Yüksel Genç ile söyleşi: Sürecin toplumsallaşması için kimler hangi adımları atabilir?

27.09.2025 medyascope.tv

27 Eylül 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Gülden Özdemir hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Perşembe günü yapamadığımız bir yayını nihayet yapıyoruz. Meclis komisyonunda sunum yapan Sosyo-Politik Saha Araştırmaları Merkezi (SAHAM) Koordinatörü Yüksel Genç'le birlikteyiz. Süreci konuşacağız. Yaptıkları sunumu ve sürecin gidişatını konuşacağız. Hoş geldiniz yayınımıza. Perşembe günü bir aksilik oldu, yayına alamadık. Her işte bir hayır varmış. Öncelikle şunu sormak istiyorum. Sosyo-Politik Saha Araştırmaları Merkezi, benim bildiğim kadarıyla özellikle Güneydoğu ağırlıklı çalışma yürüten bir kurum, değil mi? Yanılmıyorum.
Yüksel Genç: Önce küçük bir düzeltme. Kısaltmamız SAHAM değil SAMER. Bu Meclis tutanaklarına da yanlış geçmiş. Ben düzeltmeyi yapayım bu vesileyle. Sosyo-Politik Saha Araştırmaları Merkezi, evet, bölge Diyarbakır merkezli bir araştırma merkezi ve çok ağırlıklı bölge çalışıyor olsa bile Türkiye geneli de çalışıyor aslına bakarsanız. Özellikle toplumsal konularda ya da seçim zamanlarında seçmen davranışları açısından Türkiye genelinde de çalıştığı oluyor. Fakat sosyolojik araştırmaları ağırlıklı olarak bölge nezdinde, bölgedeki toplumsal farklılaşmalar üzerine odaklanıyor.

Ruşen Çakır: Peki, siz çarşamba günü nasıl bir sunum yaptınız? Şimdi biz geçen sunum yapan başka kişilerle konuştuk. Seçmen tercihi üzerine konuşanlar var. Olayın sosyolojik dönüşümü üzerine konuşanlar var. Kürt hareketi ile Türk siyasi hareketleri, partileri arasındaki ilişkileri ele alanlar var. Sizin ağırlıklı konunuz seçmen tercihi mi, yoksa sosyolojik mi, yoksa hepsi birden miydi?
Yüksel Genç: Doğrusu sunumumuzun ana odağı, sürecin toplumsallaşmasına dair sokağın ne kadar hazır olduğu ya da sürecin toplumsallaşması önündeki bariyer ve engellerin biraz görünür olabilmesi açısından yaptığımız bazı saha sonuçlarını paylaşmaktı. Çünkü biliyorsunuz, başlamış olan yeni barış sürecinin kendisinin — gerçi isim muhtelif, herkes çok farklı isimlendiriyor ama biz barış süreci diyelim — geçmiş döneme göre en önemli farklarından biri, toplumsal destek ve güven algısı arasındaki asimetri ya da sürecin toplumsal destekle birlikte yürümesi, toplumun da özneleşerek yürümesi ile ilgili açığa çıkmış olan bir aralık var. Bu aralığın kendisinin ortaya çıkarabileceği olası sıkıntılara işaret edip sürecin başarısı açısından toplumsallaşmasının, toplumsal rıza üretme sürecinin genişletilmesinin kıymetine dair bir konuşma aslında yaptım. O yüzden de sözümün başında, ‘‘Bir önceki barış süreçlerinde olmadığı kadar sürdürülebilir ve uzun zamana yayılmış bir temkinlilik var sokakta sürece karşı’’ söylemini kullanmak durumunda kaldım. Bu temkinliliğin yıkılması, kırılması, sürecin toplumsal destek, hatta toplumun dahiliyeti, katılımı etrafında da güçlenerek yürümesi, bu tip süreçlerin başarısında ve kalıcılaşmasında çok önemli biliyorsunuz. Aslında dünya deneyimlerinin hepsi, bütün deneyimler birbirlerinden farklı. Bütün deneyimler içerik olarak kendi özgünlüklerini taşır. Ama hepsindeki ortak nokta, başarıda iki ana meseleye odaklanıyor: Bir tanesi, o sürecin ne kadar toplum nezdinde kabul gördüğü, toplumun ne kadar dahil olduğu, sürece dönük ne kadar geniş bir katmanın rıza üretebildiği; ikincisi ise, ana sorunun yani çatışmanın, çatışmaya neden olmuş ana nedenin, kök nedenin kendisine dönük tartışılır ortamların olması, hatta kimilerinde kök nedenin çözümüne dönük pek çok içeriğin de ortaya çıkabildiği müzakere masa sonuçları olmuş. Yani aslında bu tip süreçlerin başarısındaki iki ana unsurun kendisine konuşmamda yer verdim ama özellikle de toplumsallaşma bağlamının ne kadar kıymetli olduğunu meclise hatırlatarak güven artırıcı önlemlerin ve yol temizliğinin, söylem biçimlerinin değişmesi gereğinin, demokrasi ve özgürlükler lehine bir söylem biçiminin iklimi çok hızlı bir biçimde nasıl değiştirebileceğine dair bir sunumda bulundum. Tabii, bunları verilerle desteklemeye çalıştık. Biz süreç başladığından beri, aslında geçen yılın Kasım ayından beri süreç üzerine araştırmalar yapıyoruz ve Kasım ayından bu yana yaptığımız bütün araştırmalarda, süreçler ilerledikçe elbette oranlar daha çok artıyor. Sürece destek oranlarının yüksek ama güven oranlarının düşük olduğunu ölçüyoruz. Güven oranındaki yükseliş, destek oranının yükselişi ile aynı hızda değil. Bütün bunların nedenlerinin Meclis tarafından da, siyasi karar alıcılar tarafından da sorgulanabilmesi açısından ya da bir şekilde aslında bunun giderilebilir olduğunu da hatırlatarak böyle bir sunum yaptık. Tabii, bunun yanında sahanın özellikle Kürt yurttaşların kök nedenlerden biri olarak kimlik haklarının tanınması ve kimlik haklarının bir parçası olarak ana dil meselesine dönük talep ve isteklerini de orada paylaşmış bulunduk.

Ruşen Çakır: Şimdi bu sizin söylediğiniz husus, Türkiye'nin dört bir tarafında yapılan araştırmaların hemen hemen hepsinde çıkıyor. Yani destek yüksek, güven az. Yani, ‘‘İstiyor musunuz?’’ ‘‘Tabii ki istiyoruz.’’ ‘‘Olur mu?’’ ‘‘Galiba olmaz’’ yaklaşımı her yerde var. Ve ben bu süreç başladığından beri değişik vesilelerle bölgeye, Diyarbakır başta olmak üzere gittim. Röportajlar da yaptım oradaki hem siyasetçilerle hem kanaat önderleriyle. İlk günden beri söylenen şöyle bir laf var: Temkinli iyimserlik.
Yüksel Genç: Evet. Ve bölge açısından da bunu söylemek mümkün tabii ki.

Ruşen Çakır: Hâlâ bu mu geçerli? Temkinli iyimserlik mi geçerli hâlâ?
Yüksel Genç: PKK'nin silah yakma seremonisinden sonra temkinli iyimserliğe biraz da ‘‘Sahiplenelim ama nasıl sahiplenelim? Katılım kanallarımız açılsın’’ diyen bir toplumsal alan, bir toplumsal söylem sahası da var artık. Özellikle bölge nezdinde söylüyorum. Sürecin parçası olmak ve süreçle ilgili kaygıları giderebilecek bir yerde durmakla ilgili bir talebin de yavaş yavaş bölgede açığa çıktığını söylemek gerekiyor. Temkinli iyimserlikten iyimserlik bir nebze aştı ama şunu söylerseniz, ‘‘Temkinli iyimserlikten artık güven duyulan bir süreç minvaline girildi ve bu minval etrafında toplumda rıza üretme süreçlerini kuruyor’’ derseniz, tam olarak orada da değiliz.

Ruşen Çakır: Peki, şimdi burada şöyle bir husus var: Destek var, güven zayıf. Güvendeki güvensizlik, hep karşı tarafa güvenmemekten kaynaklanıyor diye özetleyebiliriz. Yani iki taraf varsa, iki farklı kamuoyu varsa bu kamuoylarının ya da diyelim ki Türk kamuoyunun örgüte güvenmemesi, Öcalan'a güvenmemesi; Kürt kamuoyunun önemli bir kısmının devlete güvenmemesi gibi bir husus var. Ama burada çok ilginç bir şey yaşanıyor bu süreçte. İşin içerisinde Devlet Bahçeli var. Bu çok sürpriz bir şey. Ve Devlet Bahçeli ile Abdullah Öcalan arasında sanki bir uyum varmış gibi bir görüntü var. Bu, süreç için çok büyük bir artı değil mi?
Yüksel Genç: Elbette. Zaten bu süreci farklı kılan başlangıçlardan biri de bu. Ben doğrusu süreci başından beri atipik olarak tariflemiştim pek çok değerlendirmemde. Atipik bir süreç. Dolayısıyla daha önceki yürütülmüş tipik süreçler gibi kıyaslamak çok zor, temel bazı odaklar ortak olsa bile. Bu atipikliğin en önemli göstergelerinden biri ya da bu atipikliğin en önemli yansımalarından biri de şimdiye kadarki barış süreçlerinde süreçlere karşı olan MHP'nin, MHP liderliğinin sürecin başlangıcında yer alıyor olması, hatta sürecin devlet kanadından doğru sorumluluğunu üstlenmiş siyasal adres olarak artık algılanıyor olması meselesi. Örneğin bölge illerinde yaptığımız çalışmalarda, çok önemli bir kısım Bahçeli'nin süreç karşısındaki tutumunu devletin dili olarak tarifliyor. Ve aslında tam bu noktada devletin temsil alanını anlıyoruz ama ‘‘Siyasetin temsil alanından neden ses çıkmıyor? Neden sahiplenmiyor? Neden olumlu söylemler kurulmuyor? Hâlâ güvenlikçi söylem üzerinden yürütülen bir dil siyasette etkin,’’ soruları da tabii ki geliyor. Bahçeli'nin varlığı aslında ilk başta iki duygu yarattı açıkçası. Bir tanesi, ‘‘Bahçeli varsa bu işten hiçbir şey çıkmaz.’’ Bu çok büyük bir kesim değildi. Küçük bir kesimdi. Ama çok önemli bir kesim, bölge yurttaşı açısından söyleyecek olursam: ‘‘Bahçeli varsa bu işte devlet vardır. Bu işte sonuç alıcılık daha mümkün olabilir.’’ Ama bu defa da devleti oluşturan gücün artık geçmişteki gibi işte Bahçeli'nin de temsil ettiğine inanılan milliyetçi damar üzerinden bir devlet algısı değil. Devletin bir başka güçlü bir damarı daha var ve bu damar da AKP iktidarı tarafından temsil ediliyor ya da AKP iktidarının motivasyonunu kuran devlet güç odağı olarak tarifleniyor. Bölgede doğrusunu isterseniz, bu defa geleneksel ana devlet var ama devletin yeni ortakları yok gibi duygusu biraz hakimdi. Bu duygu hakimiyeti yer yer zayıflıyor. Yer yer dışarıdan şunu çok fazla duyuyoruz: ‘‘Aslında kim ne derse desin, Öcalan ve devlet arasında bir süreç yürüyor. Bahçeli'den yola çıkarak bunu söylüyor. Belli açılardan belli mutabakatlar kurulmuş. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan da günün sonunda uymak zorunda kalmalı’’ diyen bir kesim var. Bir kesim de, ‘‘Devletin bir kanadıyla Öcalan arasında belli bir uzlaşı, mutabakat olsa bile, Cumhurbaşkanının temsil ettiği sahanın süreç karşısında farklı atraksiyonlar içinde olması süreci handikaplara itebilir’’ diyor. Yani bu anlamda aslında tartışmalar bağlamından bakarsanız, süreç başından beri sokak nezdinde oldukça politik bir yerden ve ciddi tariflemelerle yürüyor demek çok mümkün. Bu söylediklerimizi sokağın önemli bir kısmının süreçle ilgili tartışması olarak sunmak da mümkün. Onu ifade etmek lazım.

Ruşen Çakır: Peki, şunu sormak istiyorum. Biraz zor bir soru olabilir sizin için ama Kürt olmayan kamuoyunun kaygılarını gidermede yeterli bir... Yani ‘‘toplumsallaşması’’ diyorsunuz ya bu olayın. Şimdi parça parça kutuplaşmış bir toplum var ve diyelim ki basitleştirerek anlatalım, Kürt ve Türk varsa, birisinin beklentileri, birisinin kaygıları diyelim ki böyle bir şey var yani. Böyle özetleniyor genellikle: Kürtlerin beklentileri, Türklerin kaygıları. Türklerin kaygılarını giderme yolunda Kürt hareketi, Kürt siyasi hareketi gerçekten aktif bir şekilde, üretken bir şekilde çalışıyor mu? Ben açıkçası çok emin değilim.
Yüksel Genç: Önce şunu söyleyeyim Ruşen. Aslında bizim kış aylarında yaptığımız bir çalışma vardı, genel Türkiye nezdinde bir çalışma. O çalışmada Türkiye’de yani Batı ya da Türk kamuoyu, Türk yurttaşlar açısından, sizin gibi basitleştirirsem, ağırlıklı olarak üç kaygı hanesi, üç söylem hanesinde gibiydiler. Bir tanesi: “Terör bitti. Neyin barışı bu?” Çünkü öyle dendi. Kamuoyuna uzun süredir çatışmalar, ölümler, cenazeler göstermiyor ve bittiğini söylüyor. Ayakkabı numaralarına kadar bilinen üç beş tane kalan militandan bahseden bir siyasal egemen kamuoyu algısı var. Tabii ben kaba söylüyorum oradaki algıyı anlamak açısından. Dolayısıyla aslında bir kesim açısından ‘‘Bitmiş olan bir hareketle neyin barışı?’’ tartışması bir şok yarattı, bir gerilim yaratmış görünüyordu bizim yaptığımız çalışmada. Bir tanesi, bir grup “PKK ne olursa olsun silah bırakmaz. Niye bıraksın?” diyenlerle, onların silah almasını, emperyal dünya güçleri gibi dış mihraklarla tarifleyen, ‘‘O kesim izin vermediği sürece bırakmaz. PKK silah bırakmaz’’ diyen ikinci bir kesim var. Üçüncü bir kesim, Türkiye'de çok daha sınırlı, aslında Türkler arasında da çok daha sınırlı bir kesim var. ‘‘Bu sürecin kendisinden bir sonuç çıkma olasılığı, geçmişten de ortaya çıkan karşılıklı kandırma hikayeleri yüzünden çok da gerçekçi değil. Dolayısıyla bu böyle devam eder ve bir sonuç çıkmaz” diyen bir üçüncü kesim daha vardı Türkler açısından. Şimdi Türk kesimi açısından 28 Şubat'taki Sayın Öcalan'ın deklarasyonunu biliyorsunuz, ‘‘Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’’ adıyla aslında devlet içerisindeki görüşmelerde ortaklaşılmış noktaları da içerdiğini düşündüğümüz o mutabakatın kendisi, hem PKK'nin lağvedilmesi hem silahsız mücadele denen sürece geçilmesine dönük bir çağrı içeriyordu. Bu çağrının kendisinin yapıldığı dönemde yaptığımız çalışmada da, bu çağrıya olumlu yanıt gelmeyeceğine dair çok güçlü bir kanaat vardı yine batı kesiminde. Fakat Temmuz ayındaki silahları bırakma seremonisi ve PKK'nin aslında Mayıs ayındaki kongresi bu konuda batıda “PKK silah bırakabilir” duygusunu ya da “bırakmaz bunlar” duygusunu belli açılardan geriye çekti, geriye itti ve bu konuda “Acaba bırakır mı?’’ dendi. Bu defa bir kesim ‘‘Neyin karşılığında acaba bırakıyor?” tartışmasını yürütmeye başladı. ‘‘Bırakmaz’’ diyenlerin çok önemli bir kısmı, “Neyin karşılığında bırakılıyor?” tartışmasına girmeye başladı. Dolayısıyla aslında tam da bu noktada Kürt hareketinin, özellikle aslında sürecin baş müzakerecisi olarak da Bahçeli tarafından da tariflenen Öcalan'dan doğru söylemler, bir karşılıklı al-ver ilişkisinin değil, yeni ortak bir Türkiye kurmak ya da demokratik cumhuriyet etrafında yeni bir toplumsal sözleşmeyle ortaklığı pekiştirmek ve güçlenmek üzerine bir tezle beraber bir paradigmayla beraber ifade edilmeye başlandı. Bu paradigma değişikliği... Bunu Bahçeli de çok kullanıyor biliyorsunuz. Aynı paradigmadan da bahsediyorlar. Belki tartışılabilir ama ortaklaştıkları şey, Türk'ün, Kürt'ün ve aslında Türkiye'deki çoğulcu kimliklerin güç birliğiyle güçlenmiş ve demokratikleşmiş yeni Türkiye'nin, Ortadoğu'daki hem tehlikeleri bertaraf edecek hem de Ortadoğu'da açığa çıkabilecek fırsatlarla büyüyebilecek bir potansiyel taşıdığına dönük ortak kanaat gibi görünüyor. Dolayısıyla bu kanaat Türkiye kesimine çok anlatılamadı. Ne Kürt siyaseti tarafından çok anlatılabildi ne aslında Türkiye'deki egemen ana akım siyasetler tarafından çok fazla doğrusu anlatılabildi. Böyle bir mesele var. İkincisi, aslında Türkiye'de insanlar o kadar çok uzun süredir ekonomik kriz başta olmak üzere çoklu krizin ortaya çıkardığı zorlanmaları, endişeleri, kaygıları yaşıyor ki, bir sonraki günü nasıl yaşayacağı kaygısına bazen o kadar dahil oluyor ki, bu kadar büyük krizlerin ortasında Kürt meselesinin çözümüyle ilgili bağlantıyı kurmakta güçlük çekiyor. Oysa aslında Türkiye toplumuna hem Kürt siyaseti hem Kürt siyasetini temsil etmeyen diğer siyasetler, ana akım siyaset, muhalefet siyasetinin bir bütününün Türkiye toplumuna içinde olunan bu büyük çoklu krizin, hele hele ekonomik krizin kendisinin çözülememiş Kürt meselesiyle ilişkisini kurabilse, bu ilişki üzerinden aslında çözülmüş bir Kürt meselesi ve savaş hikayesinin Türkiye'de nasıl bir refahı mümkün kılabileceğini anlatabilse ve tahayyül ettirebilse, ben Türkiye toplumunun sürece dönük desteğinin de çok güçleneceğine eminim. Tam bu noktada Ruşen, müsaadenle geçmişte düzenli yaptığımız bir çalışmadan örnek vermek istiyorum. Bizim Türkiye toplumuyla da yaptığımız çalışmalarda şunu soruyoruz biz, bütün Türkiye çalışmalarında. Önce ‘‘Türkiye'nin en önemli sorunları ne?’’ diye sorduğumuzda, ekonomik kriz başta olmak üzere ve çok çok büyük oranlarda bu çıkıyordu; işsizlik ve ekonomik kriz meselesi. Ama hemen ardından sistem krizine, demokrasi krizlerine, hukuk krizlerine dair bir dizi sorunlar sayılıyordu. Biz ikincil bir soru olarak topluma şunu soruyorduk: “Peki siz ilgili hangi kriz sayıldıysa, özellikle öne çıkan ilk üç büyük kriz ya da problem etrafında, bunların Kürt meselesiyle ilişkisi olduğunu düşünüyor musunuz? Kürt meselesinin çözülmemesi ya da süren sürekli operasyonel durum ve savaş haliyle ilişkisi olduğunu düşünüyor musunuz?” diye sorduğumuzda, Türkiye toplumunun çok çok azı, o kadar minimal bir kesimi, örneğin ekonomik krizin Kürt meselesine dönük kaynakların o şiddet ve savaş hanesine aktarıldığıyla ilişkisini çok az kuruyor. Türkiye'deki demokrasi açığının, demokrasisizlik halinin Kürt meselesiyle, Kürt meselesinin ortaya çıkardığı profille ilgisini çok az kuruyor. Ama Kürtler çok yüksek kuruyor. Örneğin, %10 bantlarında — bir ara 16’ya çıktı — Türkiye genelinde bu bağlantıyı kuranlar çıkıyor. Ama Kürt yurttaşları açısından bu bağlantıyı kuranlar %70'e yaklaşıyor. Bunu niçin bu kadar uzattım? Kürt meselesi ve Kürt meselesinden kaynaklı savaş aslına bakarsanız Türkiye'nin sadece insan kaynağını değil, maddi kaynağını; sadece maddi kaynağını değil, demokrasi, özgürlükler konusunda daha normal, daha cesur bir ülke olabilmekle ilgili kaynaklarını da ciddi anlamda zayıflattı. Hatta ve hatta son yıllarda kutuplaşmayla birlikte, toplumun ilk defa bunca yıllık, 200 yıllık bir mesele Kürt meselesi ve 50 yıla yakındır süren bir şiddet hikayesi var. Bu şiddet hikayesinin içerisinde son 10 yıldaki kadar toplum bu kadar ayrışmadı. Bu kadar total krizin içerisinde debelenmedi ve bu kadar birbiriyle aslında gerilim ilişkisi kurmadı. Tüm bunların kendisine baktığımızda, tüm bunlarla Kürt meselesi ve savaş bağlantısını kurmayı bir başarabilsek, aslında toplum kendi nefes alma borularının da bu süreçten geçtiğini çok rahat görecektir.

Ruşen Çakır: Şimdi burada bir silah bırakma meselesi bir tartışma konusu. Sizin de söylediğiniz gibi, ‘‘ya bırakmaz’’ dendi, ilk başta ‘‘hiç yapmaz’’ dendi. ‘‘Öcalan çağrı yapmaz’’ dendi. Öcalan çağrı yaptı. ‘‘Örgüt uymaz’’ dendi. Örgüt uydu. ‘‘Evet ama ne oldu?’’ dendi. 11 Temmuz'da bir seremoni de yapıldı, silahlar yakıldı. Şimdi de ‘‘Gerisi nerede?’’ diyorlar. Bir diğer boyut da tabii Meclis komisyonunun en önemli konularından birisi, örgütün fesih kararı ve silah bırakma kararının hukuki altyapısı. Bunun içerisinde birçok şey var ama en önemli hususlardan birisi topluma entegrasyon meselesi. Yani silah bırakacak yüzlerce, binlerce kişiden bahsediyoruz, değil mi? Ve burada o söylenen üçüncü ülkelere giderler şıkkı gündemde değil bildiğim kadarıyla. Hepsinin Türkiye'ye gelmesi söz konusu ve burada çok ciddi tartışmalar çıkacağa benziyor. Yani bir af mı çıkacak, infaz yasası mı düzenlenecek, yeni yasa mı çıkacak gibi çok ciddi tartışmalar var. Burada tabii şunu özellikle size sormak istiyorum. Çünkü ben sizi 1999'dan beri biliyorum. Siz çünkü orada 8 kişi olarak dağdan geldiniz, Barış Grubu olarak geldiniz. Yanlış hatırlamıyorsam adınız öyleydi.
Yüksel Genç: Evet.

Ruşen Çakır: Silah bıraktınız ve Türkiye'ye geldiniz ve 5 yıl hapis yattınız, değil mi? Diğer arkadaşlarınız ne kadar yattı bilmiyorum ama siz 5 yıl hapis yattınız. Daha sonraki süreçte gelenlerin de başına başka şeyler geldi. Şimdi böyle bir deneyimi de yaşamış birisisiniz. Bunlar aşılması kolay sorunlar değil herhâlde, değil mi?
Yüksel Genç: İyi ki bunu sordun. Çünkü Meclisteki sunumumun ardından bugün İYİ Parti Milletvekili Çömez oldukça kışkırtıcı, hedef gösteren ve aslında bunca yıllık barış deneyimindeki kayıpların sonuçlarından da sorumlu olan bir dil takınmış. Onu da bu anlamda kime havale edeceğimi çok bilmiyorum ama şunu söyleyeyim, aslında ben Mecliste saf bir saha araştırması ve çözüm sürecine sokan yaklaşımı üzerinden değil de, keşke kişisel hikayemi anlatarak silahsızlanma süreci, dağdaki militanın, gerillanın Türkiye'ye katılım sürecinin, onurlu katılım sürecinin sağlanmasının ne kadar kıymetli bir şey ve Türkiye'yi ne kadar güçlendirici bir şey olduğunu anlatabilseydim. Keşke o Mecliste kişisel hikayemi anlatıp bugün Temmuz ayında o silahları yakanların neden hüzünlü bir biçimde, silahsız bir biçimde Türkiye’ye değil de dağa dönmek durumunda olduğunu anlatabilseydik. Türkiye bunu tartışmaya anlaşılan çok hazır değil. Düşünün, 26 yıl önceki, üstelik bedelini ödediğim ve her seferinde hikayemin cezalandırıcı ya da yargılayıcı unsur olarak sürekli önüme geldiği bir Türkiye hikayesinden, 26 yıllık bir hikayeden bahsediyorum. Buna rağmen hâlâ hâlâ hâlâ hedef gösteriliyor. Şimdi Ruşen, şöyle bir şey var; biz çok özel bir deneyimdik aslında 99'da. Müsaadenle oraya biraz girmek istiyorum bugünün kıymetinin anlaşılması açısından. Çok özel bir dönemdi ve ilk defa denenen bir şeydi o dönemlerde. Bırakın PKK, Kürt meselesi; Kürt'ün varlığı konusunda bile yaygın kanaat “Kürt yok” hikayesi üzerine odaklandığı bir zamandı. Ve biz o dönemde Kürt meselesinin barışçıl yollarla, siyasal, demokratik araçlarla çözülebileceğini göstermek ve bununla ilgili strateji değişikliğinin bir adımı olarak gelmek istediğimizi, geldiğimizi deklare ettik. 7 arkadaşımla beraber 8 kişi olarak geldik. O geliş hikayemizin kendisini çokça anlatıyorum. Dönemin askeri vesayetinin çok güçlü olduğu o zamanda bile bizi karşılayan askerlerle aramızdaki diyaloğun, ilişkinin, o karşılıklı insanileşmiş iki durumun kendisinin hâlâ Türkiye'de, üstelik siyasetin çok etkin olduğu bir Türkiye hikayesinde yakalanamamış olması bence büyük bir sorun. Biz gelirken o dönem Kürt meselesinin silahlı değil, barışçıl yollarla çözülebileceğini, siyasal yöntemlerle çözülebileceğini deklare ettiğimizde bizi karşılayan askerlere bir şey söylemiştik. Demiştik ki: “Biz gerillanın silah bırakabileceğinin bir sembolik göstergesi olarak geliyoruz. Bize yaklaşımınızı gerilla kendine dönük bir yaklaşım sayacak. Eğer bizim siyasal, demokratik hayata katılımımız ve sorunun çözümü konusunda ortaya çıkabilecek süreçlerin parçası olmamıza müsaade edilir ve bunun koşulları yaratılır ise gerilla da peyderpey Türkiye'ye siyaset sahnesine gelecek ve siyasetin parçası olarak Kürt meselesi başta olmak üzere aslında ortaya çıkmış olan tüm demokratikleşme ve yeni Türkiye hikayesini yazmaya hazır’’ anlamına gelen şeyler söylemiştik. ‘‘Bize yaklaşımınız kötü olursa, bizi tanımazsanız, uzattığımız eli tutmazsanız, barış teklifimizi görmezseniz, korkarız ki savaş daha da büyür. Ama ister 10 yıl sürsün, ister 20 yıl sürsün, ne kadar sürerse sürsün Türkiye'deki yetkililer, PKK ile bugün bizimle konuşulacak çerçeveyi konuşacaklar. Eğer bugün konuşulacak şeyi bugün konuşmazsak, 20 yıl sonra aynı noktaya gelip aynı noktayı konuşmak durumunda kalırız ve bu defa çok daha güç olur. Çünkü on binlerce daha fazla genç yaşamını yitirmiş olur. İnsanların hayatından ve hayallerinden çok şey çalınmış olur’’ demiştik o dönem. Biliyorsunuz, biz tutuklandık. Böyle bir süreç yokmuş gibi yapıldı. Gerillanın gelişini sağlayabilecek süreçler kurulmadı. Biz cezalarımızı yatıp çıktıktan sonra bile barış çalışmalarını yürüttüğümüz ve Türkiye'de demokratik hayatın bir parçası ya da Türkiye'nin demokratikleşme sürecinin bir parçası olma çabalarımız, barışı büyütme çabalarımızın kendisinin bile sıklıkla yargılanma konusu olduğu bir hikayeye sahibiz. Ben örneğin gazetecilik yaptım uzun süre ve barış yazıları yazdım. Barış konferansları ya da barış toplantılarının parçası olmaya çalıştım. Bütün bu barış yazılarım, barış aktivitelerim bugün onlarca yıllık bir cezayla hâlâ yargılanıyor. Ben hâlâ yargılanıyorum. Üstelik sonrasında yaptığım gazetecilik nedeniyle, gazeteci olduğum için, gazeteciliğim yargılandığı ve egemen akıl beğenmediği için 3 yıldan fazla bir süre yine cezaevi yattım. Tamamen gazetecilikle ilgili. Ben bir anekdotumu da anlatmak isterim. İlk iddianameyi gördüğümde mahkemede savcıya şey demiştim: “Ya madem beni yargılayacaktınız, bari barış yazılarımı koymasaydınız. Barışa dair yazıları delil olarak koymuşsunuz” diye böyle ironiyle de söyledim. Özetle bu kadar zor, hapsi göze alarak ya da farklı hedef gösterilmeleri göze alarak, hikayesini saklamak durumunda kalarak, kendisini inkar ederek insanların katılmasını beklemek, böyle bir durumda katılmasını beklemek çok haklı olmaz. Türkiye'nin hak ettiği toplumsal barış ve çözülmesi gereken Kürt meselesinde yol katetmeyi de getirmez bu durum. Aslına bakarsanız Türkiye'de hem barışın kalıcılaşması hem Kürt meselesinin çözümünde siyasal araçların etkin birer araç olarak kullanılması ve şiddetin bir bütün devre dışı kalabilmesi için gerillanın Türkiye'ye gelebilme, onurlu barış hakkını savunabilme hikayesinin ortaya çıkardığı sonuçların bir bütününü üstlenerek, hedef gösterilmeden, kendi geçmişini saklamadan ama o geçmişin bugün ortaya çıkardığı barışçıl, demokratik, yeni bir Türkiye'nin parçası olma hevesini kırmadan yol alabileceği, aslında benim ‘‘kimliğin onur hakkı’’ dediğim, aynı zamanda ‘‘barışa onurlu katılım hakkı’’ dediğim sürecin kurulabilmesi Türkiye'ye kazandırır. Bu olmadığı sürece, yani 30 gerilla gelse, linçlense, hedef gösterilse, tutuklansa Türkiye ne kazanır? Biz 8 arkadaş yıllardır uğraşıyoruz ve ısrarla mevcut yasaların çeperi içinde barışçıl süreçleri geliştirmenin çabası içindeyiz ve bu çabalar yargılanıp hedef gösterildiği hâlde bir süreç yürütüyoruz. Ama burada söz konusu olan 30 kişi, 20 kişi değil, binlerce gerilla var. Binlerce gerillanın, militanın Türkiye'ye gelme meselesi var. Yarın barış olduğunda ya da barış olsun diyenler, çatışma olmasın diyenler bu insanların buharlaşmasını beklememeliler. Bu insanlar buharlaşmayacaklar. Üstelik eğer Kürt meselesi 200 yıllık şiddet döngüsünden çıkacak ve siyasetin bir konusu olacaksa, bir bütün siyasetin bir konusu olacaksa, oradaki gerillanın onurlu katılım hakkı ve kimliğine dönük saygı hakkını edinerek gelme koşullarının oluşturulması gerekir. Bu sözlerim aslında en fazla da Çömez ve Çömez gibi düşünenlere olsun.

Ruşen Çakır: Peki, son olarak kısaca, ne bekliyorsunuz? Temenniden ziyade olabildiğince objektif bir şekilde, bu süreç başarıya ulaşır mı?
Yüksel Genç: Bunu söylemek çok zor. Ben aslında hiçbir barış sürecinde “umutluyum” ya da “umutsuzum” kavramlarını kullanmıyorum. 99'da gelirken de, 2008-2009 Oslo sürecinde de, 2013-2015 sürecinde de, bugün de hep soruyorlar ‘‘Umutlu musun?’’ diye. Ben umut kavramını çok kullanmıyorum. Ben hep olasılıklardan bakıyorum, belki de mesleki deformasyon da var, olasılıklarla ilgilenen bir işte bulunuyorum. Türkiye'de barış olur mu? Barışın olabileceği en üst koşul oluşmuş durumda. Elinde silah tutan bir örgüt, stratejik olarak artık silah kullanmayacağını, bu silahı bir yöntem olarak devre dışı bıraktığını söylüyor ve bunu gösterme çabası içinde. Bu inanılmaz bir eşik. İnanılmaz önemli bir eşik. Barışın olabilmesiyle ilgili çok büyük bir eşiğin aşılması demek. Bu olanak değerlendirilir ise, devlet aklını kuranlar, süreci yürütenler, siyasetin gündelik hesaplara ya da bölgesel küçük kısa vadeli çıkarlarına gark olmaz ise, uzun vadeli olarak Türkiye'nin gelecek yüzyıllarını planlamayı gerçekten hedefliyorlarsa, evet, barış çok mümkün. Barışın çok mümkün olduğu bir zaman dilimi var. Ama dediğim gibi, ben olasılıklarla hareket ediyorum. Siyaset bu konuda, icra kurumu bu konuda ne yazık ki henüz umutları konuşabileceğimiz bir aşamayı ortaya çıkarabilmiş değil, realitelerden ve olasılıklardan bahsettiğimiz bir koşulla karşı karşıyayız. Ama şunu söyleyeyim: Kürt siyasetinin, dahası PKK'nin ilan ettiği şey çok mühim bir şey, silahsız ya da silahsız mücadele denen strateji çok mühim bir şey. Kürt meselesinde şiddetin bir bütün olarak devre dışı kalabilmesi ile ilgili çok inanılmaz kocaman bir fırsat. Altın tepside sunulmuş bir fırsat. Bunun değerlendirilmesi için yetkilileri zorlamak, karar alıcıları zorlamak ya da karar alıcıları bu noktaya getirmek sanırım hepimizin görevi olsa gerek.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler yayınımıza katıldığınız için Yüksel Genç. Çok sağ olun.
Yüksel Genç: Ben teşekkür ediyorum. İyi yayınlar diliyorum.

Ruşen Çakır: Sağ olun. Evet, Yüksel Genç, kendisi de 1999 yılında 8 kişi olarak Barış Grubu olarak dağdan gelmişlerdi. 5 yıl hapis yattı. Önce gazetecilik yaptı, şimdi araştırmacılık yapıyor ve Mecliste sunum yaptı. O sunumunu, çözüm sürecinin mümkün olup olmadığını, önümüzdeki fırsatları ve riskleri konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
05.10.2025 “Erdoğan’ın kalabalık içindeki hüzünlü yalnızlığı”
03.10.2025 CHP’nin “değerli” yalnızlığı
02.10.2025 CHP’nin TBMM’de Erdoğan boykotu yanlış mıydı?
01.10.2025 Trump’ın Gazze planı Erdoğan’ı çok zorlayacak
30.09.2025 AK Parti’de çarşı karıştı mı?
29.09.2025 Turgay Ciner operasyonunun anlamı
28.09.2025 Bazı muhalif medya kuruluşları ve siyasetçilerin hiç tuhaf olmayan süreç karşıtlığı
28.09.2025 Özgür Özel Erdoğan’ın üstüne üstüne gidiyor
27.09.2025 Trump’ın ipiyle kuyuya inilir mi?
27.09.2025 Yüksel Genç ile söyleşi: Sürecin toplumsallaşması için kimler hangi adımları atabilir?
05.10.2025 “Erdoğan’ın kalabalık içindeki hüzünlü yalnızlığı”
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı