Gazeteci Ahmet Dönmez Gülen cemaatinin dünü, bugünü ve yarınını sorguluyor

04.12.2025 medyascope.tv

4 Aralık 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Ahmet Dönmez bir gazeteci. Uzun yıllar Zaman gazetesinde çalıştı. Sonra yurt dışında önce İsveç'te, bir süredir de Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşıyor ve benim Fethullahçılık olarak tarif ettiğim, devlet diliyle FETÖ denen, kendi dilleriyle Hizmet Hareketi ya da Gülen Hareketi’ni sorgulayan yayınları ve yazılarıyla bayağı gündemi belirliyor. Ahmet Dönmez'le, Gülen Cemaati’nin dünü, bugünü ve yarınını ve neyi neden yaptığını, ne tür tepkiler aldığını konuşacağız. Ahmet, merhaba.
Ahmet Dönmez: Merhaba. Teşekkür ediyorum.

Ruşen Çakır: Estağfurullah. İkimiz açısından da riskli bir yayın yapıyoruz. Olsun, risk iyidir. Gazetecilik böyle bir şeydir. Tabii sen bu hareketin içerisinden gelen birisi olarak, daha çok, hareketin mensuplarına ya da yakınlarına yönelik ve herkese açık yayınlar yaptın. Ama şimdi biz bunu başka bir alana taşıyoruz. Hasan Cemal’in ‘’Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım’’ kitabına bir göndermeyle, “Kimse Kızmasın, Kendimi Anlatıyorum” ismiyle, 5 videoluk bir yayın dizisi yaptın. Ama kendini anlatırken, bu hareket içerisindeki geçmişin ve bugünün üzerinden anlattın ve bu hareketin çok kritik, hassas ve dokunulması istenmeyen yerlerine dokundun; hem kendinle yüzleştin hem de hareketle yüzleştin. Doğru özetledim mi?
Dönmez: Kesinlikle. Bu arada şunu söyleyeyim, ben de başlarken o sizin de dikkat çektiğiniz şeyden dolayı nasıl hitap edeceğimi bilemiyorum. Bir kere meslektaşıma “Bey” diye hitap etmekten hoşlanmıyorum. Ama yaş farkımız da var, ‘’Ruşen’’ de diyemiyorum. ‘’Ruşen Ağabey’’ desem, şu anda çekirdekleriyle ekranın karşısına geçmiş, ‘’Ahmet Dönmez'e vuracak malzemeyi nasıl buluruz?’’ diye bekleyen o bahsettiğiniz cemaattekilere de fırsat vermiş olacağım. “Bak ne kadar samimilermiş, Ruşen’e Ağabey diye hitap ediyor” diyecekler. Yani zorluk daha oradan başlıyor. Evet doğru özetlediniz, “Kimse Kızmasın, Kendimi Anlatıyorum” serisi yaptım. Aslında bunu yapma sebebim, sizin de işaret ettiğiniz gibi cemaatin içine seslenmekti. Bir defa ben kendimi Cemaat’e anlatamıyorum. Kendimi anlatamadığım için sürekli komplo teorilerine, birtakım iftiralara maruz kalıyorum. Beni MİT’çi olmakla, bir yerden güdümlü olmakla, bir yerlerden para almakla suçluyorlar. Mesela şimdi bu yayın da bunun bir deliliymiş gibi sunulacak, bunu ikimiz de biliyoruz.

Ruşen Çakır: Evet.
Dönmez: Aramızda bir bağ ve bir organizasyon var, aynı ekip, aynı network tarafından kullanılıyoruz, yönlendiriliyoruz, bize vazifeler veriliyor ve biz de onun için şimdi başka yeni bir faza geçmiş oluyoruz. Evet, böyle söyleneceğini adım gibi biliyorum. Yıllardır buna maruz kaldığım için zaten önce ben bir kendimi anlatayım dedim. “Kimse Kızmasın Kendime Anlatıyorum”un asıl birinci derecede muhatabı, Cemaat’in içiydi. “Benim geçmişimi bilirsiniz. Ben nereden geliyorum, benim bu hareket içerisindeki varlığım, geçmişim, bulunduğum yerler, daha önceki söylemlerim, daha önceki inanışlarım, inançlarım, bakış açılarım neydi ve oradan buraya nasıl geldim? Geçmişte Fethullah Gülen için böyle düşünen, böyle söyleyen bir adam şimdi niye böyle konuşur oldu? Eğer bunu iyi anlayabilirseniz benim ne demek istediğimi de benim hikâyemi de daha iyi anlayabilirsiniz’’ diyorum. Bundan dolayı o yayını çektim. Ama tabii ki Türkiye'ye bakan tarafları da, Türkiye’ye söylediğim şeyler de var. 

Ruşen Çakır: Ben olabildiğince yakından takip etmeye çalışıyorum. Sen de biliyorsun, çok yayın yapıyorum. Birçok tartışmayı da Medyascope’ta başlattık. Mesela Gökhan Bacık'ın fesih önerisi hâlâ gündemde. Ama ben zaten bunu Cemaat’in en güçlü olduğu, AK Parti ile arasının çok iyi olduğu zamanlarda da yapıyordum. Tabii erişim engeli olan birtakım hesaplar var, bunları göremiyoruz, bazen biliyoruz. Ama belli bir süreden itibaren, öncesi de var aslında ama özellikle 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra, yurt dışındaki bu hareketin, gazeteci, akademisyen gibi daha eli kalem tutan, düşünce üreten kesimlerinde bir sorgulama ve yüzleşme eğilimi görüyorum. Kopanlar oldu, kimisi hiç ağzını açmadan koptu, ama kimileri de dönem dönem birtakım internet siteleri vs. çıktı biliyorsun.  Mesela Medyascope’ta son dönemde düzenli yazan bazı kişiler var. Bunların büyük bir kısmı, Cemaat’le yüzleşme ve içeriden Cemaat eleştirisi yapıyorlar. Bu sorgulama eğilimi yenilgi sonrası bir eğilim mi, yoksa zaten bu kaçırılmaz mıydı?
Dönmez: Aslında 15 Temmuz'dan önce, özellikle teorik anlamında bir eleştiri sürecinin başladığını gözden kaçırmamak lazım. Özellikle o zaman için kendilerine ‘’Kıtalar Arası’’ diyen, Gökhan Bacık'ın da aralarında olduğu birkaç akademisyen zaten bu süreci başlatmıştı ama dolaylıydı. Özür diliyorum 15 Temmuz'dan sonra ‘’Kıtalar Arası’’ oldu, onun öncesinde ‘’Mavi Yorum’’du galiba. 15 Temmuz'un ardından daha doğrudan, direkt bir süreç başladı. Ben bu bahsetmiş olduğunuz yayın serisinde yenilgiden ziyade onu “Büyük anlatının çöküşü” ve “Bizim Berlin Duvarımız’ın” çöküşü olarak tarif ettim. Bu, şu demekti: Burada asıl belirleyici faktör yenilgi değil. Duvar yıkıldıktan sonra, arkasından, daha önce gizli olan, bizim bilmediğimiz, ama bu ‘’duvarın’’ yıkılmasıyla beraber görmeye başladığımız gerçeklerdi. Asıl bu, insanları sorgulamaya, konuşmaya ve sizin de bahsettiğiniz gibi bazılarında uzaklaşma, bazılarında ayrışma, kopuşa itti. Çünkü Cemaat’in bir sivil, bir de mahrem yapısından oluşan dual yapısı, öncelikle Cemaat’in kendi içine yönelik bir tedbir ve bir manipülasyondu. Şunu gerçekten samimiyetimle ifade edebilirim ki, bir gazeteci ve Zaman gazetesinde 15 yıl muhabirlik yapmış birisi olarak, ben bile bu ‘’mahrem’’ birimler denilen yerlerde neler yapıldığını bilmiyordum. Bunu ‘’duvar’’ yıkıldıktan sonra öğrendik. Bunu da ne sağladı? 15 Temmuz'la beraber, o büyük anlatının ve illüzyonun çöküşü ile beraber, insanlar bir yerlerde yanlışlık olduğunu fark edip konuşmaya başladılar.
Geçmişte, bu süreçlerin, bu kararların içerisinde olan, belki de aslında tam da içine sindiremeyen, vicdanen rahatsız olan, ‘’ama vardır bir hikmeti’’ diyerek veya daha büyük bir resme odaklanarak, işler yolunda ve doğru giderken, ‘’herhalde doğrusu bu’’ diye kendini kendi kendini ikna ederek ve iyileştirerek yapıp ettiği bazı şeyler, bu duvarın ve büyük anlatının çökmesiyle onu rahatsız etmeye başladı. “Hayır bir dakika, meğer buralarda bir hikmet yokmuş. Meğer buralar daha önceden bize anlatıldığı gibi değilmiş, gerçekten de benim vicdanımın söylediği gibiymiş” duygusu ve düşüncesi ağır basmaya başlayınca, kişiler yaşadıklarını anlatmaya başladılar. Ama eğer ben bu mücadeleyi başlatmış olmasaydım, normal şartlarda anlatacakları bir mecra olmayabilirdi. Çünkü şu anda bu yoğun “savaş” ortamından dolayı, bir defa Türkiye'deki medya organlarına sanki bir koz vermek gibi olacağından dolayı bunu konuşmayacaklardı. Âdil ve bağımsız yargılama süreci olmadığı için, mahkemelere de güvenip anlatmayacaklardı. İşkence veya tutukluların tahliye olma niyeti dışında, dışarıdan, yani tutuklu olmayan insanlar bunları anlatmayacaklardı. Güvenebilecekleri bir mecra lazımdı, ben bu süreç içerisinde doğal olarak bu ihtiyacı gidermiş oldum. Çünkü kendim de bu arayışın, sorgulamanın içindeydim. Öncelikle ‘’15 Temmuz nedir, diğer suçlamalar nedir?’’ bunun ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Yollar kesişince burada konuşan çok insan oldu. Ben de bunları yazdım ve kamuoyuyla paylaştım.

Ruşen Çakır: Senin yayınlarını olabildiğince takip etmeye çalışan birisi olarak sorayım: Sen kaynaklarının adını vermeyen, verilmesini istemeyen kişiler ve onlardan aldığın bilgileri yazıyorsun. Gazetecilikte bu iş böyledir. Bazen isim veriyorsun ama genellikle vermiyorsun. Anladığım kadarıyla, seni bilgilendirenlerin bazıları halen bu yapı içerisinde önemli yerlerdeki insanlar. İsimlerini merak etmiyorum ama bazı bilgiler var ki birinci elden geliyor. Sen o bilgileri de paylaştın uzun zamandan beri. Bu kişiler bu bilgileri paylaşıyor ama, sonuçta bunlar aslında kendi durumlarını da bir anlamda riske atacak bilgiler.  Birileri bir şeyler yapıyor ama gidişattan çok da razı değiller ve bir anlamda birtakım şeylerin ortaya çıkmasını, tartışılmasını mı istiyorlar?
Dönmez: Evet, kesinlikle öyle. Benim bu hareketle, bu camiayla ilgili yaptığım yayınların tamamının kaynağı, sizin de dediğiniz gibi camianın içinden insanlar. Birçoğu da kerli felli ve önde gelenler, hakikaten bu bu karar alma süreçlerinin ve o mekanizmanın içinde olmuş insanlar. Bu bize neyi söylüyor? Aslına bakarsanız, burada olan biten, sadece camianın içinde olup bitmekle kalmadı ve tabii Türkiye'nin yakın tarihine de çok büyük bir damga vurdu. Sadece Türkiye'de değil, belki bölgeyi de katmak lazım. Bunlar aslında küçük bir grubun icraatları olduğu için, kalabalık bir kitle bunlardan rahatsız. Aslında bu süreçte, içeride bu görüş ve yorum farklılıklarının 15 Temmuz'dan önce bir çatışmaya zaten dönmüş olduğunu, ama bunun kamuoyuna yansımadığını, kapalı kapılar ardında kaldığını öğrenmiş oldum. Ama az önce söylediğim gibi ‘’Berlin Duvarı’’nın çöküşüyle beraber, “Artık koruyacak veya doğru bildiklerimizi söylememize engel bir şey kalmadı çünkü zaten alınabilecek en büyük darbeleri ve yaraları aldık. Bundan sonra bazı şeyleri iyileştirmek ve konuşmak lazım” diyen insanlar inisiyatif aldı diyebiliriz. Ha, bu ne derece inisiyatiftir? Sonuçta çıkıp kendi isimleriyle ve yüzleriyle konuşmuyorlar, ama en azından benim sorularıma cevap vermiş olmaları, beni doğru bir şekilde bilgilendirmiş olmaları bu rahatsızlığı gösteriyor. Doğru bir şekilde bilgilendirmekten kastım, benim bu süreçte yaptığım yayınların ve yazdığım yazıların hemen hepsi teyit edilmesi. Zaman içerisinde hepsi doğru çıktı. Bu, içerideki o arayışı da, huzursuzluğu da, olan bitene duyulan tepkiyi de gösteriyor. “Bizim bu başımıza gelenler, şu saçmalıklar, yanlışlar, günahlar ve şu kişiler ya da bu kafa yapısı yüzünden geldi” diyen epey bir kalabalık kitle var. Aslında bu benim anlattığım “Kimse Kızmasın, Kendimi Anlatıyorum” hikâyesi, Ahmet Dönmez'in hikâyesi değil, buradaki on binlerce cemaat gönüllüsünün de hikâyesi aynı zamanda. Bakın, “Ben aldatıldım” demiyorum, ikinci videonun kapak başlığı “Aldatıldık” idi. Bu aldatılma, aslında hepimizin, on binlerce insanın hissiyatı şu anda. ‘’Bize bu söylenmemişti, biz böyle olduğunu bilmiyorduk’’ duygusu çok ağır bastı, anlatabiliyor muyum?

Ruşen Çakır: Ben bu hareketi incelerken, güçlü olduğu zamanlarda, sivil kanat ve sivil olmayan kanat diye bir ayrım yapmıştım. Siz şimdi sivil olmayan kanata ‘’mahrem yapı’’ diyorsunuz, o artık yerleşti. Ama o tarihte benim bu yaptığım şeylere çok sert tepkiler geldi; kızdılar, yalan dediler. Bu hareketin bir görünen yüzü var, bir de görünmeyen yüzü var diye vurgulamak istiyordum. Görünen yüzünde, gazeteciler, akademisyenler, iş insanları, okullar, okulların yöneticileri, vakıf yöneticileri var. Bunlar kendi tabirleriyle bir ‘’hizmet’’ yapıyorlar. Eleştiri var ama sonuçta bir sivil bir faaliyet yürütüyorlar. Ama onların yürüttüğü faaliyetlerden güç alan, görünmeyen ve sivil olmayan bir kanat, birtakım entrikaların, ‘’Paralel devlet’’ dedikleri bir şeyin içerisine giriyor. Sivil olmayan bir yapının yaptığı, karıştırdığı bir haltın faturasını, tabii ki doğal olarak karşısında gördüğü vakıf yöneticisi, gazeteci ya da akademisyene soruyordur.  “Aldatıldık” lafın, aklıma onu getirdi. Sivil alanda, bir şekilde Allah rızası için çalıştığını düşünen birçok insan, kendi emeklerinin, birileri tarafından birtakım ajandalarla kullanıldığı gerçeğiyle karşılaşıyorlar. Öyle mi?
Dönmez: Kesinlikle öyle. Bir nevi kendinizi lojistik güç gibi görüyorsunuz, hissediyorsunuz. Kullanılmışlık duygusu derken kastettiğim de o. Ve burada acı olan; benim gibi olanlar, bu hareketin belki %90'ını %95'ini oluşturuyor. Ama en büyük bedeli de bunlar ödedi. Ben değil, yurt dışına çıkanlar değil, yurt içinde kalmış olanlar. Belki siz de sosyal medyada, Meclis koridorlarında veya siyasi parti genel merkezlerinde görüyorsunuz. ‘’Acaba 20 Ekim PKK süreciyle başlayan bu barış süreci veya adına ne derseniz deyin, bundan biz de faydalanabilir miyiz?’’ diye umut eden insanlar, bunun en ağır bedelini ödediler ve ödemeye devam ediyorlar. Kurunun yanında yaş da yandı, bunu siz de yayınlarınızda defalarca vurguladınız. Çok büyük acılar birikti ve belki uzunca yıllar geçmeyecek bir kin tohumu ekildi, devlete düşman nesiller yetiştiriliyor. Bunun bir an önce son bulması gerekiyor. Anlatmaya çalıştığım, aslında kendi hikâyemle beraber, bu, gerçekten her şeyden habersiz, bilmesi halinde bunlara onay vermeyecek, rıza göstermeyecek hatta bununla mücadele edecek yüz binlerce insan, şu anda yok yere bunun bedelini ödüyor. Bunun görülmesini istiyorum. Sizin bu davetinizi memnuniyetle kabul etmekteki en büyük gerekçelerimden birisi bu. Ben neyle suçlanacak olursam olayım, beni yine neyle yaftalayacak olurlarsa olsunlar, en azından çıkıp bunları söylemek istiyorum. Çünkü sesimiz duyulmuyor. Bir kürenin içerisindeyiz, bizim sesimiz içeriden dışarıya duyulmuyor, dışarının sesi içeriden duyulmuyor.
Yeni bir soru gelecek mi bilmiyorum ama benim vurgulamak istediğim bir şey var: Bu, belki Türkiye’nin, Cumhuriyetimizin 100 yıldır kırılamayan bir döngüsü. Sürekli birileri dayak yedi, birileri biçildi, nesiller yok oldu. Bazen bu Aleviler oldu, bazen Kürtler oldu, bazen sosyalistler, solcular oldu, bazen dindarlar oldu, bu bir kısır döngü. Şimdi sıra, CHP'ye, bazı Kemalistlere geldi. Bu döngüyü bir yerde kırmak gerekiyor. Ben bir yüzleşme yapıyorum, aslında tam değil ama kısmen yaptım. Belki Hasan Cemal gibi bunu kitaba çevirsem, ki öyle bir niyetim de var, dört başı mamur, adamakıllı bir yüzleşme yapacağım. Bu, onun bir fragmanı gibi oldu. Ama bence Türkiye'de bütün kesimlerin böyle bir yüzleşme yapması gerekiyor. Çünkü hani o şarkıda dediği gibi, “Masum değiliz hiçbirimiz.” Ben, herkes eşit derecede suçlu veya sorumlu diye iddia etmiyorum. Kimilerinin suçu, sorumluluğu daha fazla, kimilerininki daha az. Ama herkes bir şekilde az ya da çok, kirlendi. Yıllar önce Cemil Çiçek bir röportajında "Topyekûn bir tevbe-i nasûh lazım” demişti, hatırlarsınız. Bence öyle bir şeye ihtiyaç var artık. Bu yüzleşme topyekûn bir yüzleşme olmalı. Herkes geçmişiyle, hatalarıyla, günahlarıyla yüzleşmeli. Türkiye'nin artık kaybettiği bu zamanı ve enerjiyi geri kazanmak için yeni bir süreç başlatması gerekiyor.

Ruşen Çakır: Burada çok hassas bir olay var, senin de bizzat yaşadığını biliyorum. Çünkü sen bir ara “Hocaefendi, Fethullah Gülen’e yenildi, hepimiz yenik sayıldık” başlığıyla bir yazı yazmıştın ve bayağı bir kıyamet koparmıştı. Bu yüzleşmelerin en kritik noktası bu. Fethullah Gülen miti var ortada. Bu hareketi dışarıdan izleyen birisi olarak, benim birtakım vargılarımdan birincisi, bu hareket Fethullah Gülen'le başlar, Fethullah Gülen'le biter diye düşünmem. Fethullah Gülen'in haberi ve onayı olmadan bir şey olabileceğini şahsen düşünmediğimi her vesileyle de söylerim. Ama mesela son dönemdeki sorgulamaların büyük bir kısmında Gülen’e dokunmama durumu var. Şimdi isimleri vermeye gerek yok. ‘’A kişisi şunu yaptı, B kişisi bunu yaptı.’’ ‘’Hocaefendi’nin haberi olmadan bir şeyler yapıldı’’ gibi şeyler okuyorum ve bu bana çok gerçekçi gelmiyor. Ama burada birileri Fethullah Gülen'den bağımsız bir şekilde, kritik, çok daha varoluşsal konularda perde gerisinde bir şeyler yapmış olabilir mi hakikaten? Yoksa, insanlar ona dokundukları zaman kendilerine fazla dokunmuş mu olacaklar? Fethullah Gülen'i sorgulamak, artık bunca yıl yaşanmışlığı sorgulamak gibi olacak, ondan mı korkuyorlar?
Dönmez: Kesinlikle. Bu aslında sizin de işaret ettiğiniz gibi çok katmanlı bir mesele, bunun bir tane cevabı yok ve hepsinin de haklılık payları var. Bir taraftan, bu, çok büyük bir yıkım, çok ağır bir travma ve kanayan bir yara, çok da şiddetli geçiyor. Bu şartlar altında insanlar tutunacak bir dal arıyor. Bilhassa da yaşı 20'lerin, 30'ların üzerindekiler “Ne yani ben bütün bir ömrümü boşa mı harcadım? 20-30 yılım boşa mı gitti, sen bize bunu mu anlatmaya çalışıyorsun?” diye bakıyor. Veya hapis yatıp çıkanlar “Ben şimdi 5-6 sene boşa mı yattım? Ya da ‘’şu an hâlâ yatmakta olan benim babam, kardeşim, bir hiç uğruna mı yatıyorlar?” duygusu var. Burada insanları tutanlar arasında birinci sırada lider geliyor. “Kralın dokunulmazlığı” diye bir kavram vardır ya, ne olursa olsun kralın dokunulmazlığını koruyacaksın. Fakat ben 7-8 sene buna azami hassasiyet göstermekle beraber, son yayınımda da ifade ettiğim gibi “Bu bir lider hareketi ve bu hareketin içerisinde yer aldığı bütün bu dönüm noktalarını, bu hadiseleri de liderden bağımsız olarak konuşmak gibi bir oksimorona, bir absürtlüğe düşmeyeceğim, artık düşemem” diyerek bazı şeyleri söyledim. Çünkü gerçekten durum öyle.
Evet, her yapılanı Gülen’e sormamış olabilirler veya Gülen hepsine onay vermemiş olabilir. Bir yerde ondan, genel hatlarıyla, makro ölçekte aldıkları bir cevazı, bir fetvayı veya bir ışığı, daha da genişleterek, yayarak çok farklı yerlerde de kullanmış olabilirler. Ama yıllarca yapılagelen birtakım eylemler, suçlar, iddialar var diyelim, bir yere kadar haberiniz olmasa bile kesin olarak haberinizin olduğu bir tarih var. Mesela 15 Temmuz ve 15 Temmuz'la beraber ortaya dökülenler. On binlerce itiraf ve mahkeme dosyaları var. Hadi, işkence altında alınmış ifadelerdir diye mahkeme dosyalarına güvenilmiyor. Ama mahkeme dışında da benim yayınlarım ve bana konuşanlar var. Bir lider, normalde eğer bilmiyorsa, olan bitenden habersizse “Bunlar benden habersiz olmuş” diyerek derhal bir iç denetim mekanizması başlatmalı, bunu çalıştırmalı, komisyonlar kurmalı ve üzerine gitmeliydi. Ben şöyle bakıyorum olaya: ‘’Geçmişte haberi var veya yok’’tan ziyade, olduktan sonra ne yaptı?’’ Bütün mesele bu. “Gülen beni yıktı” diye başlık atıyorum ya, onun içerisinde bunlar da var. Niye benim rahatsız olduğum kadar o rahatsız olmadı?

Ruşen Çakır: Aslında bunun cevabını sen en son yaptığın yayında veriyorsun. Aralık 2018’de yapılan meşhur ‘’Şeffaflık Bildirgesi.’’ Gülen hareketi içinde yer alan ve Avrupa'nın değişik kentlerinden gelen akademisyen, gazeteci, yönetici ve iş insanlarının bulunduğu 60 kişi, Almanya’da gayet iyi niyetli bir şekilde toplanıyor, “İşler iyi gitmiyor, birtakım şeyler yapmamız lazım’’ diyerek, iki gün oturup çalışıyorlar ve 30 maddelik ‘’Şeffafiyet’’ bildirgesini hazırlıyorlar. Biz Medyascope’ta onun tam metnini de yayınladık. https://medyascope.tv/2025/12/01/gulenin-reddettigi-seffaflik-bildirgesi-tam-metin/ Bu bildirgede, iç denetleme mekanizmaları, görev süreleri, paranın kontrolü gibi her şey var. Onu Fethullah Gülen'e sunuyorlar, çünkü lider hareketi. ‘’Hocaefendi de bu işlerden rahatsız, ona katkıda bulunalım’’ mantığıyla bunu yapıyorlar.  Çünkü Avrupa'da 60 kişi iki gün boyunca toplanıp bunu hazırlarken, herhalde kafalarında, “Biz bunu hazırlayacağız, o da ‘Helâl olsun çocuklar, bakın bunlar çok önemli, tartışalım’ diyecek” düşüncesi varmış. Ama ne olmuş? Sen Erkam Tufan Aytav’dan anlattığından aktarıyorsun. Erkam Tufan bildirgenin maddelerini okumaya başlayınca daha 10. maddeye geldiğinde kestirip atmış değil mi? 
Dönmez: Evet. Erkam Tufan Aytav'ın ‘’Rahatsızlığından dolayı devam edemedik okumaya’’ diye bir açıklaması oldu. Ama ben asıl sebebin bu olmadığını biliyorum. Çünkü asıl sebep bu olsa, iyileştikten sonra okur ve bir dönüş yapar. Organizasyon heyetinde yer alan isimlerden Mahmut Akpınar, bütün o süreci öncesiyle sonrasıyla anlattı. O toplantı fikri nasıl doğdu? Hazırlıklar hangi aşamalardan geçti, katılımcılar hangi kriterlerle belirlendi? Bu toplantı hangi şartlarla yapıldı? Mesela şartlardan bir tanesi şu: Mutlaka ve mutlaka Gülen'e bildirilecek ve Gülen'in yaptığı değerlendirmeler bütün katılımcılarla paylaşılacak, geri bildirim yapılacak ve sonra, bu onayın ardından da bu maddelerin hayata geçmesinin takibini yapmak üzere ayrı bir takip heyeti kurulacak. Şimdi bu şartlarla toplantı yapılıyor ama Gülen'e sunulduktan sonra hiçbir geri bildirim yok. Toplantıların devamı yapılacak ama bunlar da yapılmıyor. Kararlar da hayata geçmiyor. Peki bu bize neyi söylüyor? Hastalıktan dolayı okumama gibi bir durum yok.
Aslında hemen hemen aynı dönemlerde, Amerika'da da başka bir akademisyen heyeti, iki günlük toplantı düzenliyor. Ben onu bilmiyordum. Daha sonra o heyetin içerisinde yer alan birisi, Gülen gibi düşünen birisi, bunu YouTube'da anlattığı için öğreniyoruz. Benzer bir şey orada da olmuş. Onlar da gidiyorlar Gülen'e sunuyorlar. Hatta sunumu yapan kişi de Gülen'in eski talebelerinden birisiymiş, ismi verilmiyor. Ve o da okumaya başladığında, daha ilk maddelerden itibaren Gülen çok rahatsız olmaya başlıyor. Ve yine aynı şekilde, ilk maddelerde daha tamamlanmadan sinirlenip müdahale ediyor ve tamamlanamıyor. Bu bize aslında iki şeyi söylüyor. Bir tanesi, az önce dediğim gibi cemaat içerisinde gerçekten de birçok şeyden habersiz olan, evrensel değerlere bağlı, şeffaflık, hesap verebilirlik, karar alma süreçleri ile ilgili denetim, iç denetimdir, dış denetim, hepsini isteyen, arzulayan ve normalde olması gerekenin bu olduğunu düşünen epey kalabalık bir kitle var. Ama bunların dediği olmadı. Bunların dediği olmadığı gibi, hareket bu noktaya geldi. O yüzden bu insanlar kendilerini aldatılmış ve kandırılmış görmeye başladı.
İkinci boyutu şu: Gülen'in, aslında benzer taleplerin hepsine aynı şekilde karşılık verdiğini görüyoruz. O akademisyenlere de, bizim bu şeffaflık toplantısına da, ki daha başka bilgiler de ortaya çıkmaya başladı. Benzer girişimler başka yerlerde de olmuş. Hemen hepsi de aynı yere toslamış. Peki, o zaman burada iki türlü davranabiliriz. Bir, gerçekten objektif, vicdanlı bir şekilde, aidiyet gözlüklerini, tarafgirlikleri bir kenara bırakarak, mevzuya hakikaten olması gerektiği gibi bakmak. İkincisi de tamamen o at gözlükleriyle ve kutsallarla bakmak. Şimdi, o kişiyi kutsallaştırdığınız zaman, onun hiçbir hatasını görmediğiniz gibi, ona bir hata isnat edildiği zaman göğsünüzü siper ediyorsunuz. Hangi davranışı seçeceksiniz? Ben burada birincisini seçtim. Çünkü insan olmanın, vicdanlı olmanın, aydın olmanın, değer endeksli hareket etmenin… Biz neyi önemsiyorduk? ‘’Biz bir değer hareketiyiz’’ diyorduk. Bizim için önemli olan değerlerdi, kişiler değil. Burada yapının kendisine bir kutsallık atfetmiyorsun ki. Kavgasını verdiğin şey bu değil, o değerlerdi.
Az önce, Türkiye'de 100 yıldır devam eden, kırılamayan bir döngü olduğunu söyledim. Bununla ilgili itirazlarımız vardı. Ben o yayının birinci bölümünde bu hareketin içerisindeki varlık sebebimi anlattım. Şunu kabul edelim: Biz hiçbir zaman gerçek anlamda bir hukuk devleti olamadığımız için, demokratik, özgürlükçü bir demokrasiye sahip olamadığımız için Türkiye'de bütün gruplar hemen hemen kendisini gizleyerek olageldi. Bunun, kendini gizleyen cemiyetler, cemaatler, örgütlerle ilgili, siyasi literatürde, sosyolojide geniş bir karşılığı var. Özellikle de ‘’survival logic’’ denilen, kendisini varoluşsal bir baskı altında ve takibat altında hisseden yapılar gizliliğe başvururlar. Bunu bir yöntem olarak, örgütsel ilke olarak benimserler ve böyle hareket ederler. Mesela Türkiye'de Ermeniler kendilerini gizlemiş, isimlerini değiştirmiş, Ermeni değilmiş gibi yaşamışlar yıllardır. Sabetaycılar öyle, Aleviler öyle, bazı Kürtler öyle. Yıllarca namaz kılan memurlar, namaz kıldığını belli etmemeye çalıştı, gizli kıldı. Veya benim tanıdığım, eşi başörtülü bürokrat veya akademisyenler var. Üniversitede akademisyen ama eşiyle beraber sokağa çıkmıyor, alışverişe gitmiyor. ‘’Eşim başörtülü, beni onunla beraber görürlerse kariyerim biter. Doçent olamam, profesör olamam’’ diyordu. Şimdi bütün bu gerçekleri yokmuş gibi davranarak cemaati de konuşamayız, Türkiye'nin bugününü de konuşamayız.
Eğer bizim bir Tayyip Erdoğan ve AKP günahımız varsa, bu günah hepimizin, topluca bütün ülkenin günahı. Bu arada sizi de zor durumda bırakacak bir şey söylemek istemem, ölçerek konuşmaya çalışıyorum. Bu iş bu noktaya geldiyse, işte bu bahsetmiş olduğum bir arka plan var. Türkiye'nin yakın tarihinde yaşananlar var. Bütün bunların sürüklediği bazı tedbirler var. Cemaat de buna fazlasıyla riayet etmiş ama asıl problem şu: Hani 90'larda ‘’merkez ve çevre’’ denilen çok meşhur bir söylem vardı O bürokratik merkeze karşı çevrenin bazı talepleri vardı. Çünkü biz kendimizi, bu hâkim sınıfın ideolojisinin dışında kalmışlar olarak, ‘’ötekiler’’ gibi görüyorduk. Türkiye'nin bir sürü ‘’ötekileri’’ bir sürü ‘’zencileri’’ var. Onlardan da birisi bizdik. Çünkü 28 Şubat süreciydi. Bu şartlar altında, hep şöyle bir algı vardır: ‘’Görünmeyen bir iktidar var, gizli bir iktidar var, bir güç var.’’ Buna bazıları ‘’derin devlet’’ demiştir, bazıları kontrgerilla demiştir, bazıları ‘’Özel Harp Dairesi’’ demiştir, bazıları Ergenekon demiştir. Bir şekilde adlandırılmıştır. Ama hep bir gizli yapılanma. Bu müdahale eder. Türkiye'de hukuk hiçbir zaman işlemez. İktidarlar da aslında görünürde sembolik iktidarlardır. ‘’İktidar olabilirsin ama muktedir olamazsın diye meşhur bir söz vardır. Peki o zaman buna karşı nasıl mücadele etmek gerekir? Bir defa hukuku, demokrasiyi tesis ederek. Biz böyle inanıyoruz. Eğer bir ayrımcılık varsa bunu ortadan kaldırmak lazım. Bir fişleme varsa bunu ortadan kaldırmak lazım diye bakarken…

Ruşen Çakır: Fişleme dedin de, bir zamanlar bir haber yapmıştım. Birisi bana zamanında nasıl fişleme yaptığını, Türkiye'de öğrencileri, Alevileri fişlediklerini, özellikle Alevileri fişlediklerini anlatan bir e-posta yollamıştı. Hatta ben onu haber yapınca bana çok tepki gösterdiler, yalan olduğunu söylediler. Ama Fethullahçılık, her yerde, bütün kurumlarda herkesi fişlemiş değil mi?
Dönmez: İşte tam o konuya geleceğim ben de. Biz tam da bu yanlışlarla, bu kötülüklerle mücadele etmek için buradayız. Ama bu duvarın çökmesiyle beraber öğrendiğimiz şey şu oldu: Siz aslında mücadele ettiğinize dönüşmüşsünüz. Ben bunu yine literatürden genişçe alıntılarla ifade etmeye çalıştım. Nietzsche'nin ‘’karanlığa uzun süre bakanlar kendileri de zamanla ona dönüşebilir’’ veya ‘‘canavarla mücadele edenler çok dikkatli olsunlar, kendileri de o mücadeleden canavarlaşarak çıkabilirler’’ sözü vardır. Benim kabullenemediğim bunlar oldu. Soru almalar, vermeler, dinlemeler, fişlemeler. Mesela Ergenekon Balyoz süreçleri. Bilmiyorum bununla ilgili de konuşacak mıydık? Az önce de söylediğim gibi, Türkiye’de bir vesayet olduğunu kabul ediyoruz. Askerî vesayet veya bir şekilde bir vesayet var. Bir görünmez iktidar var, darbeler yapıyor. Bir darbe kültürü, teamülü var. Ve siz bu darbelerle mücadele etmek üzere kendinizi konumlamışsınız. Demokrasiden geriye dönüş yok demişsiniz. Bu Balyoz, Ergenekon operasyonlarına çok iddialı ve coşkulu bir şekilde destek çıkmışsınız. Çünkü bu hukuksuzluklarla mücadele edileceğini zannediyorsunuz. Ya bu ülkenin bir JİTEM gerçeği var. Bu ülkenin bir faili meçhuller gerçeği ve geçmişi var. Çok acı bir bakiyemiz var bizim. Bütün bunlarla mücadele edilecek ve Türkiye artık normalleşecek, demokratikleşecek zannediyorsun. Bundan dolayı destek veriyorsun. Ama sonradan bir öğreniyorsun ki, normalde belki gerçekten de haklı olabilecek bu soruşturmalar başka bir amaçla kullanılmış, Sahte deliller üretilmiş. siz bunu niye yapıyorsunuz? Burada zaten yeterince güçlü argümanlarınız da var, unsurlar da var. Niye bununla yetinmiyorsunuz? Niye sahteliğe başvuruyorsunuz? Niye hukuksuzluğa başvuruyorsunuz? Niye siz de ‘’ötekiler’’ oluşturuyorsunuz? Niye siz de birilerinin canını yakıyorsunuz, insan hakları ihlallerine imza atıyorsunuz? Peki, biz bunlardan haberdar mıyız? Değiliz. Bana ‘’sen de nasıl gazetecisin nasıl haberdar olmuyorsun?’’ denebilir.
Bir örnek vereceğim: Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, yıllar sonra verdiği röportajlarda, Balyozla ilgili hem o zamanki 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan'ı hem de o zamanki Kurmay Başkanı, daha sonra Genelkurmay Başkanı olacak İlker Başbuğu suçladı ve dedi ki, "Ben emir vermiştim. Hiç düşman dahil edilmeyecekti seminere, ama beni dinlememişler ve bilerek bunu yapmışlar’’ dedi. ‘’Darbe toplantısı’’ demiyor ama bunun gerçekten de bir darbe semineri olduğu anlaşılacak şekilde kavramlar kullanıyor Aytaç Yalman. İlker Başbuğ’u da bazı şeyleri kendisinden gizlemekle suçluyor. Peki, ben bundan ne zaman haberdar oldum? Emekli olduktan sonra ve bu soruşturmalardan sonra. Yani düşünün, bir Kara Kuvvetleri Komutanının haberi olmuyor altında olanlardan ve daha sonra buna itiraf ediyor. Ben de şunu söylüyorum: Gerçekten olmayabiliyor. Eğer burada çok disiplinli bir şekilde bir gizleme kararı varsa ve bu örgütlü bir gizlemeyse, başta da sizden gizleme kararı almışsa yönetim, siz derken cemaatin kendi tabanını kastediyorum, haberiniz olmayabiliyor veya duysanız bile kondurmuyorsunuz, inanmıyorsunuz. Bunu, dışarının ‘’düşmanın’’ size yönelik bir psikolojik harekâtı gibi görüyorsunuz ve hep bir büyük resim vardır. Bence, Türkiye ile ilgili üzerine gidilmesi gereken ve tedavi edilmesi gereken hastalıklardan bir tanesi de bu. Bu ‘’büyük resim’’ söylemi veya hastalığı, artık nasıl adlandırırsak, çok büyük bir bela. Ama bu belayı doğuran da az önceki söylemiş olduğum Türkiye'nin gerçekleri.

Ruşen Çakır: Yavaş yavaş toparlayalım Ahmet. Çünkü bayağı bir şey konuştuk. Bir de sen de biliyorsun, YouTube yayıncılığında süreyi tutturmak gerekiyor. Senin yayınlarda da anlattığın bir Ahmet Şık, Nedim Şener örneği var. Mesela siz o dönem rahatsız olmuşsunuz, ama hiçbir şey de yapmadınız. Bizler sokağa çıktık, yürüyüş yaptık, tepkimizi gösterdik. Ben her gün resimlerini koydum mesela. Şimdi yaşadıklarımdan sonra doğru mu yaptım emin değilim ama en azından sesimizi çıkardık. Sizlerde de bunun yanlış olduğunu düşünen bazı insanlar vardı ama sesinizi çıkarmadınız. Bağrınıza taş mı bastınız yoksa çok da önemli değil miydi?
Dönmez: Yok, önemliydi aslında. Bu arada haber merkezimizden o yürüyüşe katılan muhabir arkadaşlarım oldu.

Ruşen Çakır: Öyle mi?
Dönmez: Evet, ama bir iki tane. Ben katıldım mı? Hayır. Bunun yanlış olduğunu düşündüm mü? Evet. Ama gidip yürüyüşe de katılmadım, bunu açıktan da ifade etmedim. Yüzleşmem gereken şeylerden bir tanesi de buydu. O yüzden zaten bu örneği de verdim. Ahmet Şık'la da zaman zaman görüşmeye çalışıyorum. Kendisine buradan da selam yolluyorum. Bir özür dilemem tabii ki gerekiyor ve özür dileyeyim burada. İşte o büyük resmi bu yüzden bela olarak nitelendiriyorum. Bazı meselelere çok fazla idealistçe, dava gözüyle baktığınızda, büyük resim size tutarsızlıkları göstermez ya da onu gözden kaçırmanıza neden olur. Birtakım çelişkiler vardır ama siz onları görmek istemezsiniz ve her şeyi tek bir büyük anlatıyla, büyük bir hikayeyle, basitçe açıklamaya çalışırsınız ve dersiniz ki: ‘’Burada asıl mevzu ne? Tamam, içeride bazı yanlışlar olabilir, tamam bunu içime sindiremiyorum, bu doğru görünmüyor. Ama şimdi eğer ben bunu dile getirirsem veya bunu çok büyütürsem, bu sefer asıl mevzuya zarar veririm.’’ Burada odaklanmamız gereken başka bir şey. Ben o yüzden o yayınlarda da Amerikalı sosyolog Christopher Bollas'ın bölme teorisine atıf yapmıştım. O da şu. Zihninizde bu karmaşık olaylarla karşılaştığınızda bölme yapıyorsunuz. Çünkü dediğim gibi zihin konfor arar ve basit açıklamalar ister. Çoklu gerçeklikle mücadele edemez zihin. Çoklu gerçeklik istemez ve basitleştirir, böler. ‘’Benim şu anda burada önceliğim ne? Neye odaklanmam lazım? Şu anda Türkiye'nin vesayet gerçeğiyle hesaplaşılıyor. Bu çok önemli. Buna zarar verecek bir şeye imza atmamalıyım, buna odaklanmalıyım.’’ Zihin, diğerini bölüyor, ayırıyor, paketliyor, rafa kaldırıyor.
Fakat buradaki sorun şu: Bu raftakiler zamanla o kadar birikiyor ki taşınamaz hâle geliyor ve taşıyor. Ondan sonra da büyük anlatı veya duvar çöküyor. Bu sefer de ‘’Ben bunun yanlış olduğunu gördüm. Bir gazetecinin yazmakta olduğu kitap yüzünden tutuklanmaması lazımdı. Hele hele ben de bir gazeteci olarak buna karşı çıkmalıydım’’ diyorsun. Şundan dolayı yapmadım ama aslında yapmalıymışım. Asıl büyük mesele buymuş. Yani senin detay zannettiğin, tutarsızlık, çelişki zannettiğin mesele, asıl büyük resim, asıl odak oymuş. Çünkü bunun üzerinden üretilen manipülasyon, bunun üzerinden ortaya çıkan çarpıklık, olayın bütününü de kirletiyormuş ve yok ediyormuş. İşte biz bu süreçte bununla yüzleştik. O yüzden ben diyorum ki bu hikâye, sadece benim hikayem değil, sadece cemaatin hikâyesi de değil. Herkes kendini, içinde bulunduğu mahalleyi, camiayı ve Türkiye'nin yakın tarihini gözden geçirdiğinde benzer şeyleri görecektir. Bu anlattıklarımın kendilerinde de tekabül ettiğini bulacaklar.
Evet, bunu çok iyi biliyorum. Bir süredir Medyascope'ta bizim bu yaptığımız yayınlar, yazılar üzerine, özellikle yurt dışından bana çok sayıda e-posta, mesaj geliyor. Bunların bazıları açıkça tepki gösteriyorlar. Yayınladık da onları zaten görüyorsun. Ama şunu söyleyen insanlar da var. Özellikle Avrupa’dan böyle mesajlar geldi: ‘’Ruşen Bey isterseniz bu yazdıklarımı kullanın ama ne olur bu benim gerçek adım, onu kullanmayın. Ben hâlâ onların içindeyim.’’ Yani kopmuş ama içinde. Bir de böyle bir sosyal çevre ihtiyacı var. Hatta belki de iş güç ihtiyacı da var. Şunu anlatmaya çalışıyorum: Birçok kişi zihnen kopmuş olsa bile, sosyal olarak bunu yapamıyor. Bunun bir başka versiyonunu yaptığım çalışmadan biliyorum. Dinden kopanlar var biliyorsun. Türkiye'de son dönemde, özellikle ilahiyatçılarda çok yaygınlaştı. Mesela başörtülü bir kadın olup, İslamiyet’ten kopan ya da en azından deist olanlar var, ama sosyal çevre nedeniyle başörtüsünü çıkartmıyor. Anladığım kadarıyla Fethullahçılık olgusunda da özellikle yurt dışında tam olarak özgürce hareket edememe durumu var sanki. Bir anlamda mecburiyet denebilir mi? 
Dönmez: Evet, mecburiyet de diyebiliriz, ama ben ondan önce, ‘’insanî’’ olarak tanımlamayı tercih ederim. Ve bu sadece cemaate de özgü değil. Ben başka ülkelerden, başka tarihlerden mülteci hikâyelerini de okuduğumda, aslında aynı şeyleri görüyorum. Orada da çok şaşırtıcı bir şey yok. Burada şunu görmemiz gerekiyor. Diyelim ki yurt dışındasınız. Çok iyi bir işiniz, çok iyi bir geliriniz olsa bile, sizinle aynı dili konuşan, aynı yerden yaralanmış duygudaşlık yapabileceğiniz insanları arıyorsunuz. Bu bir boyutu. Örnek veriyorum Amerika'dasınız. Başka milletler, aynı dilden olsanız bile sizi anlamayacak. Bir defa dil sorunu var. Aynı dil, sadece konuşulan İngilizce, Türkçe de değil. Yaşanan süreçlerle de alâkalı.
İkincisi, Türkler var ama Türkler de sizi zaten FETÖ’cü olarak tanımlıyor. Sizinle zaten yan yana gelmek istemiyor. E kim kalıyor geriye? Yine sizinle aynı yolun yolcuları kalıyor. Burada da kendi içinizde o çelişkileri yaşıyorsunuz, az önce söylediğim gibi. Sizi rahatsız eden şeyler var. Örnek veriyorum: ‘’Ahmet Dönmez de aslında doğru konuşuyor. Söyledikleri doğru aslında. Bunun böyle olması lazım’’ diyor ama yine o halkanın içinde de kalmaya devam ediyor. Bunun sebeplerinden bir tanesi şu. Hem kendisi için hem ailesi için hâlâ bir sosyal çevre, bir güvenlik arayışı var. Güvenlik derken can güvenliğini kastetmiyorum sadece. Yeri geldiği zaman iş meselesi, ev arama meselesi. Bir de çocuklarla ilgili duyulan kaygılar var. Bu çocuklar burada ne olacaklar? Dinsiz mi olacaklar, ateist mi olacaklar, alkolik mi olacaklar, uyuşturucuya mı bulaşacaklar? Bu tür kaygılardan dolayı, hiç olmazsa burada abilerden, ablalardan bir rehberlik alsınlar, değerlerini, kültürlerini, inançlarını kaybetmesinler diyerek gidip gelmeye de devam ediyorlar. Bu çok anlaşılabilir. Bence kimsenin yargılamaması, yadırgamaması gereken normal bir tavır. Ama bu, birilerinin de silahına dönüşüyor mu, birileri bunu istismar ediyor mu? Evet. Hâlâ o insanların gelip gidiyor olmasını, onların varlığını sürdürüyor olmasını sanki kendilerinin haklılığına bir meşruiyetmiş gibi, bir onaymış gibi sunabiliyorlar. Böyle de bir paradoks var.
Peki o zaman son soruyu sorayım, bunun devamı gibi olsun. Kendin için, ailen için nasıl bir gelecek görüyorsun. Belli bir duruşun var ve bu duruş kademe kademe gelişti diyeyim. Seni bir süredir takip eden birisi olarak, her geçen gün daha özgürleşmiş bir halde konuştuğunu gözlemliyorum. Özellikle son videolarında. Yazılarında da vardı ama sanki hep bir fren mekanizması da devreye giriyor gibiydi. Şimdi daha rahatlamış gibi görüyorum. Ama bunlar kolay işler değil. Hem kendin için, yakın çevren için ve en önemlisi, bu yapı için nasıl bir gelecek görüyorsun?
Dönmez: Bu da çok önemli bir soru. Kendim için aslında artık çok fazla hayâl kurmayı bıraktım. O büyük anlatılar çöküyor ya. Hedeflerim tabii ki var. Ama kendimden önce, ben iyi kötü, Türkiye'deki birçok insanın çıkıp gelmek istediği bir ülkedeyim şu an. Çocuklarıma iyi bir gelecek hazırlamak dışında kendi kişisel hayatımla ilgili çok büyük hayallerim ve hedeflerim yok. Hedef olarak şu var: Bütün bu süreçte öğrendiklerimi, yaşadıklarımı, çıkardığım dersleri, insanlığın ve bundan sonraki nesillerin istifadesine sunmak üzere kalıcı eserlere, kitaplara dönüştürmek isterim. Hedefim bu. Onun dışında, daha çok, Türkiye ile ilgili artık bu acıların bir son bulmasını istiyorum. On binlerce insan hâlâ Türkiye'de özgürlüklerinden mahrum. Haksız yeri içerideler ve onların özgürleşmesini görmek istiyorum. En büyük temennim, en büyük hayâlim, isteğim bu. Lütfen bu görülsün artık. Yani buradaki herkes suçlu değil, herkes darbeci değil. Herkesi bırakın, çok büyük bir kısmı değil. Gerçekten, en az onları suçlayanlar kadar masumlar diye düşünüyorum. Bu artık görülsün. On sene oldu bakın. Bir normalleşme olsun, bir huzur olsun, artık bir barış olsun, bir toplu yüzleşme ve helalleşme olsun istiyorum. Bundan sonra beni en çok mutlu edecek olan şey bu.
Cemaat’in geleceğine gelirsek: Orada da şunu görüyorum. Bence Cemaat, az önce söylemiş olduğumuz o sosyolojik gerçeklikten ve insanın kadim zaaflarından, tercihleri, öncelikleri ve duygularından dolayı bir şekilde varlığını sürdürecek. Ama nasıl sürdüreceği önemli. Bence, kendisiyle yüzleşmeden, gerçek anlamda bir yüzleşme olmadan, bir özeleştiri olmadan, helalleşme olmadan… Bu arada özeleştiriyle ilgili de şunu söyleyeyim: ‘’Türkiye'de kim bir özeleştiri yapıyor ki?’’ gibi bir bakış açısı var. Türkiye gibi toplumlarda şeffaflık veya özeleştiri bir erdem olarak algılanmaz. Bir zayıflık ve suçu itiraf olarak algılanır. ‘’Bakın gördünüz mü? Ne kadar suçlu olduklarını kendileri de itiraf etti’’ derler. Ama ‘’bakın ne kadar erdemliler, hadi biz de bir yüzleşme, bir özeleştiri yapalım’’ demezler. ‘’Kimsenin demediği bir ortamda bizim özeleştiri yapmamız ahmaklık olacaktır’’ diye baktıklarını da biliyorum. Yüzde yüz haksız olduklarını söyleyemem.
Fakat diğer yandan, artık yurt dışına çıkmışsınız ve bu, patolojik bir noktaya gidebilir. Bu da bir sosyolojik gerçeklik. Mesela Georg Simmel, ‘’Bu kendini gizleme ve şeffaflıktan uzaklaşma, bir yerde tedbir olabilir. Ama belli bir yerden sonra patoloji üretir ve o yapıyı çürütür öldürür’’ der. Cemaat şimdi böyle bir riskle karşı karşıya, bunu görüyorlar mı bilmiyorum. Yoluna devam edebilir ama, en azından kendi tabanıyla, kendi mensuplarıyla hakiki manada bir yüzleşme olmadan, özeleştiri olmadan, onlardan özür dilemeden, helallik almadan yoluna devam etme eğilimi gösteriyor şu anda. Büyük ihtimalle böyle devam edecektir, zaman oynayacaktır ve bahsetmiş olduğum o insanın kadim zaaflarından faydalanarak, bir yapı, bir merkez, varlığını sürdürecektir. Ama her zaman bir meşruiyet kriziyle boğuşarak, haklılık kriziyle boğuşarak ve hiçbir zaman geçmişteki o itibarlı şaşalı günlerine dönemeyerek, her zaman bazı sorularla, bazı tepkilerle muhatap olarak varlığını sürdürecektir. Kopan epey bir kitle var. Şu anki tartışmaları takip ettiğinize göre görüyorsunuz. Ciddi manada tepki gösteren, ortaya bir akıl koyan, vicdan koyan, dürüstçe sorgulayan ve hesaplaşan, kalabalık bir kitle var; onlar yollarını ayıracaktır. Onlar daha sonra başka bir şeye evrilir mi, dönüşür mü, yeni bir hareket doğar mı, onu bilmiyorum. Bunu zaman gösterecek. Çünkü artık korkuyorlar zaten. ‘’Biz bir hareket olmaktan, bir cemaat olmaktan darbe yedik, bir yenisini karnımız tok’’ diye bakan kalabalık bir kitle de var. O yüzden belki buradan bir şey çıkmayabilir, herkes yoluna bireyler olarak devam edebilir, onu bilemiyorum. Ama bir bölünme ve kopuş olduğu da kesin.
Evet burada noktayı koyalım. Bayağı yoğun bir yayın oldu. Sen de bu işi yaptığın için biliyorsundur. Birçok şeyi konuştuk. Tabii eksikler muhakkak olmuştur. Bu yayından sonra gelen tepkilerden hareketle, ileride yenisini de yapabiliriz, şimdiden onu söyleyeyim.
Dönmez: Ben isterim.

Ruşen Çakır: Riskli bir yayındı rama risk iyi bir şeydir. Risk, aynı zamanda fırsattır. Çünkü bu bir fırsat. Bu yüzleşmeye tüm Türkiye'nin ihtiyacı var. Ve senin de söylediğin o husus; çok sayıda masum insan olduğu gerçeği önemli. Gerçekten bu olup bitenleri tam olarak bilmeyen çok sayıda insan, cezaevinde. İşini kaybetti, KHK’yla ihraç edildi, toplumdan dışlandılar. Ve bunu hep söylüyorum: Birileri bu mağduriyetlerin sürmesini tercih ediyor. Çünkü o mağduriyetler, senin söylediğin o meşruiyet krizi yaşayan hareketin tutunabildiği belki de en önemli meşruiyet alanı. Böyle bir olay var. Onun için, devletin ya da yöneticilerin de bu olayla yüzleşmesinde yarar var. Çok sağ ol Ahmet. Çok teşekkür ederim.
Dönmez: Ben de çok teşekkür ediyorum Ruşen Ağabey. Gerçekten teşekkür ediyorum, benim için bu fırsatı vermiş oldunuz. Daha sonra davet ederseniz yine memnuniyetle gelirim.
Tabii. Katıldığın için çok teşekkür ederim. Gazeteci Ahmet Dönmez’le Fethullah Gülen Hareketi’nin dünü, bugününü, yarınını, kendi öyküsü ve kendi yüzleşmesi üzerinden değerlendirdik. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
14.12.2025 “Meşe”den sonra “İlke”den de oldum, gizli tanıksız kaldım!
13.12.2025 Dile kolay 4600 gün: İBB davası bitmeyeceğe benziyor
12.12.2025 Sağcılığı suçlamak ne zaman suç oldu?
11.12.2025 Habertürk’ün laneti
10.12.2025 Dile kolay 2 bin 962 gün
09.12.2025 İmamoğlu yargılamaları: Savunma saldırıyor
08.12.2025 Fatih Altaylı haklı mı? İş dünyamız korkak mı?
07.12.2025 Hayır, boşuna çiğnemedik
06.12.2025 Fethullahçılık varlığını nasıl sürdürebiliyor?
05.12.2025 Türk’ün Türk’e, Kürdün Kürde propagandası
14.12.2025 “Meşe”den sonra “İlke”den de oldum, gizli tanıksız kaldım!
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı