bu birkaç günlük sürede, İran’ın nükleer tesislerini vurmak için İsrail’e büyük bir fırsat penceresi açılması. Bu fazla açık kalacak değil. Ama burada en azından bugüne kadar hiçbir konuda İsrail’i dizginleyemeyen, durduramayan, hattâ harekât tarzı üzerinde etkili dahi olamayan ABD’nin, İran nükleer tesislerinin vurulması konusunda frenleyici olabildiğini görüyoruz.
Ama bir de işin şu tarafı var: Yeni gelen ABD Başkanı da bu olan bitenden sonra İran’la nasıl oturup nükleer anlaşmaya varacak, onu kestiremiyoruz. Ama eşi de bir Amerikan Yahudisi olan Kamala Harris’in, İsrail’e karşı Biden kadar müsâmahakâr olmadığını da şimdiye kadarki ifâdelerinden biliyoruz. O bakımdan böyle bir diplomasi manevrası yapıp, İran’ı anlaşma yoluyla nükleer bakımdan etkisizleştirerek İsrail’e destek olduğu gibi bir sunumla da bunu anlatabilir mi onu göreceğiz. Ben sanki Kamala Harris kesin kazanmış gibi konuştum, ama şu anda Kamala Harris’in kazanıp kazanmayacağını da bilmek mümkün değil.

Ruşen Çakır: Şu âna kadar olaya Netanyahu’nun iç politikada düştüğü zorluktan kurtulma olayı olarak bakıldı sanki. Özellikle Gazze’ye operasyonu uzatmasına ve ateşkese yanaşmamasına o gözle bakıldı. Ama işin içerisine Lübnan ve Nasrallah’ın öldürülmesi gibi olaylar girince, olayın boyutu, Netanyahu’nun parti politikasından ziyâde, İsrail devletinin uzun süredir üzerinde çalıştığı bir stratejinin hayâta geçirilmesi gibi geliyor bana, katılır mısın? Bir fırsat olarak birtakım şeyleri, özellikle İran üzerindeki teknolojik anlamdaki üstünlüğünü ve Batı desteğini arkasına alarak, bölgedeki düşmanlarını elimine etmek ya da iyice etkisizleştirmek gibi kapsamlı bir stratejisi varmış gibi geliyor bana. Ne dersin?
Selcen: İsrail, herhangi bir topoğrafik korunağı olmayan, dümdüz, küçücük bir ülke. İsrail yurttaşları açısından bir ölüm kalım mücâdelesi içinde oldukları, şu içinde bulunduğumuz günlerde ülkelerinin geleceğinin masada olduğu ve bir varkalma savaşımı içinde oldukları duygusunun egemen olduğunu söylemek mümkün bence. Bu, Netanyahu’yu destekleyenleri de Netanyahu’ya karşı olanları da dikine kesen bir duygu. Evet, dediğin gibi, ama hepsi bir arada. Evet, Netanyahu iktidârı sallanmaktaydı, zor durumdaydı. 7 Ekim saldırısı, hemen sıcağı sıcağına bir yanıt verilmesi gerektiği için Netanyahu’ya bir can verdi. Sonra Netanyahu işi uzattı, anlaşmayı reddetti. Bu anlamda benim söylediğim gibi, aradığı, istediği ve planladığı Hizbullah savaşının devre dışı kalmasını istemedi. Oysa Nasrallah bunu doğru okumayıp, böyle “Karşılıklı elleşmelerle bunu götürürüm, nasıl olsa o şekilde de bir ara ateşkese varılır” diye düşündü, ama hatâ etti. Artık bu noktadan sonra, Gazze’nin yerle bir edilmesi, Batı Şeria’nın hepten bir bantustan hâline döndürülmesi, Lübnan’da Hizbullah’ın yok olmaya yakın bir yere getirilmesi, İsrail’in öncelikleri olarak ortaya çıkıyor. Geriye, İran’ın nükleer silâh edinmesinin önüne geçilmesi kalıyor. Bu, ABD ile İran arasında varılacak bir anlaşmayla, yâhut İran’ın nükleer tesislerinin vurulmasıyla olacak. İsrail tam olarak güvenceye ancak o zaman kavuşmuş olacak. Ama diğer taraftan, 7 Ekim’in birinci yılında, Netanyahu, koltuğunu 8 Ekim’de olduğundan çok daha sağlamlaştırdı denebilir. Orada da Netanyahu’nun bu yönüyle hakkını teslim etmek gerekir herhalde.

Ruşen Çakır: Peki, toparlayacak olursak: İran bu savaşı, bu mücâdeleyi belli bir yerde sınırlı tutmak istiyordu. Ama İsrail sürekli olarak çok fütursuzca işler yaparak İran’ı belli bir noktaya çekti. İran böyle bir durumda, bir bölgesel savaşı yürütmek ister mi? Çok büyük bir belirsizlik var açıkçası. 
Selcen: İran’ın, bırakalım bölgeseli, şu anda herhangi bir savaş yürütecek mecâli pek yok bence. Ama Netanyahu 7 Ekim saldırısını kendi siyâsî ömrünü uzatmak için farklı bir istikamete tedâvül etmeyi başardı. Hattâ peşine, Nasrallah’ı ortadan kaldırarak Hizbullah’ı da ortadan kaldırmayı koyabildi. İran İslâm Cumhuriyeti rejimi, hele hele Rehber Hamaney’in de sağlığı ve yaşı göz önünde bulundurulduğunda ve buna hâkim olan başat unsurun da Devrim Muhâfızları Ordusu olduğu dikkate alındığında, Devrim Muhâfızları Ordusu’nun ağırlıklı olacağı karar alma yapıları, kendi bekalarını böyle bir savaş çıkartmakta görür mü? Ama “O nasıl bir savaş olacak, kim kiminle savaşacak?” kısmı açıkta kalıyor. Bir de Netanyahu’nun 3 dakikalık bir video yayınlayarak İran halkına, “Asil Fars halkı” diye hitap etmeyi denemesi ve o rejimden kurtulmaya dâvet etmesi var… Tabiî Netanyahu’nun çağırmasıyla İran halkının herhangi bir tepki göstereceği yok. Ama halkın rejimle arasının çok açık olduğunu biliyoruz.
Öte yandan Mesut Pezeşkiyan’ın da sürpriz bir cumhurbaşkanı olarak, İran’ı imkânlar dâhilinde dönüştürmeye çabalayacağını da biliyoruz. Bu yönden yine de ben bir savaş ihtimâlinin uzak olduğunu varsayıyorum. Hattâ bu misilleme için İran aslında yine de birkaç gün bekledi. Kendi içinde farklı görüşler ortaya çıktı. Ama nihâyet bu Devrim Muhâfızları Ordusu’nun başını çektiği şâhin kanadın, “Bir şey yapmak zorundayız” görüşü öne çıktı ve bu misilleme yapıldı. Dediğim gibi, bu misilleme, önceki gibi teatral değil; ama yapılabileceğinin de gerisinde kalan, bir başka eşiği, bir başka kapıyı açık bırakan bir misilleme oldu.

Ruşen Çakır: Söylediklerinden sonra herhalde şöyle toparlayabiliriz: Şu anda İsrail’in öncelikli meselesi, İran’ın nükleer kapasiteye kavuşmasını engellemek. Bunu ya Batı, ABD, İran’la pazarlık yaparak gerçekleştirecek ya da İsrail, riskli bir hamleyle misilleme bahânesiyle nükleer tesislere saldıracak. Eğer İran’daki nükleer tesislere saldırı gibi bir olay söz konusu olursa, o zaman hakîkaten bölge için kara kara düşünmek gerekir.
Selcen: Ama şunu da dikkate alalım: İran, Suudî Arabistan’ın İsrail’i tanıyarak, dolaylı yoldan da olsa ondan nükleer teknoloji edinme olasılığını bertaraf etmiş oldu. Yani İran da bu işten hiç kazançsız çıkmış değil. Hattâ İbrahim Anlaşmaları süreci de aksamış oldu. Bu bakımdan, İran’da siyâsî karar alıcı olan Mesut Pezeşkiyan’ın karar almasına imkân tanınırsa, herhalde bu işten bir uzlaşı, bir sühûletle çıkmayı tercih edecek. Ama orada da kendi işleri karışık. Bakalım Devrim Muhâfızları Ordusu bu olan biteni nasıl okuyacak ve yorumlayacak? Dolayısıyla tam bir uçurum kenarında yürümeye devam ediyoruz.

Ruşen Çakır: Evet Aydın, çok teşekkürler. Yine çok kapsayıcı oldu, çok sağ ol. Aydın Selcen’le İran-İsrail gerginliğinin bundan sonra nasıl seyredebileceği üzerine konuştuk. Kendisine teşekkürler, sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
20.10.2024 Doğrusuyla yanlışıyla Kürt hareketi üzerine yedi öne çıkan önerme
14.10.2024 Türkiye’nin Selahattin Demirtaş’a ihtiyacı var
13.10.2024 “Ben senin, beni sevebilme ihtimalini sevdim!”
09.10.2024 Transatlantik: ABD seçimlerine son 26 gün - 7 Ekim’in birinci yılında Ortadoğu
08.10.2024 Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi: Türkiye’nin gündeminde “muhâlefet boşluğu” var
08.10.2024 Mümtaz’er Türköne ile söyleşi: Silivri Postası
06.10.2024 Özgür Özel üzerine bazı gözlemler ve notlar: Pirinç/bulgur paradoksu
03.10.2024 Aydın Selcen ile söyleşi: İran-İsrail gerginliğinin geleceği
03.10.2024 Arzu Yılmaz ile söyleşi: Ortadoğu alt üst olurken Türkiye ve Kürtler
02.10.2024 Transatlantik: İsrail İran’a cevap verir mi? Lübnan’da Hizbullah’ın geleceği – Walz-Vance münâzarası
20.10.2024 Doğrusuyla yanlışıyla Kürt hareketi üzerine yedi öne çıkan önerme
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı