Fethullahçılık hakkında bilmek istediğiniz her şey: Ruşen Çakır, Medyascope izleyicilerinin sorularını cevapladı

06.03.2021 medyascope.tv

6 Mart 2021’de medyascope.tv'de Gökçe Çiçek Kösedağı’nın moderatörlüğünü yaptığı programı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı.

Gökçe Çiçek Kösedağı: Merhaba, Medyascope’a hoşgeldiniz. Yeni bir “Ruşen Çakır’a Sorun” yayınıyla karşınızdayız. Bugün, Ruşen Çakır Fethullahçılık hakkında merak ettiğiniz soruları cevaplayacak. Sorularınızı You Tube yayınına yorum olarak yazarsanız, ben de elimden geldiğince sizin sorularınızı Ruşen Çakır’a iletmeye çalışacağım. Ruşen ağabey, yavaş yavaş başlayalım. Yayından önce duyurmuştuk ve çok fazla soru geldi. Elimde, önceden aldığımız, hazır çok fazla soru var. Biz “Fethullahçılık hakkında merak ettiğiniz her şey” diye duyurduk. Niye FETÖ değil de Fethullahçılık dedik?
Ruşen Çakır: Çünkü FETÖ kötü bir kullanım. Bunun mimarı da Fethullahçılar’ın kendileri. Ergenekon soruşturmalarındaki bir davada, suçlananları kötü göstermek için bir terör örgütü kararı çıkardılar ve ismini ETÖ (Ergenekon Terör Örgütü) koydular. Kendilerinin bu buluşunu, Erdoğan iktidarı, başına ‘F’ harfini ekleyerek Fethullah Gülen Terör Örgütü (FETÖ) olarak kullandı. Bu kullanım şundan doğru değil: Bir kere devlet dili; gazeteciler için çok uygun bir şey değil. Tamamen kriminalize etmeye yönelik bir şey ve bu olayın arkasındaki kültürel, toplumsal, ekonomik birçok boyutu görmemizi engelliyor. Yani bir terör örgütünün nesini tartışabilirsiniz? En fazla terör eylemini tartışırsınız. Ama Fethullahçılık böyle bir şey değil.
Niye Fethullahçılık? Eskiden iktidarla araları iyiyken, Hizmet Hareketi deniliyordu. İlk önce Cemaat diye başladı. Sonra Cemaat denmesini istemediler, Gülen Hareketi oldu. Sonra ismi Hizmet Hareketi’ne döndü. Şimdi uluslararası alanda kendilerinden sadece Hizmet diye bahsediyorlar. Tabii bu da çok pozitif. “Neye hizmet ediyorlar?” sorusu var. Bence en iyi karşılayan: Fethullahçılık. Yabancı dilde Fethullahçılık yerine Gülenist, yani Gülencilik deniyor — ki bu daha çok kullanılıyor. Bu yayını İngilizce veya Fransızca yapsaydık, Gülenizm olarak kullanırdık. Türkçede Fethullahçılık olarak kullanıyoruz. Bir de, 1990’da Ȃyet ve Slogan kitabım çıktığı zaman, bu bölümün başlığını Fethullahçılar olarak atmıştım. Bu isim o zamandan beri benim favorim. Sonradan bulduğum bir şey değil. Ben bu ismi kullanmayı tercih ediyorum. FETÖ ismini, birtakım resmî açıklamaları aktarırken mecburen kullandığımız oluyor; fakat bu kullanım bence doğru bir kullanım değil. Çünkü “terör” deyince, dar bir alana hapsetmiş oluyorsunuz. Devlet bunu yapmamızı istiyor. Aslında, ülkeyi yönetenler bizim bu yayını yapmamızı istemiyor. Devlet, “Bunlar FETÖ. Bir terör örgütü, zaten bunlar kötü” deyip kısaca geçiştirmeyi ya da nasıl kötü olduklarını gösteren bir yığın istihbarat raporlarıyla, sözüm ona tartışmayı tercih ediyor. Ama bu olay çok eski, çok köklü, toplumda ciddi bir karşılığı olan, farklı kesimleri kapsayan bir hareket. Bunu sadece basit bir suç örgütü veya basit bir terör örgütü olarak tanımlayıp olayı kapatamayız.
Fethullahçılık tanımlamasının şöyle bir özelliği de var: Bu gerçekten de tek kişiden oluşan bir örgüt aslında. Ben şöyle tanımlamayı doğru buluyorum: Fethullah Gülen’le başlayıp Fethullah Gülen’le biten bir şey. Bu aslında sadece Fethullah Gülen’e özgü bir şey değil. Türkiye’de Hizbullah da böyleydi, PKK da en azından Öcalan içeri girene kadar olan süreçte böyleydi. Bu tür örgütler birbirine benzerler. Kendi militanlarından, müritlerinden şüphelenmeyi esas alan, dönem dönem içeriye yönelik çok ciddi ayıklama yapan yapılardır. Fethullah Gülen’in de bu anlamda diğerleri gibi olduğunu söyleyebiliriz. Her şeyden haberdar olmak isteyen ve haberdar olan birisi. Fethullah Gülen’den bağımsız bir şey olamaz. Belki buna ilişkin sorular da gelebilir.

Kösedağı: Tam olarak böyle bir soru var. Dursun Portekizoğlu sormuş. İsimler ne kadar gerçek bilemiyoruz, ama soru şöyle: “80’li yaşlarda olan ve sağlığı pek de iyi görünmeyen Fethullah Gülen öldüğünde ne olur? Fethullahçılar onu âdeta peygamberleştirip devam mı ederler yoksa dağılırlar mı?” Tam söylediklerinin üstüne gelince sormak istedim.
Çakır: Bu çok eski bir soru. Bu soru bana ilk sorulduğunda yanılmıyorsam yıl 1989’du. O soruyu soran belki ölmüştür, ama Fethullah Gülen hâlâ yaşıyor. Ya da en azından yaşadığını sanıyoruz. Son dönemlerde pek görmedik, ama yaşıyor olması lâzım. Ölseydi herhalde bilirdik. Fethullah Gülen ölürse sonrasında ne olur? Bu soru 10 yıl önce sorulsaydı, çok daha farklı bir cevabı olurdu. Şimdi daha farklı bir cevabı var. Şu anda tamamen yeraltında. Eskiden çok yasal yönü vardı. Ben onları yasal olan-olmayan, sivil olan-olmayan diye ayırırdım. Şimdi tamamen yasadışı. Fethullahçılar’ın herhangi bir şekilde legal bir faaliyet yürütmelerine imkân yok. Dolayısıyla, hangi isimler var pek bilmiyoruz. Bunlar zaten büyük ölçüde yurtdışındalar. Ama şunu iyi biliyorum: Fethullah Gülen asla ikinci bir adama izin veren birisi değil. Bunu yapan çok. Demin sözünü ettiklerim de öyle. Çok sayıda iddialı adam vardır. Bunlar kadın olmaz. Adam dememin nedeni cinsiyetçilikten değil, hep erkeklerden oluştuğu için. Kadınlardan çok taraftarı var, ama üst düzey isimlerin hepsi erkek. İkinci adam olarak çok sayıda isim geçiyor, ama onların çok da anlamı yok. Mesela bir zamanlar Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Latif Erdoğan, kendini ikinci adam gibi gösterirdi. Şimdi itirafçı oldu. Onun için çok da fazla önemsememek lâzım. Sorunun önemli kısmı, “Dağılır mı dağılmaz mı? Nasıl dağılır?” Bence büyük ölçüde dağılır. Birileri sürdürmek ister. Muhtemelen de kolektif bir liderlikle sürdürmek eğilimi güçlü olur.
Kösedağ: Çıkar ilişkileri ne kadar sürüyor? Belki ona göre de devam eder bazı şeyler.
Çakır: Tabii. Yıllar önce Said Nursî öldüğünde de benzer bir olay olmuş ve kolektif bir yönetim eğilimi öne çıkmış. Ama birileri tek başlarına kendilerini öne çıkartmışlar, onlar kopmuş. Bence, Gülen öldüğünde, her şey paramparça olur. Zaten içinde çok sayıda dış güç olduğu için, biraz da kapanın elinde kalır. Bu vesileyle, çok sayıda insan da kendini kurtarabilir. Gülen sonrasında “Biz Hocaefendi’ye bağlıydık. Hocaefendi gittiğine göre artık kendi başımızın çaresine bakarız” diyebilirler. Hatta içeride bu defterin böylece kapanmasını bekleyen çok sayıda insan olduğunu tahmin ediyorum.

Kösedağı: Çok soru geliyor. Arkadaşlarım da şu anda yayında gelen soruları bana iletiyorlar. Elimde de daha önce aldığımız çok soru var. Gelen sorularda, cevabını benim de çok merak ettiğim bir soru var, onu sorayım: Abdullah Mukstarov: “Erdoğan iktidarı kaybederse, FETÖ yeniden güçlenir mi?” diye sormuş. Memati Baş’ın sorusu da: “AK Parti iktidarından sonra Fethullahçı Terör Örgütü ile mücadelenin boyutu ne olur?” Biraz birbirine yakın sorular olduğu için birlikte sormak istedim.

Çakır: Zaten çok kritik meselelerden birisi bu. Birincisi, Erdoğan iktidarının yürüttüğünü söylediği Fethullahçılık’la mücadelenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu anlamıyla, AK Parti iktidarının gitmesi, teorik olarak bu ülkenin Fethullahçılık’la baş etmesini kolaylaştırabilir. Bir diğer yönü de şu: AK Parti ve Erdoğan gittikten sonra, yerine neyin nasıl geleceğini bilmiyoruz. Fethullahçılar, büyük bir ihtimalle Erdoğan’ın şu anda yaşadığı krizden çok memnunlar, bunu görüyoruz. Erdoğan’ın gitmesi sonrasına şimdiden yatırım yaptıkları kesin. Dolayısıyla bir şekilde yeniden gelmek isteyecekler ve yeni iktidar nasıl şekillenecekse, onun bir yerlerinde bulunmak isteyecekler. O nedenle, bizim bu yayınımız ve başka birtakım insanların gayretleri bu anlamıyla önemli. Şu anda, Erdoğan’ın yürüttüğünü söylediği FETÖ ile mücadelesi var. Ama bu mücadele büyük ölçüde Türkiye’nin aleyhine gerçekleşiyor bence. Bu, Fethullahçılığın iyi bir şey olmasından değil, tam tersine, Fethullahçılık olayının Türkiye’de demokrasiye, çoğulculuğa zararlı bir örgütlü güç olması nedeniyle. Ama mücadele böyle edilemez, edilmemesi lâzım. Onlar bir tür mücadeleyi hayata geçiriyorlar. Bunun ne kadar yanlış olduğunu göreceğiz, görmeye de başladık.
Şimdi sorun şu: Erdoğan sonrası dönemde, Erdoğan döneminde yapılan hataların etkilerini yaşayacağız ve sonuçlarını da göreceğiz. Dolayısıyla, Erdoğan sonrası dönemde, Türkiye’nin Fethullahçılık gündemi çok daha yüklü, çok daha çetrefilli olacak. Şu anda muhalefet içerisinde yer alan partilerin veya şahsiyetlerin, Fethullahçılık konusundaki tutumlarına baktığımız zaman, orada da pozitif anlamda çok heyecan verici bir şey görmüyorum. Bir taraftan, FETÖ ile mücadele konusunda devleti yönetenlerle aykırı düşmeme çabası, diğer taraftan bu olayın sonrasında neyi nasıl yapmak konusunda hiçbir şeyi dert edindiklerini sanmıyorum. Sorarsanız, “O kadar çok dert ve sorun var ki bununla mı uğraşacağız?” olur cevap. Ama bunun çok hayatî bir sorun olduğu kanısındayım.
Soruya tekrar dönecek olursak, bunu hem bir fırsat hem de bir risk olarak görüyorum. Fethullahçılar uzun zamandır, Erdoğan’ın düşüşüyle beraber yükselmeye çalışıyorlar. Bu konuyu güvendiğim arkadaşlarımla tartıştığımda –ki bunlardan birisi Ahmet Şık’tır, çok konuşuruz bu konuyu onunla–, bunun kesinlikle mümkün olmayacağını söyler. Şimdi bizi izliyorsa, itiraz eder. Ben de ilk başlarda Fethullahçılar’ın geri dönüşünün mümkün olmadığını düşünüyordum. Fakat iktidar o kadar çok hata yaptı ki, bence yok olmakta olan bir hareketin ömrünü uzattı ve o hareketin tekrar kendine güven duymasını sağladı.

Kösedağı: Destekçilerimizden Karaca Erdem sormuş: “Devlet içinde bu oluşuma karşı çıkanlar da susturuldu. Bu oluşumun fonksiyonu neydi de bu kadar iyi korundu? Şimdi neye evrildi? Ya da tamamen yeraltına inip gücünü mü koruyor?”
Çakır: Sürekli operasyonlar yapılıyor. Sürekli gözaltına alınan, tutuklanan insanlar var; yeni davalar açılıyor. Anadolu’da, TSK’da, Emniyet içinde hâlâ birtakım güçleri olduğunu görüyoruz. Ama hareketin yasal ve yasadışı örgütlenmesi büyük ölçüde zarar gördü, tahrip edildi. Çoğu kaçtı ya da tutuklandı, cezaevinde. Fakat yurtdışındaki ağlarını hâlâ koruyorlar. Ve o yurtdışındakilerin bir şekilde Türkiye ile temasları var. Gerektiğinde aileler, arkadaşları üzerinden kolaylıkta temas kurabiliyorlar. Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış binlerce insandan bahsediyoruz. Mozambik’ten Arjantin’e, Arnavutluk’a kadar dünyanın her yerinde, öğretmen, okul görevlisi, vakıf yöneticisi, şirket sahibi olan insanlar var. Bu arada kaçıp gidenler var; onlara da işler bulundu. Kısaca bir hazırlık içerisinde olmaya çalışıyorlar. Ama Fethullahçılar’ın özelliğidir; genellikle kestaneyi başkalarına toplatırlar. Fethullah Gülen’in önceliği nedir? Erdoğan’ı devirmek. Hatta Gülen taraftarları geçenlerde ABD’de New York’taki Times Meydanı’nda reklam panolarına “Stop Erdoğan” dijital ilanları koymuşlardı. Erdoğan’ı devirmek için darbe yapmayı denediler olmadı. Şimdi, “Erdoğan devrilsin ki biz tekrar gelelim” diyorlar. Ama bunun için hiçbir şey yapmıyorlar. Erdoğan’a karşı muhalefet yapan, demokrasi temelli mücadele eden ne kadar parti, oluşum varsa, onları kullanmaya çalışıyorlar. Daha doğrusu onların güçlenmesini umuyorlar. Bu, HDP de olabilir, CHP de olabilir.

Kösedağı: Sosyal medyada da çok farklı kimliklerle yapıyorlar bunu sanıyorum.
Çakır: Mesela sosyal medyada bana hakaret edip küfreden Fethullahçılar’ın profiline girip baktığımda, sevdiğim bir yığın insanın paylaşımlarını görüyorum. Bu karakterde ya da karaktersizlikte bir insanın, Türkiye’nin örnek isimleriyle, kurumlarıyla ne işi olabilir? Yani şu anda muhalefet Erdoğan iktidarını sonlandırma yolunda bayağı bir çaba içinde ve umutlular. Fethullahçılar da kendileri bir şey yapmadan, bunu dört gözle bekliyorlar. Buradaki kritik soru şu: İktidarın değişmesi durumunda, Fethullahçılar ne yapmak isteyecek ve yeni iktidar sahipleri onlara karşı ne yapacak? Bu soru önümüzde ciddi bir şekilde duruyor.

Kösedağı: Tayfun Tufan’ın bu sorusu ilgimi çekti: “Fethullahçılığın, diğer akımlarla, örneğin Müslüman Kardeşler’le ilişkileri nasıldı? Hâlen destek aldığı oluşumlar var mı?”
Çakır: Fethullahçılar’ın İslâmî hareketlerin hiçbiriyle arası iyi değildir, sevmezler. Zaten İngilizce yayınlarında da kendilerini hep ılımlı İslâm’ın dünyadaki en önemli hareketi olarak gösterirler. Müslüman Kardeşler gibi diğer İslâmî hareketlerle hiçbir ilgileri yoktur. Belki bulundukları ülkelerde mecburen kurdukları temaslar olabilir, ama bir yakınlık olmaz. Ama onun yerine başka dinlerle teması öncelerler. Mesela Gülen’in Papa’yla görüşmüşlüğü vardı. “Dinler arası diyalog” dedikleri faaliyetin de samimi olmadığını biliyorum, biraz ciddi inceleyenler de bunu bilir. Ama bununla, dünyadaki güçleri arkalarına almak istiyorlar. Mesela Vatikan bir güç, İsrail bir güç. “Onlarla kavga etmek mi yoksa onları yanına almak mı?” Dolayısıyla İslâmî hareketlere hiçbir yatırım yapmıyorlar, onun yerine, İslâmî hareketlerden korkanlara, “Biz de Müslümanız ve sizinle diyalog kurmak istiyoruz. Biz barışçılız, hoşgörülüyüz” diyerek oraya yatırım yapıyorlar. Eğer İslâmî hareketlerle böyle bir ilişki kuruyor olsalar, zaten bu diğerlerinin radarına girer. Böyle bir riski almazlar. Fethullah Gülen’in kendine atfettiği önem içerisinde, diğer İslâmî hareketlerin pek bir anlamı yok. Onların büyük bir kısmını beğenmiyor, eleştiriyor. Zaten ilişkisi de yok.

Kösedağı: Serdar Işık şöyle sormuş: “15 Temmuz Kalkışması başarılı olsaydı, hak ve özgürlükler açısından devlet yönetimi ve resmî ideoloji açısından nasıl bir ortam olurdu? Fethullahçı anlayış bir tiranlık mı yaratırdı, yoksa küçük bir azınlığın hüküm sürdüğü bir uydu devleti mi olurdu?”
Çakır: Çok iyi bir soru, ama zor bir soru. Bir kere, kesinlikle uzun ömürlü olmazdı. Zaten doğru dürüst hazırlayamamışlar, onu da gördük. Darbe girişimi başarılı olsaydı, o aktörler, generaller ya da polis şefleriyle bu Türkiye’yi yönetmezsiniz. En fazla birilerini yanlarına çekmek isteyebilirlerdi. Hatta darbe başarılı olsaymış, “Bu konuda hazırlıkları da vardı” iddiaları dolaşıyordu. Yani, Fethullahçılar tek başlarına bu ülkeyi yönetemezlerdi, ama yanlarına değişik kesimlerden müttefik almaya çalışırlardı. Bir geçiş dönemi olurdu, sonra Türkiye ilk fırsatta Fethullahçılar’ı tasfiye ederek yeni bir düzene geçerdi. Nasıl bir şey olacağı hep bir soru işaretidir. “Fethullah Gülen ne istiyor?” sorusu sorulur. Anlaşıldı ki ülkenin başına geçmek istiyormuş. Cumhurbaşkanlığı mı, o mu, bu mu? Bilmiyorum ama, Türkiye’nin en temel otoritesi olmak gibi bir hevesi varmış. Bu biraz Amerikan B sınıfı filmlerine benziyor. Hani dünyayı ele geçirmek isteyen kötü adam vardır filan. Ama Türkiye büyük bir ülke. Türkiye’de böyle işleri ne kadar ince çalışırsanız çalışın, yapamazsınız. Ama şurası muhakkak ki böyle bir iktidar, kayıtsız şartsız Batı’ya bağımlı olurdu; orayı garantiye alırdı. Ne derece başarırlardı bilmiyorum, ama İslâm dünyası içerisinde Batı’nın sözcüsü olma iddiasıyla çıkarlardı. Batı’nın öne çıkardığı çoğulculuk, hukuk devleti gibi evrensel değerleri kesinlikle hayata geçirmezlerdi. AK Parti ile ortaklaşa götürdükleri dönemde yaptıklarına baktığımız zaman, bu kişilerin hukukla, demokrasiyle…, mesela Kürt sorunun barışçı çözümüyle ilişkisi olan bir yapı değil bu. O anlamıyla otoriter bir yapı.

Kösedağı: Fethullahçılar’ın Kürtler bakışı, Kürt düşmanlığı, Batı ile ilişkiler konusunda çok soru gelmiş. Melik Ziya, “Fethullahçılık kendiliğinden oluşmuş bir proje mi, yoksa Batı’nın bir projesi mi?” diye sormuş. Uğurcan Sakızlı’nın sorusu da: “Amerikan hükümetinin bu hareketle doğrudan bir alâkası var mı? Fethullahçılık Türkiye’den çıkan bir hareket mi yoksa dış güçlerin oyunu mu?”
Çakır: Dünyanın hiçbir gizli servisi bir ülkede karşılığı olmayan bir hareketi oraya yamayamaz. Ama hem dünyadaki hem o ülkedeki gizli servisler, kendi kendine oluşan birtakım hareketleri radarlarına alıp, o hareketlerden istifade etmeyi ya da o hareketleri kontrol edip yönlendirmenin imkânlarını ararlar. Fethullah Gülen’in ortaya çıkışı Soğuk Savaş döneminde, komünizmle mücadele derneklerinde başlamış. Tipik sağcı bir din adamı. Nurculuktan geliyor. 12 Mart 1971’de İzmir’de bir tutukluluğu var. Zaten tek tutukluluğu. Onu tutuklatan da İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in babası savcı Nurettin Soyer. Yıllar sonra da MHP Davası’nın savcısı oldu. O tutuklanma sonrasında Gülen, tamamen yeni bir hareket başlatıyor. Bu hareketin herkesin ilgisini çektiği muhakkak; Türkiye içerisinde kaldığı sürece yarattığı ilgiyle Türkiye dışına çıktığı zamanki ilgi farklı.  Şimdilerde unutuldu, ama bu hareket Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, Orta Asya ve Balkanlar’a, eski komünist ülkelerde Müslüman nüfusun olduğu yerlerde okullar açtı. Özbekistan ilktir; ama birkaç yıl sonra Özbekistan Devlet Başkanı okulları kapattı. Özbekistan, okulların en çok açıldığı ülkedir. Daha sonra Türkmenistan ve diğer yerlerde de okullar açıldı. Buralara okul açılıyor, öğretmen yollanıyor ve bu okullarda o ülkenin elitlerinin, valisinin, kaymakamının, devlet memurunun çocukları okuyor. Bu tam da devletlerin gizli servislerinin aradığı şey. Diyelim ki herhangi bir ülkenin gizli servisi olarak Türkmenistan’da size yakın kadrolar oluşturmak istiyorsunuz; normalde maaşla insan bağlarsınız. Ama burada küçük yaşta eğitim gören çocuklar sayesinde bir network oluşuyor. Çünkü dünyanın dört bir tarafında okullar var. Mesela bir zamanlar, Fethullahçılar’ın okullarının olduğu bazı ülkelerde Türkiye’nin dış temsilciliği yoktu. Sizin büyükelçiliğiniz, konsolosluğunuz yok; ama sizin ülkenizden birtakım insanlar orada. Sonuçta bunlar ciddi bir potansiyel. Casusluk konularına meraklı olanlar bilir. Bir yere birini yollayacaksanız, bir kimlikle yollarsınız. İlk akla gelen, gazeteci, öğretmen ya da turisttir. Bu okullar İngilizce eğitim veren okullar. Buradaki öğretmenler, yöneticiler, potansiyel bir etki insanı. 91 yılında Özbekistan’daki bir okula giren çocuk, şimdi 37-38 yaşında. Fethullahçılar’ın okullarından mezun olanlar, hepsi olmasa bile bir kısmı şimdi bakan, milletvekili. Okullarından dolayı ilişkilerini sürdürüyorlarsa bayağı bir nüfuz oluşmuş demektir. Bu, Fethullahçılığın nüfuzu. Fethullahçılar “Biz her yerde varız, işbirliği yapalım” diyerek bunu Türkiye Devleti’ne pazarlamaya çalıştılar. AK Parti iktidarının bir döneminde bu oldu. Hatta birçok yerde, Fethullahçılar’ın yerel yöneticileri Türk diplomatlarının önüne geçti. Eskiden bir dönem, Fethullahçılar’ın elemanlarıyla diplomatlar arasında büyük uçurum vardı ve birbirlerinin aleyhine çalışırlardı. Abdullah Gül zamanında yapılan Dışişleri Bakanlığı genelgesiyle, birlikte çalışmaya başladılar. Birçok yerde Fethullahçılar diplomatları büyükelçileri ezdiler. Bunun çok sayıda diplomat tanığı vardır. Bu ülkelerdeki kurumların, okulların, şirketlerin hepsi çok ciddi güç. ABD’nin ya da başka bir ülkenin bunlara ilgisiz kalması düşünülemez. Ama bu ne kadar bir ilgidir, nasıl organik ilişkiler vardır, bizim saptayacağımız şeyler değil. Diyelim ki A ülkesinin istihbaratı oraya yatırım yapıyorsa, B ülkesinin istihbaratı da o yatırımdan haberdardır. MİT muhtemelen, Fethullahçılar hangi okullarda, hangi ülkelerle nasıl bir işbirliği içerisinde, onu biliyorlardır.
Tabii ABD’nin özel bir yeri var; çünkü Fethullah Gülen yıllardır Pennsylvania’da yaşıyor. Bazıları her isteyen ABD’ye gidebiliyor diye düşünebilir. Ama ABD öyle bir yer değil. Hele 11 Eylül’den sonra hiç değil. Özellikle İslâm’la ilgili birçok kişinin vizesini iptal ediyorlar, sınırdışı ediyorlar. Fethullah Gülen’in orada yıllarca kocaman bir malikânede yaşaması, o malikâneye giren çıkanın haddi hesabının olmaması, çok yoğun bir trafiğinin olması, FBI’ın, iç istihbaratın bilgisi veya takibiyle oluyordur. ABD’de de iktidarlar değişti, ama Fethullah Gülen’e bir şey olmadı. Dolayısıyla onun orada kalmasını tercih ediyorlar. Bu olay sadece hukukla açıklanabilecek bir şey değil.

Kösedağı: Çok soru olduğu için benzer soruları art arda birleştirip soracağım. Edip Yazar şunu sormuş: “En sevdikleri iş olan ‘kullanışlılıkta’ yeni gazeteci, siyasetçi, aktivist angaje ettiklerini düşünüyor musunuz?” Meho Mihaloviç de: “Ruşen Bey’e kişisel bir sorum var: Medyada ‘Fethullahçı olduğuna eminim ama ispat edemem’ dediği insanlar var mı?” Melih Güven de yine kişisel bir soru sormuş: “Türkiye’de herkes susarken, Vatan gazetesindeki köşenizde Cemaat’in adını vererek karşı durmanıza rağmen, darbe girişimi sonrası sizi FETÖ’cülükle suçlayan arasında en acınası gördüğünüz kimdir?”
Çakır: Hüseyin Gülerce tabii. Hüseyin Gülerce benim için “kripto FETÖ’cü” dedi. Kendisini Fethullahçılık zamanından çok iyi tanırım; kraldan çok kralcıydı. O dönem, Fethullahçılar’ın içerisinde özellikle Erdoğan karşıtlığı yapan kişiydi. O zamanki Gazeteci ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokat’la beraber… Hatta ben ABD’de bir müddet gazeteci olarak çalıştım, ama olayları da takip ediyordum. Hüseyin Gülerce’nin o tarihte üstü örtülü olarak yazdığı Erdoğan aleyhindeki yazıları saptamış ve Vatan gazetesinde manşet yapmıştım. O da sonradan bana teşekkür etmişti. Hüseyin Gülerce’nin Fethullahçı olduğunu bilirim ve kanıtlarım. Çok kişi var, ama kimsenin böyle bir derdi yok. Yani benim de böyle bir niyetim yok zaten. Ama bazen görüyorum: O tarihlerde neler neler yapmış insanlar, şimdi kalkıp… Zaten benim bir formülüm var: Kim yüksek sesle ve canhıraş bir şekilde FETÖ düşmanı olarak ortaya çıkıyorsa, onda bir numara vardır. Gizli Fethullahçı mı arıyorsunuz, kim bağırıyorsa ona bakın.

Kösedağı: Sen bununla ilgili bir tweet atmıştın Ruşen ağabey. Kadın milletvekilleri büyük bir tartışma yaşamıştı.
Çakır: Evet. Bir AK Partili kadın vekil, Meclis’te cinnet geçirircesine saldırıyordu. Sonradan bir vakfın genel sekreteri olduğu ortaya çıkmıştı.

Kösedağı: Evet, sen de bunu alıntılayıp, “Tamam, tamam anladım, FETÖ’cü değilsiniz. Bu kadar bağırmanıza gerek yok” diye yazmıştın. Bunu hiç unutmuyorum. Aynur Gök “Ümmet Kardeşliği propagandasına karşın Kürt düşmanlığı ve Fethullah Gülen’in Kürtler hakkındaki katliam fetvasının nedenlerini merak ediyorum. Ayrıca bu fetvalara karşı Güney Kürdistan Hükümeti ile neden sıkı bir bağlantısı var?” diye sormuş.
Çakır: Katliam fetvası meselesinden çok emin değilim. Ama Kürtler’i sevmediğini biliyoruz. Hatta onun, yazıp sonradan toplattığı Küçük Dünyam kitabında, şimdiki itirafçı Latif Erdoğan’a şunu anlatır: Said Nursî geldiğinde, –kendisi Nurcu– onu görmekten imtina ettiğini söyler. Onun nedeni de Said Nursî’nin Kürt olmasıdır. Hem Nurcu, kitaplarını okuyor, ama Kürt olduğu için de gitmiyor. Türk sağında var olan aşırı Kürt antipatisini taşıyan birisi. Ama sonra Kürtler’de çok ciddi bir şekilde de örgütlendiler. Irak Kürdistanı’nda da örgütlüler. Bildiğim kadarıyla, Ankara oradaki okullara baskı yapıyor. Erbil Yönetimi buna birtakım formüller bulmaya çalışıyor; ama çok köklü bir şekilde varlıkları var. İçlerinde Kürtler de var. Ben gittiğimde Erbil ve Süleymaniye’deki okullarını görmüştüm, oradaki insanlarla da tanıştım. Bazıları Türkiye’den giden Kürtler’di.

Kösedağı: Murat Demir, “Nurcu bir oluşumda Kürt ırkçılığı nasıl olabiliyor? Biraz açar mısınız?” diye sormuş.
Çakır: Kürt ırkçılığı ne demek?

Kösedağı: Kürtler’e yönelik ırkçılık anlamında soruyor sanırım. Hatta sen bir yayınında Fethullah Gülen’in ırkçı olduğun söylemişsin. Murat Demir bunu referans vermiş.
Çakır: Fethullah Gülen Türkçü. Türk milliyetçisi olarak, Kürtler’e antipatiyle başladı. Ama sonra “Yanlış anlaşıldım” diyerek bunu örtmeye çalıştı. Ama onun genlerinde bir şey olduğu belli. Tabii bu, Said Nursî’nin Kürt olması nedeniyle biraz zor bir durum. Ama aslında Nurculuk hareketi içinde, Said Nursî’nin Kürt kimliğini öne çıkartıp çıkartmama meselesi ciddi bir şekilde vardır. Hatta bu nedenle Kürt Nurcular’ın bazıları ayrı örgütlenmişlerdir. Mesela Hizbullah’ın öldürdüğü İzzettin Yıldırım öyle bir gruptur. Nurcular’ın içerisinde Kürtçülük meselesi hep bir tartışma konusudur. Ama Fethullah Gülen, Kürt antipatisi konusunda ilk akla gelen Nurcu kökenli isimlerdendir. Daha sonra, Kürtler’de de örgütlendiği için ve bazı Kürt Fethullahçılar’ın bazı özel ricalarıyla, bunu artık pek telaffuz etmez oldu. Ama unutmamak lâzım: Çözüm sürecini baltalamak için ciddi bir faaliyet yürüttüklerini de biliyoruz. Mesela geçenlerde sonuçlanan MİT Krizi davasında bayağı ceza aldılar. MİT Krizi, PKK ile devletin görüşmesini kriminalize edip, sabote etmek için yapılan bir operasyondu. İlginç bir şey daha var. O süreçte, devletin Kürt hareketi içerisindeki görevlilerini deşifre ettiler. Bu konu, meraklısı dışındaki insanların ilgisini pek çekmez. Mesela Fethullahçı savcılar, Öcalan’ın en önde gelen avukatlarından bir tanesini tutukladılar. Daha sonra devlet o kişiyi geri aldı. Çünkü o kişi devletin yıllardır oraya yerleştirdiği bir insanmış. Fethullahçılar, yıllarca yatırım yaptıkları insanları deşifre ettiler. Bunu yapmalarının nedeni, AK Parti’ye zarar vermenin ötesinde, Kürt sorununa bir şekilde müdahil olmak istemeleriydi. KCK davası sanıklarının plastik kelepçeli fotoğrafları çok meşhurdur. Yıllar sonra, Erdoğan onlardan çok daha sert uygulamalar yaptı, evet, ama o tarihte, yürüyen bir tekere çomak soktu Fethullahçılar.

Kösedağı: Özellikle iktidar değişikliği durumunda, bundan sonrası çok merak edilmiş. Sana magazinsel sorular da çok geliyor Ruşen Ağabey. Gelen sorulardan biri şöyle: “Fethullahçılık yayınızdan sonra, Ekrem Dumanlı size bir cevap videosu hazırlamış. Söylediklerinde mantıklı bir şey yok, ama yine de izlediniz mi?”
Çakır: İzlemedim. Daha önce bilmeyenler olabilir, bu ikinci videosu; çekmeye devam etsin. “Benim üzerimden prim yapmaya çalışmış” diyelim. Bunun üzerine de bir üçüncü video çekebilir belki.

Kösedağı: Umut Üstün şöyle bir soru sormuş: “Fethullahçılar’ın ABD’de Biden iktidarı ile bir yakınlığı var mı? Yoksa Fethullahçılar daha ziyade Cumhuriyetçi Neo-Conlar tarafından mı destekleniyor? ABD’de hangi iktidar kombinasyonu Fethullahçılar’ın işine geliyor?
Çakır: Bu soruyu soran kişiye, çok uzun zamandır Amerikan Neo-Conlar’ının bir etkisinin kalmadığını söyleyeyim. Trump döneminde Fethullahçılar’ın etkisi bayağı azaldı. Çünkü Trump kurumları işletmedi. Kendi başına yürüttü. Fethullahçılar Kongre üzerinde çok etkili olabiliyorlar; lobi yapıyorlar ve maddi imkânlarını kullanıyorlar. Birtakım düşünce kuruluşları üzerinde etkili olmaya çalışabilirler. Teorik olarak, Fethullahçılar’ın Biden yönetiminde önlerinin daha açık olduğu düşünülebilir. Mesela, şimdiden, 56 senatörün imzaladığı Biden’a yazılmış bir mektupta, Enes Kanter’den insan hakları savunucusu olarak bahsediliyor. Hatta ben de onunla ilgili bir şey söyleyince epeyce kıyamet koparttılar. Şunu özellikle vurgulayalım: İnsan hakları savunuculuğu değerli bir şeydir. Kendi hakkını savunmak, insan hakları savunucusu olmak anlamına gelmez. Ama bu başka bir şey. Bir siyasî hareketin militanı olarak yapıyor. Enes Kanter hiçbir zaman Türkiye’ye gelip Fethullahçı olmayan insanların hakkını savunmadı ki. Kendi hakkını savunuyor. Yapsın tabii. Ama orada onun Türkiye’de insan haklarına duyarlı bir sporcuymuş gibi sunulması, Fethullahçılar’ın bir başarısıdır. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde Kongre’de ve Temsilciler Meclisi’nde, birtakım yerel federal kurumlarda etkili olabilirler.

Kösedağı: Geçmişe dönük bir soru sormuş izleyicimiz. “Daha önceki yayınlarınızda bahsetmiştiniz ama, FETÖ ile Erdoğan’ın ters düşmesini tetikleyen olay ne oldu?”
Çakır: Aslında o bir süreçti. Kavgayı kızıştıran olay, Erdoğan’ın dershanelerle ilgili yönetmelik hazırlığı oldu. Dershaneler Fethullahçılık demekti; Fethullahçılığı hedef almaktı. Bir diğer olay, bir seçimde, AK Parti kontenjanlarından Fethullah Gülen’e istediğinden çok az sayıda milletvekili kontenjanı verildi. Çünkü bu iki hareket birbirlerini hiç sevmezler, güvenmezler ve birbirlerine sırtlarını dönmezler; kendilerini hep garanti altına almaya çalışırlar. Ama bunun bir yerde kopacağı belliydi. Şöyle bir şey oldu: Erdoğan Gülen için, Gülen de Erdoğan için, “Nasıl olsa ben bunu alt ederim” diye düşündü. “Beraber yürürüz. Ama günü geldiğinde ben onu etkisizleştiririm.” Fethullah Gülen’in esas hesabının bu olduğuna eminim. Çünkü Gülen, Batı ile ilişkileri olan, kadrolarıyla TSK’ya, Emniyet’e sızmış ve yıllarca bunun için çalışmış birisi olarak, Batı ile kavgalı bir Erdoğan’ın kendisi karşısında fazla dayanamayacağını düşündü. Bunu 17-25 Aralık’ta da gördük; onun aleyhine epeyce hazırlık yaptı. Ama Erdoğan da bir şeyleri sezmiş olacak ki veya o da belki “Yeterince işime yaradılar. Bundan sonra bana ayakbağı olurlar” diye birbirlerinden kopma sürecine girdiler. Biraz uzun sürdü. MİT Krizi, dershane krizi filan derken, esas savaş ilanı, 17-25 Aralık’ta Fethullah Gülen’den geldi.

Kösedağı: Yusuf Aygün sormuş: “Şu anda hükümetin FETÖ ile mücadelesine neden destek vermiyorsunuz?”
Çakır: Destek vermek mi? Zaten hükümet diye bir şey yok. Sadece iktidar var. Benden kimsenin bir destek istediği yok çok şükür. Onlar zaten kendilerince mücadele ediyorlar. Ben FETÖ ile mücadele diye bir konsepte inanmıyorum. Onların yapmak istediği şeyler içerisinde doğru şeyler olabilir, ama perspektifin doğru olduğu kanısında değilim. Buradan bir demokratikleşme çıkması lâzımdı. Ama tam tersine, iktidar, darbe girişimini, özellikle Türkiye’nin otoriterleşmesini kuvvetlendirmek için kullandı. Ben bunun nesine destek vereyim? 15 Temmuz’un ardından hepimizi çağırıp, “Hep birlikte bu belaya karşı bu ülkenin demokrasisini nasıl koruruz, geliştiririz?” diye bir şey yapılmadı ki? OHAL ilan edildi. Fethullahçılar tasfiye edildi. Ama Kürt hareketi, sol, herkese karşı amansız bir politika izlendi. Erdoğan bunu bir fırsat olarak kullandı. Erdoğan’ın o fırsatçılığına destek olmak diye bir şey olamaz.
Ama burada esas mesele şu. İnsanların şunu anlaması lâzım: Erdoğan ile Fethullah Gülen bir dönem birlikteydiler, sonra birbirleriyle savaştılar. Birlikteyken “Bize destek verin” dediler, savaşırken “Benim yanımda olun” dediler. Ne birlikteyken onlara destek vermek, ne savaşırken ikisinden birisinin yanında olmak zorunda değiliz. Önemli olan, ikisini birlikte eleştirebilmektir. İkisine karşı eşit mesafede olmak zorunda değilsiniz. Kimisi birine, kimisi diğerine daha fazla mesafeli olabilir. Ama burada iki taraf da, Türkiye’de demokrasinin, temel hak ve özgürlüklerin, hukuk devletinin güçlü bir şekilde yerleşmesini istemiyor. Dolayısıyla, “kötünün iyisi” deyip birisinin yanında yer almak diye bir şey olamaz. Tabii ki darbeye, darbe girişimine karşı çıkarsın, darbecilere karşı mücadele edersin. Ama “Darbecilere karşı mücadele ediyorum” diyerek, hükûmetin her türlü dayatmasını da kabul etmek zorunda değiliz; bu kadar basit. Örneğin, hak ihlâllerine, cezaevlerindeki durumlara karşı, çocuklar, hamile kadınlara yapılanlar... Her kim olursa olsun, insan hakları ihlâlleri, savunma hakkının engellenmesi, kısıtlanmasına karşı da mücadele etmek gerekir. İnsanlar bunu pek ayırt etmek istemiyorlar. Topyekûn bir savaş var. “O savaşın içinde misin değil misin?” diye bakıyorlar.
En büyük FETÖ düşmanı birtakım isimler var, malûm; kimisi de benim eski arkadaşlarım. Onlar açıyorlar gözlerini: “FETÖ şöyle, FETÖ böyle. FETÖ’ye karşı yapılan her şey doğru.” Hayır, değil. Onlara yapılanları eleştiremediğin müddetçe, FETÖ’ye karşı mücadele edemediğin ortaya çıkıyor. Kendimden örnek vereyim: Benim öyle birisi olmamı tercih ediyor Fethullahçılar. Burada kaç yıldır beraber çalışıyoruz, insanlar bizi izliyor: Bana “Erdoğan destekçisi” diyenler var. Hiç alâkası yok. Ya da “Saray’a yaranmak.” Saray’a yaranacak olsam, yapacağımız o kadar çok şey var ki… O şeyi kaldıramıyorlar, bütün sorun orada. Bunu özellikle yabancı gazetecilerle, diplomatlarla konuştuğumda görüyorum. Bunun geri bildirimi onlara gittiği için çok rahatsız oluyorlar. Diyelim ki bir yabancı diplomat, benimle Fethullahçılık üzerine konuşuyor. Ben Fethullahçılığın ülkeye verdiği zararları, yaptıkları propagandaların büyük bir kısmının aslında yalan üzerine inşa edildiğini anlatıyorum. Şimdi bir AKP’li ile konuştuğu zaman, zaten giden kişi rezervli dinliyor. Ama bu olayın tarafı olmayan birisi… Hep böyle olur zaten: İki taraf da sevmez, iki taraf da kendi yanında durmanı ve açık bir şekilde onlardan taraf olduğunu beyan etmeni ister. Benim şöyle bir lâfım var — onu tekrar tekrar söylerim: “Her iki tarafın birbirleri hakkında söyledikleri genellikle doğrudur. Ama her iki tarafın kendileri hakkında söyledikleri de yanlıştır.” Mesela, “Erdoğan Türkiye’de insan haklarını ihlâl ediyor” — doğru. “Biz insan hakları savunucusuyuz” — yalan. Aynı şekilde, “Fethullahçılar darbeci” — doğru. “Biz darbeye karşı mücadele ediyoruz” — yalan. Çünkü darbeye karşı mücadele ederken, aynı zamanda orada kendi halindeki solcu öğretmeni de, Kürt öğretmeni de işinden ediyorsun. Bunun darbe ile ne alâkası var? Ya da Fethullahçılar’a sempati duyan sıradan insanı da “darbeci” diye suçluyorsun.

Kösedağı: Sıradan insanlar konusu açılmışken, özellikle son dönemde Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun dile getirdiği bazı konular var: Yurtdışına kaçma hikâyeleri, şu anda hapishanelerdeki sıradan insanlar, BankAsya’ya para yatırıp aranan insanlar… Sonra bir şekilde Türkiye’den gitmeye çalışanlar... Bu da çok tartışıldı. Az önce sana cevap yazan isimler gelince aklıma, bundan da bahsedelim.
Çakır: Orada şöyle bir husus var. İşin acı tarafı şu: Birçok insan çile çekiyor, zulüm görüyor, mağdur oldu, işini kaybetti, özgürlüğünü kaybetti, aileler parçalandı; kaçmaya çalışırken hayatını kaybeden aileler var. Bunların hepsi birer trajedi.  Kim olursa olsun, insan haklarına duyarlı herkesin, hukuku isteyen herkesin, bu yaşatılan mağduriyetlere karşı çıkması lâzım. Bu yönüyle, Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun ya da diğer milletvekillerinin yaptığı çok saygıdeğer bir iş. Kaybedilenler var, çıplak arama meseleleri var, bunların hepsi önemli. Arama yapılan Fethullahçı’ymış, hiç fark etmez. Çıplak arama Türkiye’de yeni bir şey değil. Ve çıplak aramanın feriştahını Fethullahçı polisler yapardı zamanında. Onun için bu şimdi bir devlet geleneği olarak gidiyor. Ama şimdi, “Siz Fethullahçılar, zamanında yapıyordunuz, şimdi sizin insanlarınıza yapılınca ses çıkarmayın” denemez. Bu, o gün de yanlıştı, bugün de yanlış.
Ama işin bir başka ayağı da şu: Bunun üzerinden propaganda yapanlar var. Mesela, Ekrem Dumanlı ve bir grup insan ilk Youtube yayınlarına başladığında, o yayınların hepsini izleyip, “Fethullahçı gazeteciler neler anlatıyor?” başlığıyla bir yayın https://medyascope.tv/2017/08/08/fethullahci-gazeteciler-neler-anlatiyor/ yapmıştım. Ekrem Dumanlı yayının bir yerinde “Ahmet Altan, Ahmet Turan Alkan, Mümtazer Türköne gece rüyama giriyor” diyor.  Kim bunlar? Fethullahçı olmayıp, Fethullahçılar’a yakın göründükleri için hapse atılan aydınlar. Şimdi o aydınlar nerede? Cezaevinde. Bunu söyleyen insan nerede? Amerika Birleşik Devletleri’nde. Fethullahçı olmayan insan, boyun eğmediği için, hapiste yatıyor. Ama Fethullahçı ne yapıyor? “Rüyama giriyorlar onlar” deyip buradan propaganda devşiriyor. Tam bir üçkâğıtçılık. Diyelim ki Fethullahçılar bir darbe girişimi var ve bu nedenle de birilerinin suçlu olarak hapis yatması gerekiyor. Diyelim ki yazan çizen bir insan bu. Ahmet Altan olamaz, Mümtazer Türköne, Şahin Alpay, Ali Bulaç… Ne alâkası var onların darbeyle? Ama onlar burada, Türkiye’nin aydını olarak ülkede kaldılar, çile çektiler. Ötekiler her nasılsa kaçtılar gittiler, hayatlarını bayağı iyi sürdürüyorlar; oturdukları yerden bu insanların mağduriyetlerinden de kendilerine malzeme çıkartıyorlar. Burada sorun, Fethullahçılar’ın propagandalarına alet olmadan, bu insanların hakkını hukukunu savunabilmek meselesi.

Kösedağı: Kâzım Esim şöyle bir şey sormuş. Biraz kritik: “Şimdi ülkede FETÖ’cüler yok. Ekonomi uçtu mu? Adalet zirvede mi? Halkın yüzde 70’i aç, işsiz. 5 tane iş adamı ülkeyi soydu. Ruşen Bey bu duruma ne der?”
Çakır: Fethullahçılar o pisliği yapmasaydı belki çok daha iyi bir durumdaydık. 7 Haziran 2015’te seçim oldu ve AKP iktidarı kaybetti. Sonra, Erdoğan olağanüstü bir durum yarattı ve Kasım seçimini kazandı. Ama normalde Türkiye’nin gidişi bir koalisyondu. Erdoğan iktidarının sonu olmasa bile, Erdoğan iktidarı bayağı zorlandı. Erdoğan burayı, 2015 Kasım’ını bir şekilde kurtardı. Ama kurtardığı andan itibaren gidiciydi. Sonra ne oldu? 2016’da Fethullah Gülen’in talimatıyla darbe girişimi oldu ve Erdoğan’ın önü alabildiğine açıldı. Türkiye’de yaşanan bu kadar olumsuzluktan şikâyet edecek olan, en son Fethullahçılar’dır. Türkiye’nin gidişatına bu darbe girişimini sokmasalardı, Türkiye kendi yolunu yine bulacak, muhalefet daha güçlü bir şekilde, kendinden emin bir şekilde, 2015 Haziran seçimlerinin rüzgârını tekrar yakalayacaktı. Yıllar sonra, 31 Mart’ta ancak yakalayabildi. Fethullahçılar o darbe girişimini yapmasalardı –darbe girişimi sadece tek bir olay değil tabii, o bir süreç– Türkiye’nin demokratikleşmesi için imkânlarını seferber etmiş olsalardı, belki Türkiye bu noktalara gelmezdi. Belki Türkiye’de daha iyi bir ekonomi yönetimi olurdu, iktidar değişirdi. Şimdi bütün bunların birinci dereden sorumlusu olan insanların, “İşte bak, Cemaat, Hizmet gitti, şimdi ne duruma düştünüz?” havaları var. Bunlar, bana çok sık geldiği için biliyorum.

Kösedağı: Galiba soran kişi de sempatizanı sanıyorum.
Çakır: Bilmiyorum, hiç önemli değil. Fethullahçılar o darbe girişimini yapmasalardı, Türkiye çok daha iyi bir yerde olacaktı.

Kösedağı:  İsimsiz ama güzel bir soru gelmiş: “FETÖ’nün kendi içinde, Cemaat’in yaptıklarına dâir eleştirilerde bulunan kesimleri var mı? Bölünen, ayrılan kolları var mı? Takip ediyor musunuz?”
Çakır: Kol olarak yok, bireysel kopuşlar var. Genellikle entelektüel düzeyi yüksek insanlarda var. Birtakım siyasetbilimciler bir-iki internet sitesi kurdular; ben de onları, birçok yayında haberleştirdim, yorumladım. Mesela “Münferit Fikir Platformu” adında ilginç bir girişim var; dünyanın değişik yerlerindeki insanlar, videolar yapıyorlar ya da internette adları ile veya müstear olarak birtakım sorgulayıcı şeyler yazıyorlar. Ama bunlar sayıca çok güçlü değil, etkileri de çok fazla değil. Bir de Türkiye’nin içinde bulunup itirafçı olan, pişmanlık hükümlerinden yararlananlar var. Ama onların bir hareket çıkarma durumu yok, olamaz da zaten. “Bu böyle olmuyor” diye içerisinden kopup bir örgütlenmeye giden duymadım. Ama eleştirenler var. Birtakım gazetecilerin de tek tük eleştiriler yaptıklarını biliyorum. Mesela bir tanesi, 15 Temmuz’daki Fethullahçılık ayağını sorgulayan birtakım yazılar yazıyor, haberler yapıyor. Onlar da var. Ama büyük bir çoğunluk hâlâ hiçbir şey olmamış gibi, sütten çıkmış ak kaşık gibi yaşamaya devam ediyorlar. Ya da “Tabii ki hatalarımız olmuştur, ama bilmem ne…” deyip geçiştirmeye çalışıyorlar. Yani, çok güçlü bir dinamik yok. Çıkan birtakım isimler veya hareketler de güçlenemedi. Ama tek tek bireysel olarak kopan, onlarla ilişkisini kesen insanlar olduğu bir gerçek.
Bir de şunu unutmamak lâzım: Yurtdışına giden birisinin, orada varlığını sürdürebilmesi, kendi ayakları üzerinde durabilmesi için, dil bilmesi, parasının olması, işinin olması gerekiyor. Dolayısıyla birçok insan, istemeye istemeye de olsa, o gruba dâhil oluyorlar ve kendilerine en azından bir yaşam standardı temin edebiliyorlar. Kopabilmek için bir işinizin olması lâzım, işinizin gücünüzün olması lâzım.

Kösedağı: Mevsim Yıldız şunu sormuş: “Ruşen Bey, bir ara ‘Fethullahçılar hakkında ne konuşacağım?’ diye konuşmaya değer bulmuyordunuz. Ne oldu da tekrar gündeminize girdi? Geleceğe dâir bir endişeniz mi var? Bir şey mi oldu? Niye tekrar konuşuyorsunuz?”
Çakır: Endişe değil, ama şunu söyleyebilirim: Türkiye’de iktidarın zayıflamasıyla beraber –bir de ABD’deki yönetimin değişmesi de var–, aslında çok detaylı bir şekilde takip etmiyorum ama çıplak gözle görebiliyorum: Fethullahçılar, yeniden kendilerine bir güven kazanmaya başlıyorlar, bunu görmek mümkün. Herhalde bu konuya ilgi duyanlar da bunu görüyordur. İktidarın da bu konuda hiçbir hazırlığının, niyetinin de olduğunu sanmıyorum. Sonuçta biz sivil insanların, vatandaşların bir görevi. Benim, gazeteciliğe başladığımdan beri üzerinde çalıştığım bir hareket bu. Bir yanıyla da bakarsak, bu konu zaten benim en çok ele aldığım konulardan birisi. Ama konuşulacak şeyler var. Bir dönem kendilerini unutturdular ya da sesleri kısıldı. Ama şimdi tekrar sesleri çıkmaya başlıyor. Mesela bu yayından önce, birkaç yayın yaptım. Sonra ne oldu? New York’ta dijital panolara yazılmış “Stop Erdoğan” ilanları çıktı. Mesela, o bir cesarettir. Kaç yıldır varlar ve ancak şimdi onu koydular. Paraları mı yoktu? Vardı. Onu niye 3 yıl önce yapmadılar da şimdi New York’un göbeğinde, Times Meydanı’nda yayınladılar? “Sen bilirsin bunlar FETÖ’nün işi mi?” diye soran birbirinden farklı, çok arkadaşım oldu, oradan biliyorum. Zaten ilk günden biliyordum; orada yaşayan tanıdıklarım hemen fotoğrafını çekip yollamışlardı. Mesela bu bir gösterge. Buna karşılık hemen, üzerinde “Love Erdoğan” yazılı araçlarla New York sokaklarında ve Türkiye’nin değişik yerlerinde propaganda yapmaları boşuna değil.
Ama burada şöyle bir şey var: Şimdi “Stop Erdoğan,” aslında Fethullahçılar’ın sloganı değil. Bunu yaparak aslında bir taşla birçok kuş vuruyor. ABD’de ve Batı’da Erdoğan’a karşı çok büyük bir alerji var; ne medyası ne liderleri, çoğunluğu, artık Erdoğan’ı sevmiyor. Diğer yandan, Türkiye’de de çok büyük bir alerji var. Ve siz şimdi üzerinde “Love Erdoğan” yazılı bir aracı New York sokaklarında dolaştırdığınız zaman, Fethullahçılar’ın propagandasına alet oluyorsunuz aslında. Tek başına o reklam bile, Fethullahçılar’ın, yeniden özgüvenlerini kazanmaya başladığını gösteriyor olabilir.

Kösedağı:  Şöyle bir soru gelmiş: “1986 yılındaki Fethullahçılık haberine kim ulaştı? Bu haberi dönemin hükümeti ile paylaştınız mı? Ya da 15 Temmuz’dan sonra bu haberle ilgili, şimdiki hükümetten sizinle fikir teâtîsi yapan var mı?”
Çakır: 1986 yılında o haberi yaptığım zaman ben kaç yaşındaymışım? 62 doğumlu olduğuma göre, 24 yaşımdaymışım. Devletin beni muhatap alacağı yok o tarihte. Zaten alsa ne olacak? Ayrıca olayı ben ortaya çıkartmadım. “Orduya sızan dinci grup: Fethullahçılar” haberini yaptığımda, Yaşar Büyükanıt sızmayı saptamıştı. Kuleli Askeri Lisesi, Bursa Işıklar ve İzmir Maltepe Askeri Lisesi’nde öğrencilerin dinci faaliyetlere katıldıkları tespit edilmişti. Zaten devlet yapmıştı operasyonu, biz de onu haberleştirdik. Devlet bana yıllar sonra ne soracak?
Ama şu çok ilginçtir: AKP iktidarı döneminde, değişik vesilelerle karşılaştığım devletin değişik mekanizmalarından bakan, başbakan ya da üstü düzey yönetimde olanlara ısrarla Fethullahçılık ile ilgili soru sorardım ya da bir şey söylerdim, onlar da ısrarla duymazlığa gelirlerdi. Benim Fethullahçılık meselesi, İslâmî hareket üzerine çalıştığım andan itibaren karşıma çıkan, ama uzun bir süre tek bir Allah’ın kulunu bile göremediğimiz bir hareketti. Çünkü tamamen gizli bir hareketti. Sonradan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı ile görünür oldular. Fethullahçılar hakkında en çok bilgiyi de, diğer İslâmcılar verirdi. Amerikan ajanı olarak anlatırlardı. Fethullahçılar’la işbirliği nedeniyle onların bazılarının başlarına iş geldi.
İslâmcılık çalıştığım için, İslâmcı olmayan insanlar bana genellikle, “takiye” lâfını kullanırlardı. Ben o tarihlerde de, tanıkları vardır, birçok kişiye “Takiye lâfı iyi bir laf değil. Bu, gerçek tartışmayı engelliyor” derdim. Ama illâki “Takiye yapan var mı?” diye soruyorsanız, Fethullahçılar yapıyor. Fethullahçılar’ın en büyük özelliği, dünyanın her yerinde, her zaman, karşısındakine duymak istediğini söylemektir. Mesela, diyelim sen Alevi’sin. Sana, Alevilik’le aslında ne kadar barışık olduğunu söyler. Bir başkası Katolik. Dinler arası diyalogdan bahseder. Bir zamanlar, bunların okullarının olduğu yerlerde televizyon yayınları vardı. Azerbaycan’da Aliyev’i över; bilmem nerede demokrasiyi över, öteki tarafta vs.’yi över. Yani “nabza göre şerbet”i çok iyi yapan, karşısındakinin duymak istediğini söyleyen bir harekettir. Yani onun gerçek yüzünü anlamak imkânsız değil, mümkün. Ama insanlar genellikle o söylenenin gerçek olmasını isterler.

Kösedağı: Ozan Şamiloğlu şu soruyu sormuş: “Fethullahçılar yeniden, mesela yeni kurulan muhafazakâr partilerde varlık göstermeye, örgütlenmeye çalışırlar mı sizce?”
Çakır: Yani Gelecek ve DEVA’yı kastediyorsa, her yere girmek isteyeceklerdir.

Kösedağı: Binali Önal Bey de “Ruşen Bey, bugün çok şıksınız”  demiş. İletmek istedim.
Çakır: Çok mu şıkım? Allah Allah. Saçlarımı kestirdim ondandır. Gelecek ve DEVA’yı kastediyorlar. Ama bence, sadece Gelecek ve DEVA’ya değil, AK Parti’ye de çok ilgi duyuyorlardır. Şu andaki güçleri nedir bilmiyorum açıkçası. Ama Fethullah Gülen’in “Şu partilere girin” diye bir talimat verdiğini varsayarsak, öncelikle talimat vereceği parti, her açıdan AK Parti olacaktır. Elimde böyle bir bilgi yok, ama AK Parti’nin içinde hâlâ çok etkili bir şekilde var olduklarını tahmin ediyorum. Tüm Türkiye’ye yerleşmiş, yetişmiş bir hareket ve içinde bazı unsurları tamamen gizli olan bir hareketin, AK Parti’de tam anlamıyla kazınmış olabileceğini sanmıyorum. Gelecek ve DEVA’ya, İYİ Parti’ye, hepsine sızmak isteyebilirler. Ama bu hareket bu hâliyle, daha çok, “var kalma” mücadelesi veriyor. Bir gücünü toparlasa, proaktif olabilir. Şu anda kendini kurtarma derdinde. Ama bir toparlasa, o zaman gücünün geldiğini düşündüğü andan itibaren, “Şuraya gidelim, buraya yatırım yapalım, şuralara yönelelim” diye düşüneceklerdir. O zaman, yeni partilere de bakacaklardır, başka yerlere de; her yere tekrar, sil baştan yapmak isteyecektir. Başarabilir mi? Eskisi gibi başarılı olma imkânı kesinlikle yok, o muhakkak. Ama Erdoğan iktidarı, bugün pek çok nedenle o kadar çok tepki çekiyor ki, sırf bu nedenle, Fethullah Gülen birçok insanın gözünde aslında “tolere edilir” olabiliyor. Mesela biz bu yayını yapıyoruz ya, Fethullahçı olmayan birçok insan, Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürdüğümüzü düşünebilir. Niçin? “Ne işiniz var Fethullahçılık’la?” Niye? “Erdoğan’ı eleştirin.” Tamam, o ayrı bir şey, ama bu da başka bir şey. “Ama siz bunu böyle yaparak…” diye cümle kuran çok insan var. Çünkü insanlarda böyle bir bakış var: Bir tarafta bir düşman var — ki şu anda birçok insanın gözünde düşman, hasım, Erdoğan. Dolayısıyla Erdoğan’ın karşısında olan insanlara ya da Fethullah Gülen’e bir şey söylemenin anlamı yok. Böyle düşünen çok kişi var biliyorum, bana da söylüyorlar. Ama bunun Erdoğan’a yaranmak olmadığını, tam tersine Fethullahçılığı eleştirmenin, aynı zamanda Erdoğan’ı eleştirmek olduğunu insanların anlaması gerekir.

Kösedağı: Bir izleyicimiz, C. Yıldırım sormuş: “Fethullah’ın Amerika’ya gidişi nasıl oldu, davet mi edildi?”
Çakır: Sağlık nedenleriyle gitti diye hatırlıyorum. Tedavi olmak amacıyla diye gitti, bir daha da gelmedi. Sonra da oturma izni aldı.

Kösedağı: Resul Saruhan diyor ki: “FETÖ dışında, büyüyen Menzil tarikatı hakkında neler söylemek istersiniz? Tarikat-cemaat-devlet ilişkisi şu an ne durumda?”
Çakır: Resul benim arkadaşımdır; genç bir gazeteci arkadaş. Buradan da selam söyleyeyim. Bu ikisi birbirleriyle kıyaslanamaz. Resul da biliyordur, daha önce “Fethullahçılar’ın yerini Menzil mi aldı?” başlığıyla bir yayın https://medyascope.tv/2019/12/02/fethullahcilarin-yerini-menzil-mi-aldi/ yaptım. Hayır, Menzil bambaşka bir şey; istese de olamaz. İsteyebileceklerini de sanmıyorum. Ama tabii, devletin nimetleri herkesin gözünü kamaştırıyor, burası bir gerçek. Fethullah Gülen, bu işi 1970’li yılların başlarında, devleti ele geçirme, devlete sızma üzerine dizayn etmiş birisi. Yıllarca çalışmış. Diyelim ki 1973 yılında başlamış. Darbe girişimi 2016’da mı? 2016’dan 1973’ü çıkaralım kaç yapıyor? 43 yıl sonra. Menzil benim bildiğim bir yapıdır. Orada bir oğul var, onun denetiminde gidiyor daha çok. O da, 4-5 yıldır. Bu tarikat yapıları gevşek yapılardır, çok daha savruktur. Gülen Tarikatı gibi değil. Fethullah Gülen’in anılarını okuduğunuz zaman, Fethullah Gülen, öğrencilerinin hepsinin adlarını, soyadlarını biliyor; hepsini teker teker takip ediyor. Kurstan sonra nereye gittiğini takip ediyor, gerekirse arkasına adam koyuyor. Hatta gerekirse arkasından bizzat kendisi gidiyor. Böyle bir yapıdan bahsediyoruz. Bu yapıyla, Adıyaman’daki Menzil tarikatının yarışabilmesinin imkânı yok.

Kösedağı: Benim de çok şık olduğumu söylemiş Emel Öktem Çınar ve bütün çalışanlara selamlarını iletiyormuş. Bizden de selamlar, sevgiler efendim, çok teşekkür ediyoruz. “Siz hiç Fethullahçılar tarafından tehdit aldınız mı?” diye sormuş.
Çakır: Zamanında Ahmet Sever kitabında bu konuyu yazdı. Beni içeri atıyorlardı. Çok sevdiğim bir arkadaşım bunu öğrendi ve bana söyledi. Ben de bunu Ahmet’e söyledim, Ahmet Sever o dönemde Abdullah Gül’ün basın danışmanıydı. Abdullah Gül inanmamış önce, “Olur mu öyle canım?” filan demiş. Sonra araştırmış ve teyit etti. Araya girdi, beni kurtardılar. Fethullahçılık böyle bir şey. Mesela bunu bile propaganda malzemesi yapıyorlar. “Abdullah Gül’ü araya sokarak, tutuklanmasını engelledi” diyorlar. Kim tutuklayacaktı? Kendileri. Niçin tutuklayacaklardı? Hiçbir sebep yok. Hani ben bir şey yapmışım da, tutuklanmamı gerektiren bir sebep mi var? Yok. Ama bunun üzerinden, beni itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Beni tutuklayacaklarını kabul ediyorlar, ama neden olduğunun önemi yok.
Bir de bunun devamı var: Sonradan, bunlar Ahmet Şık ve Nedim Şener’i tutukladılar. Ve ben dâhil birçok meslektaşımız, uzun bir süre onlar için bayağı bir mücadele verdik. Yani “Bunlardan yırttık, başımızı kurtardık, ondan sonra bir daha da etliye sütlüye hiç karışmadık” değil. Tam tersine, Fethullahçılar’la mücadele ettik. Bir keresinde de Fenerbahçe’deki şike davası ile ilgili “Cemaat Fenerbahçe’yi ele mi geçirmek istiyor?” diye bir yazı dizisi yaptım Vatan gazetesinde; acayip ilgi görmüştü. O dönemde Samanyolu Haber Televizyonu (STV) açık açık beni hedef gösterdi. Sonra kendilerine söyledim. Daha sonra bir başkası, daha büyük başlardan biri, susturdu. Tetikçi lâfının çok uyduğu, böyle bir yapıdır bu. İnsanları itibarsızlaştırmak, pireyi deve yapmak, olmayan delil yaratmak, her şeyi çarpıtarak yapmak. Bu işin gerçekten profesyonelleridir bunlar. Yani şu anda AK Parti iktidarında yaşanan birçok şey, onların karikatürü.

Kösedağı: Yine güzel bir soru gelmiş. Ahmet Çimen sormuş: “Türkiye Cumhuriyeti Amerika’yı FETÖ konusunda niye ikna edemiyor? Ya da Amerika ikna olmak mı istemiyor?”
Çakır: Demin de biraz bahsettim: Amerika Birleşik Devletleri, Fethullah Gülen’i ve onun network’ünü kullanıyor. Bunda bir tereddüt olduğunu hiç sanmıyorum. Ama Türkiye, gerçekten kaçacak delik bırakmadan bir şey yapsa, mecburen adım atmak zorunda kalabilirler. En azından ülkeyi terk etmesini isteyebilirler. Türkiye’ye iadesi değil de, başka bir ülkeye gitmesini sağlayabilirlerdi. Hatta bir ara Kanada, Güney Afrika filan deniyordu. Öyle bir şey yapabilirlerdi. Ama Türkiye’nin hazırladığı dosyaların çok zayıf olduğu söyleniyor. Gazete fotokopileri filan, dikkatsiz, özensiz hazırlanmış belgeler. Ben hatırlıyorum: Darbe sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’ne gidip Fethullahçılar’ı anlatan isimler vardı; beni bile ikna edemezler yani. Çünkü bunlar bu işe “Bir kasabada AKP teşkilâtına FETÖ’yü anlatmak” gibi bakıyorlar. Halbuki öyle değil. Çok güçlü olman lâzım, elinde çok ciddi dokümanlar olması lâzım. Bir de, inandırıcı olman lâzım.
Türkiye, 15 Temmuz darbe girişimi ile mücadelesini demokrasi temelinde yapsaydı ve Türkiye’den birbirinden farklı, diyelim bir CHP milletvekili, bir bilmem ne milletvekili, bir emekli diplomat, böyle protokol insanlar gidip, “Bakın bu insanlar bize böyle böyle kötülük yaptı. Biz her şeye rağmen ülkemizi, çoğulcu demokrasi, hukuk devletini korumak istiyoruz. Ama bu adam orada olduğu müddetçe engel oluyor” falan denseydi, bunları örgütlü bir demokratik bir çalışmayla yapsaydı, kamu diplomasisi yürütseydi, Amerikalılar da bir şeyler yapabilirlerdi. Ama ne yapıyorlar? Gidiyorlar “Alın ya, işte dosya. Bakın görüyorsunuz, adamlar şunları şunları yaptı” tavrıyla hareket ediyorlar. Bu iş öyle olmuyor. Çünkü sizin niyetinizin demokrasi olduğuna ikna olması lâzım. Demokrasiyi çok sevdiklerinden olmayabilir, ama en azından bütün bir ülkenin talebinin demokrasi olduğunu görmeleri lâzım. Erdoğan’a böyle bir hediye vermek istemediler. Belki Trump verebilirdi, o bile vermedi. Ama bunun Erdoğan’ın talebi olduğunu düşünüyorlar, Türkiye’nin talebi olduğunu değil. Çünkü Erdoğan, kendisinden olmayan herkesi kendisine düşman görüyor. O zaman da iş böyle bir denklemde yürümüyor.

Kösedağı: FETÖ’nün siyasî ayağı ile ilgili birkaç soru gelmiş. Kent Kenter demiş ki: “Adalet ve Kalkınma Partisi iktidardan gittiği zaman FETÖ’den yargılanacak AKP’li siyasîlerin sayısı ne olur?” Yani rakam vermek değil de, genel olarak siyasî ayağı ile ilgili olarak ele alalım.
Çakır: “FETÖ’nün siyasî ayağı” lãfı denilince, her yerde bir şekilde uzantıları vardır. Kimisi doğrudan yerleştirdikleridir, kimisi arada sırada kullandıklarıdır, al-ver ilişkisi yaptıklarıdır; bunları çok iyi kullanırlar. Şimdi herkes elinden geldiğince birilerini temizledi sanki. Ama esas “siyasî ayak” demek şu: Fethullah Gülen ile siyasetçiler neler konuştu? Olay o aslında. “Siyasî ayak” demek, “Kandırıldık, Allah bizi affetsin” cümlesini geçersiz kılmak demek. “Durun bakalım, nasıl kandırıldınız, ne oldu?” Bunların konuşulması lâzım. Yani, kimler, Fethullah Gülen adına, hangi bakana gitti, ne talep etti, ne oldu? Bülent Arınç “parsel parsel verdi” demişti mesela. Fethullah Gülen’in onca el konulan okulunun arazileri nereden geldi? Birtakım şirketlerine teşvikler kim tarafından verildi? Bunun karşılığında Fethullah Gülen ne sundu? Ya da, bir dönem bakanların, basın danışmanlarının neredeyse ezici bir çoğunluğu niye Samanyolu ya da Cihan Haber Ajansı’ndan devşirildi? TRT bir dönem niye Fethullahçı olduğu bilinen insanlara teslim edildi? Niçin yaptınız? Bunun karşılığında onlar size ne yaptı? Bunların böyle konuşulması lâzım. Yoksa Ali mi Fethullahçı, Veli mi Fethullahçı, Ayşe mi Fethullahçı? Mesele o değil. “Siyasî ayağı” denildiği zaman, siyasetçilerin Fethullahçılar’la kurdukları organik ilişkinin, pazarlıkların konuşulması lâzım. Geriye dönük bir kazı yapılması lâzım.

Kösedağı: Hemen notlarım arasından bulmak istiyorum soruyu, benzer bir soru çünkü. Ali Osman Yanık sormuş: “Bu cemaati, bir dönem yapıp ettiği güzel şeyler sebebiyle kucaklayan, sonra da bir gecede şeytanlaştıran bu halk ve idare, neyi göremedi?”
Çakır: Göremediği bir şey yok. Her şeyi görüyorlardı, ama bir yerden sonra artık daha fazla görmezden gelemez oldular. Yoksa Fethullahçılar’ın orduda örgütlendiklerini bilmiyorlar mıydı? Poliste örgütlendiklerini bilmiyorlar mıydı? O örgütlenmeyle beraber hareket etti birçok insan. Ya da bazıları, “Bunlar ılımlı Müslüman” dedi. Mesela Fethullahçılar’ın en çok güçlendiği tarihlerden birisi, Refah Partisi’nin yükselişe geçtiği 90’lı yıllardır. Fethullah Gülen kendisini, Refah Partisi’ne karşı alternatif olarak pazarladı. Medyada bir dönem, Fethullah Gülen ile yemek yemeyen kerli ferli köşe yazarı, gazete, televizyon yöneticisi yoktu. Ve bunu şöyle pazarlıyorlardı: “Şeriat tehlikesi var.” Kim o? Erbakan ya da Erdoğan. “Bundan bizi kim kurtaracak?” “İşte Hocaefendi.” Hocaefendi diyorlardı.

Kösedağı: Bir de birlikte fotoğraf vermeyenler marjinalleşiyordu değil mi?
Çakır: Tabii canım. Bir ara, “Cemaat” diyenler hakkında soruşturma açıyordu Zekeriya Öz. İş böyle bir tahakküme dönmüştü. “Siyasî ayak” derken, bunları sorgulamak lâzım; yoksa cadı avı yapmak değil.

Kösedağı: İsimsiz bir izleyiciden gelen bir yorum var: “Darbeden bu yana, konvansiyonel medyada çıkanlar da dahil, FETÖ hakkında yapılan en iyi programlardan biri. Gazeteci olarak ayakta alkışlanmayı hak eden birisiniz Ruşen Bey.”
Çakır: Gaza ihtiyacımız yok. Şunu özellikle tekrar tekrar söylüyorum: Fethullahçılık, Türkiye’nin en önde gelen sorunlarından birisi. Ve bugün Türkiye’de demokrasi yoksa, hukuk devletine Fatiha okuyorsak, bunda onların katkısı çok fazla. İnsanlar, “Ya o, ya bu” gibi bir ikilemde kalmasın. “Fethullahçılığı eleştirirsek Erdoğan güçlenir” diye bir şey yok. Tam tersine, Fethullahçılığı gerçek anlamıyla eleştirdiğin zaman, aslında şu andaki sistemi de eleştirmiş olursun.

Kösedağı: “Zamanında, senin de Fethullah Gülen ile röportaj yapmak için çok uğraştığını, bunun için Zaman gazetesi yöneticileri ve yazarları ile yakınlık kurma gayretlerini unutmuyoruz” demiş Murat Habip. Başka bir soru daha vardı...
Çakır: Ona bir cevap vereyim: Ben Fethullahçılar’ı sevmiyormuşum, çünkü Gülen bana röportaj vermemiş. Gülen bana röportaj vermedi, eyvallah. Ben gazeteci olarak yapmak istedim, vermedi; bu da benim canımı sıktı. Ama şimdi bakıyorum, iyi ki vermemiş. Verilenlerin hepsi, “Valla aslında ben yapmadım” diyor. Benim Fethullah Gülen ile ilgili ilk yazdığım, ki dava dosyalarında Fethullah Gülen’in elyazısı ile çıkan dokümanlardan birisinde var; onu da Ahmet Yavuz yolladı bana. Âyet ve Slogan kitabımda Fethullahçılık bölümünü okumuş ve o zaman benim kim olduğumu anlamış. Ben o tarihte, 1990 yılında 28 yaşımdaydım, belli bir yerde çalışmıyordum.

Kösedağı: Bu arada bir izleyicimiz, “Ruşen Çakır’ı savunmak benim işim değil. Ama bir gazetecinin Gülen ile röportaj yapmaya çalışması kadar doğal bir şey olamaz Murat Habip” demiş, az önce sana yorum yapan Murat Bey’e cevaben.
Çakır: Keşke yapabilseydim. Orada bir anekdotu anlatmak isterim: Bir ara bunların üst düzey bir ismiydi, sonra kayboldu, ne olduğunu bilmiyorum; bayağı bir muhabbetimiz olmuştu. Kendisi anlattı bana; ama ne derece doğru bilmiyorum tabii. Fethullah Gülen’e “Hocam, niye Ruşen Bey’e röportaj vermiyorsunuz? Halbuki o, bizi o kadar iyi biliyor” diye sormuş. Gülen de “Zaten o yüzden” demiş. Onun yalancısıyım. Yıllardır kendisini görmüyorum, ama bir iddiaya göre o kişiyi atmışlar.
Fethullah Gülen şunu çok severdi: Mesela Ertuğrul Özkök’ü ya da bir başkasını alıp, Orta Asya haritasının önünde “Bakın şudur, budur…” filan, insanların gönlünü okşayıcı tavırlara girebiliyor. Mesela ben röportaj yapsaydım, “Niye Said Nursi’ye Kürt olduğu için gitmekten imtina ettiniz?” sorusunu sorardım; onu kimse sormazdı. Onu sormak için bir de bilmek lâzım. Ben, zamanında, Fethullah Gülen henüz ortaya çıkmamışken, onun Sızıntı dergisindeki müstear yazılarının hepsini satır satır not alarak okudum, canım çıktı. Sonra onları kitaplaştırdı: Biri, Asrın Getirdiği Tereddütler, diğeri de Buhranlar Anaforunda İnsan. Adı Abdülfettah Şahin’di; hiç unutmuyorum. Anlamak için satır satır okumuştum. Çok zordu, hâlâ zor. Fethullah Gülen’in garip bir dili var, ona girebilmek zordur. Ama işimiz gereği yaptık ve az buçuk bildiğimi sanıyorum. Ama tabii bu hareket, çok büyük bir hareket(ti). Hâlâ öyle mi bilmiyorum?

Kösedağı: Yavaş yavaş bitirelim Ruşen Ağabey. Eklemek istediğin, “şu önemli” dediğin, toparlayacağın bir şey varsa alalım.
Çakır: Aslında söylenecek çok şey var. Arada sırada bunları tekrarlamakta yarar görüyorum. Benim gazeteci olduğum dönemde, birtakım isimler Türkiye’ye damgasını vurdu. Bunlardan birisi Fethullah Gülen, birisi Abdullah Öcalan, birisi de Recep Tayyip Erdoğan. Gazetecinin işi, öncelikle bunları anlamak. Bizim işimiz, bunların herhangi birisinin yanında durmak değil. Ve bu kişilerin yapıp ettiklerinde, yapmak istediklerinde temel süzgecimiz, öncelikle işin haber boyutu tabii ki. Ama esas olarak, evrensel ilkeler: Yani, temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti, demokrasi, çoğulculuk. Bunlar olmalı. Sonuç olarak bu kişilerin üçü de Türkiye’ye ve benim gazetecilik hayatıma damga vurdular, öyle söyleyeyim. Keşke bir yayını da Öcalan üzerine yapabilsek. Belki yaparız, bilmiyorum. Öcalan ve PKK apayrı bir şey, bambaşka bir şey. Keşke onu da, Erdoğan’ı da, oturup, böyle müstakil, bağımsız bir şekilde ele alabilsek. Fethullah Gülen’in çok büyük bir başarısı var. Ama bu başarısı, onu çok büyük bir başarısızlığa sürükledi. Bu da çok ilginçtir. Yani bir çıkış yaptı ve düştü. Düşmesinin nedeni, çıkabilmiş olmasıdır.

Kösedağı: Ne kadar yükseğe çıkarsan, o kadar hızlı düşmek ya da sert düşmek gibi bir şey mi?
Çakır: Öyle bir şey oldu. Biraz da havaya girdi. Yani şu darbe girişimi aslında tam da ona uygun bir şey, onun yapabileceği türden bir şey. “Ondan habersiz olabilir mi?” diye soruyorlar ya, hayatta olmaz. Ondan habersiz yaprak kımıldamaz orada. Böyle bir darbe girişimi olacak ve Fethullah Gülen bilmeyecek, ama onun elemanları kullanılmış olacak. Bunlar yalan, öyle bir şey yok. Ya o yaptırmadı ya o yaptırdı, arası yok bunun. Ben onun yaptırdığına eminim. Ama bunun kanıtının olması zor. Bildiğim Fethullah Gülen, bu işi yapardı. Ve eline yüzüne bulaştırdı. Bulaştırırken de Türkiye’yi mahvetti. Ama Türkiye’yi zaten mahvetmişti. Bu son noktasını orada vurdu. Bu tür yayınları yapmamızın nedeni de “Bundan sonra yeni bir şeyler yapabilir mi?” meselesi.

Kösedağı: En çok merak edilen soru da buydu. “Erdoğan sonrası ve Fethullah Gülen yeniden hareketlenmeye başlarsa, gelecek iktidar mücadele edebilir mi?” meselesi ile ilgili çok fazla soru geldi.  Bitirelim mi Ruşen Abi?
Çakır: Bitirelim evet.

Kösedağı: Evet efendim... Bir “Ruşen Çakır’a Sorun” yayınının daha sonuna geldik. Fethullahçılık hakkında sizlerin merak ettiği soruları kendisine iletmeye çalıştım. Yaklaşık bir buçuk saati aşkın süredir de konuyu konuşuyoruz. Bir sonraki yayında görüşmek üzere diyelim, hoşça kalın.




Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
20.04.2025 Ben mi iyimserim yoksa siz mi kötümsersiniz?
19.04.2025 Birinci ayında 19 Mart: Bundan sonra neler olabilir?
18.04.2025 CHP mucizesi
16.04.2025 Özgür Özel Medyascope’ta: “CHP’yi yeniden sokakla tanıştırıyoruz, gerekirse 5 milyon da olacağız 10 milyon da”
13.04.2025 19 Mart Erdoğan’ın en büyük siyasi hatası olabilir: İşte hiç beklemediği on sonuç
13.04.2025 Türkiye enflasyonla mücadelede ne durumda? Murat Sağman anlattı
09.04.2025 Transatlantik: Erdoğan-Trump aşkı & ABD'deki protestolar ve gümrük tarifeleri
06.04.2025 Erdoğan’ın CHP ile ilgili hiçbir hesabı tutmadı
06.04.2025 Hatem Ete değerlendirdi: Toplum 19 Mart operasyonuna nasıl bakıyor?
05.04.2025 Ümit Akçay ile söyleşi: İktidarın geleceğini ekonomi mi belirleyecek?
20.04.2025 Ben mi iyimserim yoksa siz mi kötümsersiniz?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı