Arzu Yılmaz ile söyleşi: Ortadoğu alt üst olurken Türkiye ve Kürtler

03.10.2024 medyascope.tv

3 Ekim 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Gazze, ardından Lübnan, ardından İran’ın doğrudan İsrail’e füze saldırıları ve İsrail’in İran’a cevap verip vermeyeceği beklentisi. Bütün bunlar Ortadoğu’da çok ciddî bir alt üst oluşun yaşandığını ve daha da yaşanacağını gösteriyor. Kürtler bu süreçlerden nasıl etkilenir ve buna bağlı olarak, Türkiye bundan nasıl etkilenir? Bu konuları Kürdistan Erbil Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Arzu Yılmaz’la konuşacağız. Arzu, merhaba.
Arzu Yılmaz: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Türkiye’den baktığımızda işler çok zor gözüküyor. Erbil’den nasıl görünüyor bilmiyorum. 7 Ekim saldırısı 1 yılını dolduracak ve her geçen gün daha da şiddetlenen bir gerginlik var. Sen ne düşünüyorsun?
Yılmaz: Önce “Erbil’den nasıl görünüyor?” sorusuna cevap vereyim. Her ne kadar şiddet son bir yılda Ortadoğu ölçeğinde, Gazze Savaşı, arkasından İsrail-Lübnan gerilimiyle artmış gibi görünse de, aslında Erbil ölçeğinde bu gerilimi son 10 yıldır çok yüksek düzeyde hisseden bir yerden konuştuğumu söylemeliyim. Aslında bugün olanlar, Arap Baharı’nı referans alacak olursak, üzerine IŞİD’le savaşı da eklersek, o zamandan beri Ortadoğu’da bozulan dengelerin yeniden oluşturulmasına dönük yapılan hamlelerde yeni bir aşamaya geçmiş görünüyoruz. Bu dengenin son 10 yılda hangi ülkeler üzerinden yeniden kurulacağı netleşti. O da Körfez, İsrail ve İran. Biz zâten son 10 yıldır bu üç aktör arasındaki ilişkiler, gerilimler, çatışmalar, zaman zaman uzlaşmalar üzerinden yeniden güç dengesinin tesisi sürecinin içinden geliyorduk. Şimdi bu aşamada soru şu: Bu denge bir savaşla mı yoksa görece bir uzlaşmayla mı kurulacak? Tam bu aşamada olduğumuzu düşünüyorum. Arka plan üzerinden konuşmak gerekirse, bu geçtiğimiz 10 yıllık süreci düşünürsek yeni bir durum yok aslında. Ama hiç kuşkusuz yeni dinamikler var ve dediğim gibi, kimler arasında bu dengenin kurulacağı belli; ama bu dengenin bir çatışmaya, bir savaşa mı yoksa uzlaşmaya mı evrileceği henüz bu aşamada net görünmüyor.

Ruşen Çakır: Şu anda Irak, Suriye ya da Türkiye doğrudan etkilenmiyor gözüküyor; ama bir şekilde onları da etkilemesi kaçınılmaz. Meselâ Irak örneğinden bakacak olursak, Amerika Irak’tan kesin çekilme karârını açıkladı ve Irak üzerinde çok ciddî bir İran nüfûzu var, yani kendine yakın silâhlı güçleri, siyâsî partileri var. İran’ın bölgede güç kazanması ya da güç kaybetmesi, herhalde Irak’ı doğrudan etkileyecek. Benzer bir şekilde Suriye’yi de doğrudan etkileyecek; çünkü Suriye rejiminin ayakta kalmasında İran’ın, hattâ bir ölçüde Hizbullah’ın da o iç savaşa dâhil olmalarının katkısını biliyoruz. O anlamda bakarsak, İran’ın durumundaki iniş çıkışların bu ülkeleri etkilemesi üzerine ne söylersin? Şu hâliyle, İran’ın zor durumda gibi gözüküyor olması Irak ve Suriye için ne anlam ifâde ediyor?
Arzu Yılmaz: Bir kere şunun altını çizelim: Öncelikle burası etkilenmiyor gibi görünse de bu pek doğru değil. Çünkü İran-İsrail arasındaki gerilim cephesi çok uzun bir süredir Irak. Erbil son 3 yılda, İsrail’le işbirliği yapıldığı ya da İsrail istihbârat birimlerinin Erbil’de bulunduğu iddiasıyla, İran tarafından defalarca bombalandı. Ya da İsrail’in İran'ı bombalamasına mukabil, İran İsrail’i cezâlandırmak ya da Amerika’yı cezâlandırmak istediği zaman doğrudan Amerikan güçlerini hedef almak yerine, Irak’taki Kürtler’i hedef alıyor. Bu aynı şekilde Suriye için de geçerli. Özellikle son 2-3 yıldır Deyrizor’da çok ciddî gerilimler yaşanıyor. Iraklı Şiî grupların Amerika’yı cezâlandırmak için Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDF) hedef aldığını görüyoruz. Dolayısıyla Amerika, İran ve İsrail arasındaki gerilimden muaf bir coğrafyadan bahsetmiyoruz; bilâkis, bu gerilimin cephesi olan iki coğrafyadan bahsediyoruz.
İran’ın bu konudaki pozisyonuna gelecek olursak: Bu en başta söylediğimi biraz açmakta fayda var. Bu denge nasıl kurulacak? İran, geri döndürülmesi son derece güç bir siyâsî ve askerî nüfuz alanı inşâ etti. Tahran’dan Beyrut’a –Arap Baharı’nı biraz önce referans vermemin nedeni oydu–, sonra IŞİD’le savaşla güçlendiği bu sözünü ettiğim coğrafyada olağanüstü bir pozisyona geldi. İran, 2015’te bir nükleer anlaşma yoluyla üzerindeki baskıyı azaltmak ve çıkarlarını konsolide etmek gibi bir tercihte bulundu. Bu, sözünü ettiğim dengeyi kurmanın bir aşamasıydı. Daha sonra Trump’ın iktidâra gelmesiyle nükleer anlaşmadan çekilme, İbrahim Anlaşmaları’nın yapılması, daha sonra Biden döneminde Hindistan-Körfez ve İsrail’e uzanan enerji koridoru projesinin gündeme gelmesiyle, İran'ın hem bölgeye meşrû bir aktör hem de uluslararası sisteme entegre olma ve bu yolla çıkarlarını maksimize ettiği bir noktada, konsolidasyona gitme niyeti sekteye uğradı. Fakat Trump’tan sonraki gelişmelere bağlı olarak, İran’ın bu hevesinin geri püskürtüldüğü ya da yeniden çepere itildiği bir noktada, Gazze Savaşı İran’a, oturduğu yerden parmağını kımıldatmadan bu dezavantajlı pozisyonundan yeniden avantajlı bir konuma gelmesinde yardımcı oldu.
Bir kere her şeyden önemlisi, İsrail, 20. yüzyıl boyunca sürdürdüğü ve İran’ın 79’dan beri hedeflediği ama yapamadığı, İsrail’in devlet olarak meşrûiyetini sorguladığı bir durumda, İsrail kendi kendini Uluslararası Cezâ Mahkemesi’nde soykırımdan yargılanacak ölçüde İsrail karşıtlığını, hattâ antisemitizmi yeniden tetikleyecek ölçüde kendi konumunu sorgulanır bir duruma düşürdü.
İkincisi, masadan kalkmış olan iki devletli çözüm yeniden masaya geldi. Üçüncüsü, biraz önce söylediğim gibi İbrahim Anlaşmaları, Suudî Arabistan-İsrail yakınlaşması, Hindistan-Suudî Arabistan-İsrail enerji yolu var. Yeniden kendini dışarıda bulan İran, Gazze Savaşı ile kendisine karşı oluşan blokun bizzat İsrail tarafından altının oyulması yoluyla yeniden avantajlı duruma geldi. Bu rejimin iki temel hedefi, iki şeytanı vardı. Birisi İsrail, birisi Amerika. İsrail, Gazze Savaşı’yla kendi altını oydu. Öbür tarafta Amerika ise çekilmeye meylediyordu zâten. Kaldı ki bundan iki hafta önce hem Irak’tan hem Suriye’den çekilmeyi taahhüt altına aldığı bir anlaşma imzâladı. Dolayısıyla İran’ın böyle bir pozisyonda, pasif kalması ve kendisinden beklenen ölçüde sert tepki vermemesi, bana göre ve hiç şüphesiz sıklıkla senin konuklarının ya da başkaca uzmanların da altını çizdiği gibi, çok ciddî bir ekonomik sıkıntı, ciddî bir toplumsal baskı ve kendi rejiminin meşrûiyetinin biraz önce saydığım nedenlerle dışarıda değil ama içeride sorgulanır hâle geldiği bir momentte, kendisini yeniden güçlü bir pozisyonda buluyor. Hiçbir şey yapmadığı durumda daha avantajlı olması, İsrail’in ve Amerika’nın bu tutumları, İsrail’in o “stratejik sabır” dediği yolda devam etmesini sağladı.
Peki, bundan sonrası ne olacak? Evet, İsrail muhtemelen bugün ya da yarın bir cevap verecektir. Belki nükleer tesisleri de hedef alacaktır. Ama hem Amerika’nın İsrail’e desteğini açıklarken koyduğu şartı, hem de böyle bir bölgesel savaşa dönüşmesinde İsrail de dâhil olmak üzere hiçbir aktörün çıkarının olmadığı gerçeğini göz önünde bulundurduğumda, benim beklentim, Amerikan seçimlerinin sonuçları. Çünkü seçimleri Trump kazandığında bunların neye evrileceği konusunda bir tahminde bulunmakta zorlanıyorum. Ama en azından seçimlere kadar, İsrail bugün geri dönüp İran’ı vursa bile, nükleer tesislerini hedef alsa bile, bunun son derece kontrollü, büyük ölçüde zarar vermeyecek bir saldırı olacağını ve buna karşılık İran’ın da yine kontrollü bir cevap vereceğini, dolayısıyla Amerikan seçimlerine kadar bu karşılıklı saldırıların kontrollü bir şekilde devam edeceğini tahmin ediyorum. Ama ondan sonra, Amerika’da kim başa gelir? İsrail nasıl bir İran politikası izler? O aşamada bu durumu yeniden değerlendirmek îcap eder.

Ruşen Çakır: Biraz önce, İsrail istihbârat birimlerinin Erbil’de bulunduğu iddiasıyla İran’ın Erbil’i bombalamasından söz ettin. İsrail öteden beri Suriye, İran, Irak gibi düşmanlarını rahatsız etmesi için Kürtler’e sıcak bakar, Kürt örgütleri de İsrail’e sıcak bakar gibi bir şehir efsânesi vardır. Sen Kürt meselesini bölgesel olarak çok iyi bilen birisi olarak bu konuda ne düşünüyorsun? Gerçekten böyle mi, yoksa bu çok klişe bir şey mi?
Yılmaz: Bir kere böyle bir genelleme yapmamıza imkân verecek bir veri yok elimizde. Bu, güneyde Irak Kürdistanı’nda, Kürdistan Demokrat Partisi ile İsrail arasında 1960’larda… Ama unutmamak gerekiyor ki 1960’larda İsrail böyle bir desteği buradaki Kürt hareketine verirken, bunu İran’la birlikte yapıyordu. Yani İsrail tek başına yapmıyordu ve 1975’te bu desteğini geri çektiğinde, senin dediğin gibi şehir efsânesine dönüştürülen “Kürtler’e sempati” ya da destek, pek de bir anlam ifâde etmedi. Günün sonunda İsrail’in çıkarları farklı bir tutum almayı gerektirdiğinde, o destek çekildi. Ama buna mukabil şu da bir gerçek: Aslında mevzûya İsrail ve Kürtler olarak değil, Kürtler’in Amerika’yla 1990 sonrası kurduğu ittifak çerçevesinde baktığımız zaman, kaçınılmaz olarak bu sâdece İsrail için geçerli değil, Türkiye için de geçerli. Gerçeği olduğu gibi yansıtmak yeterince çekici olmuyor diye tahmin ediyorum. İsrail denildiği zaman, argümanınızı daha provokatif, daha dikkat çekici yapabiliyorsunuz.
Ama mevzûyu bugün İsrail ve genel Kürt hareketiyle değil, Irak Kürdistanı ve KDP ile bir ilişki üzerinden târifleyecek olsak dahi, bunun asıl çerçevesini oluşturan, 1990 sonrası Amerika’yla buradaki Kürtler’in ilişkisidir. Bu çerçevede, 1960-70’lerde nasıl İsrail İran’la birlikte Kürtler’le ilişki kuruyorsa, 1990 sonrasında da bunu Türkiye ile birlikte düşünmek gerekiyor. Dolayısıyla bu arka plan üzerinden de İsrail ve Kürtler arasında, özel, gizemli, çok da açığa çıkmayan bu tür tevâtürleri destekleyecek somut bir veri, en azından benim ulaşabildiğim kaynaklarda elime geçmedi. Bir de şunu eklemekte fayda var: İsrail’de, Irak Kürdistanı’ndan 1950’lerde göç eden Yahudiler var. Bu göç eden Yahudiler’le, özellikle 2000’lerden sonra buradaki bölgesel yönetimin kurduğu yakın ilişkiler var. Dolayısıyla toplumsal ve kültürel düzeydeki bu tür ilişkileri, örneğin Türkiye’deki Diyarbakır ya da İran’daki coğrafyalardan farklı kılacak kültürel alışverişleri, gidiş gelişleri mümkün kılan bir zemin var. Ama tekrar ediyorum: İsrail ve Kürtler’in kadim ittifak yaptıklarına dâir bir veri ne yakın târihte ne de geçmişinde benim bildiğim kadarıyla yok.

Ruşen Çakır: Peki, İsrail’le Hamas arasında, İsrail’le Hizbullah arasında, İsrail’le İran arasında yaşanan bu gerilimi Kürtler nasıl tâkip ediyor? Biraz önce bu dengelerin nasıl ve nereye kadar değişebileceğini yorumladın. Anladığım kadarıyla, bir savaşa dönüşme ihtimâlini en azından Amerikan seçimlerine kadar pek görmüyorsun.
Yılmaz: Evet, seçime kadar görmüyorum.

Ruşen Çakır: Ama bu alt üst oluşlarla güç dengeleri çok değişiyor. 7 Ekim saldırısında güç dengeleri farklıydı, 1 sene sonrasında biraz daha farklı olacak. Meselâ Hizbullah’ın lider kadrosunun büyük bir kısmı öldürüldü. Hamas için de aynı şey söz konusu. Binlerce sivil ve asker öldürüldü. Bütün bunların, meselâ Irak’taki, Suriye’deki, özellikle de İran’daki Kürtler’i ve Türkiye’deki Kürtler’i bir şekilde ilgilendiriyor olması lâzım. Tabiî ki birlikte hareket eden bir Kürt topluluğundan bahsetmek mümkün değil. Sâdece Irak’ta bile birbiriyle kavgalı olan farklı farklı Kürt partileri var. Ama jeopolitik olarak bakıldığı zaman, Kürtler bu gelişmeleri endîşeyle mi karşılıyorlar, yoksa aslında bunun kendileri için bir fırsat yaratabileceğini mi düşünüyorlar? Meselâ İran’daki rejimin zayıflaması herhalde İran Kürtleri’nin isteyeceği bir şeydir diye varsayıyorum.
Yılmaz: O matematikten pek öyle bir şey çıkmıyor. Gözlemleyebildiğim kadarıyla Kürtler’in bu alt üst oluştan çıkardıkları iki temel sonuç var. Kürt siyâsal alanında farklı aktörlerle işbirliği üzerinden birtakım siyâsî kazanımları referans alacak olursak ve “Bu yeni durumda bu kazanımların –ki bu kazanımların çoğu kaybedildi– yeniden kazanılması nasıl bir denklemde mümkün olabilir?” sorusu üzerinden bakacak olursak, bir kere pozisyonların ve politikaların belirlenmesini önemli ölçüde şekillendiren bir veri var. Nedir o veri? 90’lardan bu yana olanın aksine, bir küresel gücün oyun kurucu olduğu bir Ortadoğu’da değiliz artık. Bu birinci veri. Bu, Ortadoğu’daki bütün aktörler açısından önemli; ama Kürtler açısından çok daha önemli. Çünkü 1990’dan sonra her ne kazanım olduysa, bu, Amerika’nın doğrudan desteğiyle olmamış olsa dahi, Amerika’nın Ortadoğu’da bir oyun kurucu olarak var olmasının mümkün kıldığı bir faktördü.
İkinci veri şu: Biraz önce en başta târif etmeye çalıştım: Bu yeni güç dengesi, burada Körfez, İran ve İsrail denkleminde kurulacak belli ki. Ama bu denklemde Türkiye yok. Tekrar Amerika’ya referans vereceğim. 90’lardan beri Amerika bu bölgede Kürtler’le ilişki kurduğu ölçüde, Kürtler üzerinde hem siyâsî hem askerî olarak en fazla etkinlik gösterme kapasitesine ulaşan ülke de Türkiye’ydi. İki yıl önce ben de bunu tartışıyordum; hattâ “Çok açık ki Türkiye Ortadoğu’daki bu yeni denklemin çeperine düşmüş görünüyor” cümlesini kuruyordum. Burada Türkiye’nin yeniden denkleme dâhil olmasını mümkün kılacak olan, İran’a karşı –ki bu 90’lardan beri böyledir– çifte çevreleme politikası vesîlesiyle Türkiye ilk kez Irak’ta askerî olarak varlık gösterme imkânı bulmuştur. Ya da 2003’ten sonra, o 1 Mart tezkeresi sersemliği atlatıldıktan sonra, 2008’le birlikte yeniden Türkiye’nin etkinliği Amerika’nın cesâretlendirmesi ve ön açmasıyla mümkün olmuştur.
Geldiğimiz aşamada şu var: 1) Amerika’nın artık Ortadoğu’da oyun kurucu rolünde olmayacak olması, 2) Yeni kurulacak dengenin merkezinde ya da parametrelerinden birinde Türkiye’nin olmayacak olması. Şimdi böyle bir durumda, öyle görünüyor ki Kürtler daha çok İran’la Araplar arasında denge gözetecekler. Bunun da çok rasyonel iki nedeni var. Birincisi, sözünü ettiğimiz Suriye ve Irak coğrafyasında, Kürtler Sünnî Araplar’la yaşıyor. Araplar’la ilişkiler konusunu göz önünde bulundurmalarının altını çizmek lâzım. İkincisi, bu bölgelerde en etkin bölgesel aktör İran. Zâten Doğu Kürdistan İran topraklarında. Bugün benim merkezinde olduğum Erbil’deki Irak Kürdistanı… Şöyle bir parantez açayım: Yirmi gün sonra, iki üç yıldır yapılamayan parlamento seçimleri yapılacak. Bu bölgede İran’la ilişkileri kötü olan neredeyse tek Kürt aktör KDP nihâyet İran’la uzlaştığında, burada seçimler yapılabildi. Bu bile İran’ın burada Kürt siyâsal alanını etkileme kapasitesi hakkında bize yeterince bilgi veriyor ve dediğim gibi Suriye sâhası var. Bugün sâdece Fırat’ın doğusunda değil, aynı zamanda Fırat’ın batısında, Afrin söz konusu olduğunda bile Esad rejimiyle, o Şahba bölgesindeki varlığıyla İran, bu sözünü ettiğim üç aktör içerisinde Kürt siyâsal alanına odaklandığımızda, diğer aktörlerden açık ara daha avantajlı konumda.
Böyle bir durumda, soruna vereceğim cevap, evet, Kürt siyâsal aktörleri, bu üçlü arasında kurulacak dengede, İran’ı askerî ve siyâsî bakımdan etkin bir güç olarak göz önünde bulundurmak zorunda. Ama öbür taraftan, hem İran’ı dengelemek hem de zâten Sünnî Araplar’la yaşıyor olmasından kaynaklı mecbûriyetlerle, Körfez’i de bu denklemde gözetmek durumunda. Ama dediğim gibi bunlar şu âna kadar geldiğimiz durumu târif ediyor. Eğer bundan iki üç ay sonra bölgesel bir savaşa dönüşürse, sonuç ne olur bilmiyoruz. İran üzerinden başka neler çıkabilir? Onu ayrıca tartışabiliriz.

Ruşen Çakır: Bu söylediğin, Türkiye’nin bu güç dengelerinde devre dışı çeperde olması durumu çok önemli. Şimdi bir iki gündür Türkiye’de bir “iç cephe” muhabbeti var, izledin mi bilmiyorum. Devlet Bahçeli dile getirdi. Sonra Meclis’teki grup toplantısında iç cepheyi güçlendirmek, yani etrafta füzeler uçuşurken Türkiye’nin kendi içinde birlik berâberlik içerisinde olması konuşuldu. Bir de Meclis’te MHP, DEM Partililer’le el sıkıştı. Resepsiyonda Özgür Özel ve Devlet Bahçeli çok samîmî bir şekilde muhabbet ettiler. Bir ara, darbe girişiminin ardından yapılmıştı bu. Ama meselâ Yenikapı Mitingi’ne HDP çağrılmamıştı, oraya dâhil edilmemişti.  
Yılmaz: Yenikapı’dan sonra daha çok şey oldu ve birçok şeye dâhil edilmedi.

Ruşen Çakır: Evet. Şimdi tekrar Türkiye’de Kürtler’in de adının anılmaya başladığı bir süreç başlatmak isteyebilirler. Tabiî bunu “Bir açılım olacak” anlamında söylemiyorum; ama böyle hafif birtakım şirinlikler, “Hepimiz kardeşiz” türünde birtakım şeyler olacak gibi duruyor. Bir de anayasa tartışması var, biliyorsun. Kürtler, en azından DEM Parti, bu anayasa tartışmasının içinde yer almak istiyorlar. Ama anlaşıldığı kadarıyla MHP-AKP ortaklığı buna el vermiyor; yani bunu mümkün kılacak bir ortaklık değil. Fakat bir esneme olma ihtimâli konuşulmaya başlandı.
Bölgesel gelişmeler nedeniyle Türkiye’de, sahte ya da değil, böyle bir tür bahar havası esiyor. Tabiî bu arada Erdoğan, “İsrail’in gözü Anadolu’da” diye bir açıklama yaptı.  Sonuçta buna inanan çok insan var Türkiye’de ve buradan hareketle Erdoğan da başka partiler de bir şeyleri seferber edebiliyor. Türkiye bu bölgesel gelişmeleri bir alarm olarak alıp, Kürtler’i de dâhil ederek kendi içerisinde bir “normalleşme”ye gidebilir mi? 
Yılmaz: Biraz önce söze başladım, ama sonra karıştırıp bağlamak istediğim yere bağlayabildim mi emin değilim. Ama senin sorun buna fırsat verdi. Türkiye bu çeperde kalma hâlinden, “İran’ı yeniden dengelemek adına denkleme dâhil olurum” aklıyla, ilişkilerini normalleştirme yönünde üç dört senedir birtakım hamleler yapıyordu. Şimdi geldiğimiz aşamada değişen şu: İsrail bu kadar cepheden İran’a karşı pozisyon almışken, Türkiye’nin kendisine bu kargaşadan rol çıkarma imkânı da ortadan kalktı. İsrail doğrudan İran’la bu kadar kafa kafaya girme riskini göze alacak bir pozisyondaysa, Türkiye’nin bu durumdan bir rol çalma imkânının tümüyle ortadan kalktığını düşünüyorum.
Bu son iç cephe tartışmaları, safları yeniden sıkılaştırma söylemleri, siyâseten el sıkışmalar filan tam da böyle bir okumanın tezâhürleri bana kalırsa. Türkiye, bu çeperde kalma hâlinden, yumuşak bir geçiş, ilişkileri normalleştirme ve Amerika’nın çekilmesinin havada asılı durduğu ve bir takvim meselesi olduğu bir durumda, fırsat geldiğinde bir NATO üyesi olarak “Bunu benden daha iyi yapabilecek kimse yok” diyebilir. Biraz önce söylemeye çalıştığım gibi, Türkiye’nin bu konuda 90’lardan beri gelen bir deneyimi var. Ama şu anda öyle görünüyor ki İran’ı dengelemek için artık Türkiye’ye ihtiyaç yok. İsrail zâten bunu kafadan yapıyor. Denklemde, bir de Suudî Arabistan, Körfez var. “NATO üyesi olmayan önemli müttefik” statüsü kazanan Katar var.
Sonuç olarak gerek CHP ile olsun gerek DEM Parti’yle olsun, içeride siyâseten işâretleri belirginleşmeye başlayan bu hareketlerde, Ortadoğu’da artık açığa çıkmış ve kendi içinde en fazla, “çatışmayla mı ya da uzlaşmayla mı dengeye oturacağı” sorusunu içeren bir aşamaya gelmiş olmasını okumanın, bunu görmenin telâşı var. Peki bu yardımcı olur mu? Bunu ben de düşündüm. Türkiye, çok ciddî sorunlar olmasına rağmen ne Batı için ne de Kürtler için kolayca gözden çıkarılabilecek bir aktör değil. Çünkü bizim, bu denklemi ortaya koyarken, İran’ın Kürt sâhasını domine ettiği ve bunu geriye çevirecek başka bir güç görülmediği ortamda şunu gözden kaçırmamanız gerekiyor: Biz “Kürtler” derken, seküler, demokratik bir rejim inşâsı çabasında olan, haklar özgürlükler üzerinden toplumsallaşan, siyâsî yapılarını inşâ eden bir politik gruptan bahsediyoruz. Dolayısıyla, İran’ın doğu, güney ve batı Kürt sağlarını domine ettiği ve buradaki tüm aktörlerle aynı anda konuşabilen, işbirliği yapan güçlü bir aktör konumunda olması, sözünü ettiğim yapıdaki bir Kürt siyâsal hareketini de zor duruma düşürecektir.
Ama bunun alternatifi de hâlihazırdaki Türkiye değil. Türkiye’nin, teorik ve coğrâfî birtakım sosyal, târihsel arka planlar üzerinden bu denklemde, en azından Kürtler için hâlâ gözden çıkarılabilecek bir ülke olmadığını pekâlâ söyleyebiliriz. İran-Türkiye karşılaştırmasının yeri gelmişken, bununla ilgili bir örnek vereyim. Bırakın diğer Kürt sağlarını, Irak Kürdistanı’nda Türkiye’nin etkisi, sâdece KDP ile konuşabilen ve iş yapabilen bir Türkiye kadar kaldı. Ama öte yandan, KDP ne kadar Türkiye ile işbirliği yapsa da, gün geldi Araplar’dan, gün geldi Türkiye’den, gün geldi Amerika’dan destek aradı. Ama günün sonunda, ancak Tahran’a gidip İran’la anlaştığı durumda buradaki işlerini yürütebilecek bir aşamaya geleceğine kanaat getirdi ve nihâyetinde, bugün seçim yapılabiliyorsa, KDP ile Tahran işbirliği konusunda mutâbık kaldıkları için olabiliyor.
Böyle bir durumda Türkiye’deki rejimin, gün geliyor 2İsrail gelip bize saldıracak”, gün geliyor “Kürtler devlet kuracak” gibi hamâset ve algılar üzerinden söylemlerine, hâlâ alıcısı olan bir Türkiye kamuoyu varsa ve dolayısıyla en son aldığı biçimi, ekonomik göstergeler dışında sorunlu görmüyorsa, bu hâliyle devam edecek bir Türkiye’nin, her ne kadar sâdece İran’la muhâtap olmanın ciddî dezavantajlarıyla karşı karşıya olacak olsa da Kürt aktörler için bir alternatif oluşturmadığını hâlihazırdaki durumda söyleyebilirim. Şöyle bir istisnâ olabilir: Gazze Savaşı ve özellikle Nasrallah’ın öldürülmesi, İsrail’in Yemen ve Suriye’deki ısrarlı saldırıları karşısında İran hiç şüphesiz zayıfladı. Bu zayıflamayı Suriye ve Irak sâhası üzerinden okuyoruz. Böyle olduğu durumda dahi Kürtler’le, bu sözünü ettiğim bütün aktörlerle konuşabilme, işbirliği yapabilme ve söylediklerini onlara yaptırabilme kapasitesini elinde bulundurduğu sürece, bu zayıflamayı pekâlâ Kürtler’le birlikte hareket ederek dengeleyebilir. Bunu, Pezeşkiyan’ın son Irak ziyâretinde, Bağdat’ta Irak Cumhurbaşkanı’yla Kürtçe konuşarak, nasıl bir diplomasi ve PR yaptığını görebiliriz. Bu savaş sürecinde bir yılda İsrail’e karşı beklendiği ölçüde sert cevaplar vermeme yoluyla ya da bu desteklediği güçlerin güç kaybının onu zayıflattığı durumda, Kürtler’le birlikte hareket ederek onların beklentilerine karşılık gelebilecek birtakım tâvizler, birtakım jestler yaparak –ki o jestler, Pezeşkiyan’ın Irak ve Erbil ziyâretleri çok önemli bir göstergeydi–, aynı şekilde Suriye’de Şam’la Kürtler arasında bir anlaşmaya arabuluculuk yaparak pozisyonunu, Kürtler arasındaki bir uyumu kendi lehine, bölgedeki gücünü tahkim etmek için kullanabilir. Bunu yaparsa şaşırmam açıkçası.
Ama hiç kuşkusuz bunun şöyle bir tehlikesi de var: Böyle bir uyumdan Kürtler’in güçlenerek çıkacak olması kaçınılmaz bir sonuç. Ama İran bunu bir tehdit olarak mı görür ya da bir tehditler önceliği sıralaması yapıp da bunu sonraya mı öteler bilmiyorum. Fakat bu yolu tercih etmeyip, Kürt aktörler arasında zâten artık birbiriyle çatışma noktasına gelecek kadar sertleşen kırılmalar üzerine oynayıp onları birbiriyle çatıştırmaya kalkarsa, işte o zaman belki Türkiye bâzı Kürt gruplarıyla işbirliği yaparak Kürt siyâsal alanında yeniden zemin bulma imkânını arayabilir. Ama dediğim gibi, herkes gibi Kürt siyâsal aktörelerinin de Kasım seçimlerine kadar olabildiğince sessiz ve gözlemci durumunda, olayların gelişmelerini tâkip ettiğini gözlemliyorum.
Aslında Trump’la Biden arasında, Ortadoğu bağlamında Amerika’nın dış politikasında çok radikal bir değişiklik olduğunu söyleyemeyiz. Geçtiğimiz 10 yılda öyle büyük radikal farklılıklar olmadı; ama şu çok net: İran’ın, çıkarlarını maksimize ettiği bir noktada ve buna mukabil, dışarıda değil ama içeride çok zayıfladığı, artık bir normalleşme ve hem bölgesel hem uluslararası alanda kendisini meşrû bir aktör olarak yeniden konumlandırma niyeti açık. Bu niyet, 2015’ten beri Batı’yla sürdürdüğü ilişkilerde ya da bugün İsrail’e cevap verme biçiminde net olarak gözlemlenebiliyor. Seçimlerden sonra tek fark şu olabilir: Çünkü Demokratlar seçildiğinde, en azından Trump gibi meydanı boş bırakan bir pozisyon almayacağını biliyoruz. Offshore balancer dedikleri, dışarıdan dengeleme bakımından diplomatik olarak pozisyon almaya çalışacaklarını, bunun da işlerin kolaylaştırılmasına önemli bir etkisi olacağını tahmin ediyorum.
Bu bağlamda son bir şey söylemek isterim. Bu çokça tartışılıyor. Amerika bir taraftan “İsrail bizi dinlemiyor” diyor, ama öbür taraftan da İsrail ne yapıyorsa Amerikan silâhlarıyla yapıyor. Çünkü Amerika ne yaptıysa, İran’ın 80’lerden beri, hattâ ağırlıklı olarak 90’lardan beri, değil rejimini yıkmak –ki zâten ondan çoktan vazgeçti–, bir türlü İran’ın gücünü azaltmayı bile beceremedi. Şimdi böyle bir durumda, İsrail hazır İran’ın gücünü zayıflatmaya dönük adımlar atarken, Amerika’nın, kendisinin yapamadığının İsrail eliyle yapılmasına göz yuman bir pozisyonu aldığını düşünebiliriz. Kasım seçimlerinde eğer Demokratlar gelirse, daha zayıflatılmış, ama tümüyle geri püskürtülmemiş, Ortadoğu’daki bölgesel dengenin meşrû bir tarafı olarak tanınmış bir İran’ın, en azından yatırım yaptığı siyâsî projenin bu olduğunu söyleyebilecek durumdayız şu anda.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Arzu. Epeyce bir şey konuştuk. Değerlendirmelerin çok iyiydi. Çok teşekkür ederim.
Yılmaz: Ben teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Evet, Kürdistan Erbil Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Arzu Yılmaz’la, Ortadoğu’daki gelişmeleri ve İran-İsrail gerginliğini konuştuk. “Bu süreçte Kürtler bundan nasıl etkilenir ve Türkiye bunun neresinde?” konusunda Arzu Yılmaz’ın değerlendirmelerini aldık. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
20.10.2024 Doğrusuyla yanlışıyla Kürt hareketi üzerine yedi öne çıkan önerme
14.10.2024 Türkiye’nin Selahattin Demirtaş’a ihtiyacı var
13.10.2024 “Ben senin, beni sevebilme ihtimalini sevdim!”
09.10.2024 Transatlantik: ABD seçimlerine son 26 gün - 7 Ekim’in birinci yılında Ortadoğu
08.10.2024 Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi: Türkiye’nin gündeminde “muhâlefet boşluğu” var
08.10.2024 Mümtaz’er Türköne ile söyleşi: Silivri Postası
06.10.2024 Özgür Özel üzerine bazı gözlemler ve notlar: Pirinç/bulgur paradoksu
03.10.2024 Aydın Selcen ile söyleşi: İran-İsrail gerginliğinin geleceği
03.10.2024 Arzu Yılmaz ile söyleşi: Ortadoğu alt üst olurken Türkiye ve Kürtler
02.10.2024 Transatlantik: İsrail İran’a cevap verir mi? Lübnan’da Hizbullah’ın geleceği – Walz-Vance münâzarası
20.10.2024 Doğrusuyla yanlışıyla Kürt hareketi üzerine yedi öne çıkan önerme
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı