Türkiye’deki Milli Görüş hareketi, dünyanın dört bir tarafındaki İslamcıların ilgisini çekmiş ve onun gelişimi hep yakından izlenmiştir. FP’nin kapatılmasının ardından yaşanan AKP/SP bölünmesinin de İslamcı hareketler tarafından genellikle üzüntüyle ama aynı zamanda bir merakla karşılandığını söyleyebiliriz. Son 10 yılda, değişik vesilelerle sohbet etme ya da mülakat yapma fırsatı bulduğum Mısırlı, Faslı, Pakistanlı vb. İslamcıların hemen tümünün tercihlerini Necmettin Erbakan’dan yana yaptıklarına tanık oldum: Kendisine derin bir saygı duyuyor, onu Türkiye İslamcılığının tek ve gerçek lideri olarak görüyorlardı. Ne var ki aynı kişiler Erbakan ve onun SP’si hakkında pek bir şey merak etmezken AKP ile Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül hakkında peş peşe sorular yöneltiyorlardı.
Farklı ülkelerden İslamcıların, AKP’ye hem ilgi duyup hem de onunla aralarına mesafe koymalarının nedeni, Erdoğan ve arkadaşlarının iktidarda uzun süre kalamayacaklarını, bir şekilde ulusal (tabii ki öncelikle TSK) ve uluslararası sistemin (tabii ki öncelikle ABD ve İsrail) işbirliği sonucu tasfiye edileceklerini, arzulamasalar bile düşünmeleriydi. Ne var ki AKP’nin “hükümet” olmanın ötesine geçip “iktidar” olması, ülkedeki askeri vesayeti büyük ölçüde tasfiye etmesi ve özellikle Mavi Marmara olayının ardından İsrail’le açık bir çatışmaya girmesi bu öngörülerin tutmadığını net bir şekilde gözler önüne serdi. Bütün bunlara Erbakan’ın ölümü de eklenince dünyadaki önde gelen İslamcı hareketleriyle AKP arasındaki engellerin büyük ölçüde kalkmış olduğunu ve büyük bölümünün Türkiye’de yaşanan deneyimi kendilerine örnek aldığını söyleyebiliriz.
İslamcıların önündeki zorluklar
Ne var ki “AKP modeli”nin Tunus, Mısır, Libya, Suriye gibi ülkelere uyarlanabilmesinin ayrı ayrı zorlukları bulunuyor. Her şeyden önce AKP, kökü Tanzimat’a kadar uzanan bir modernleşme, Batılılaşma, sekülerleşme ve nihayet demokratikleşme sürecinin bir ürünüdür. Bütün bu süreci, artısı ve eksisiyle göz önüne almadan, sadece son 10 yıllık AKP iktidarına ve onun önde gelen aktörlerine bakarak yapılacak değerlendirmeler hiçbir işe yaramayacaktır. Erdoğan’ın son Mısır gezisinde laikliği övüp tavsiye etmesi, bu bağlamda düşünüldüğünde son derece anlaşılır ve isabetli olmuştur. Buna karşılık Müslüman Kardeşler başta olmak üzere Mısırlı İslamcıların bu telkinden rahatsız olmaları da, “AKP modeli” ihracının pek de kolay olmadığını göstermiştir.
Geleneksel olarak İslami hareketin en güçsüz olduğu Tunus’ta elde etmiş oldukları zaferden hareketle, söz konusu ülkelerin herbirinde İslamcıların, oluşturulacak yeni hükümetlerin ana gövdesini oluşturacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Daha demokrasiyle tanışır tanışmaz kendilerini iktidarda bulan İslamcıların (hele birçoğu hâlâ demokrasiyi kullanılabilir, ama asla savunulamaz bir beşeri ideoloji olarak görüyorsa) epey bocalayacaklarını, birçok yanlış yapacaklarını öngörmek zor olmaz. Bu hatalar, zaten bu ülkelerin herbirinde son derece kırılgan olan iç barışı torpilleyebilir, bölgesel ve hatta uluslararası krizleri tetikleyebilir. Ama karşımıza öncelikle bu ülkelerin ekonomik istikrarı sorunu çıkıyor. Örneğin Tunus’ta İslamcılar iktidara geldikleri andan itibaren ülke ekonomisinin can damarı olan turizm sektörüne halel getirmeyecekleri sözünü veriyor. Mısır’da da Müslüman Kardeşler her vesileyle benzer mesajları tekrarlıyor, fakat hem İslamcılığın bir gereği olarak gündelik yaşamda İslamileşmeye ağırlık verip hem de “günah” kabul ettikleri birçok davranış ve alışkanlığa zemin hazırlayan turizme karışmamak İslamcı hükümetler için herhalde çok zor olacaktır.
Burada kesip, Erbakan’ın en büyük hayali olan “dünya İslam birliği”nin stratejik açıdan mümkün olup olmadığını tartışmayı yarına erteleyelim.