CHP, MİT krizi sırasında nasıl bir tavır almıştı, hatırlayan var mıdır? Kılıçdaroğlu ve diğer CHP yetkililerinin ne dediklerini şahsen hatırlamıyorum ama ana muhalefet partisinin tam bir ikilemle karşı karşıya kalmış olduğunu biliyorum: Bir yanda hükümetin alenen yargının bağımsızlığına müdahale etmesi, diğer yanda özel yetkili savcının PKK ve Kürt sorunları konusunda siyasi iradenin almış olduğu kararları soruşturma konusu yapması; diğer bir deyişle bir yanda yargı üzerinde “yürütme vesayeti”, diğer yanda yürütmenin üzerinde bir “yargı vesayeti” görüntüsü CHP’yi tavır geliştirmekte hayli zorlamıştı.
Ama daha ötesi de vardı: MİT krizi ana muhalefet partisinin, “yeni tür iktidar savaşları”nın bir parçası, hatta “aktif bir seyircisi” bile olmadığını bize net bir şekilde gösterdi. (Önceki yazılarımızı okumamış olanlar için “yeni tür iktidar savaşları”ndan, özellikle 27 Nisan 2007 e-muhtırası sonrası şekillenen AKP-Gülen cemaati ittifakının, askeri vesayet sisteminin büyük ölçüde tasfiye edilmesinin ardından çatırdamaya başlaması ve buna bağlı olarak söz konusu iki gücün rekabet etmeye başlamalarını kastediyorum.)
Açıkçası CHP yöneticilerinin MİT krizinin sahici nedenlerini ve nereye doğru evrilebileceğini kavramış olduklarına da emin değilim. Kaldı ki kavramış olsalar bile bu iki güçten herhangi birini tercih etmeleri de söz konusu olamazdı. Ayrıca bu kavgada isteseler de taraf olamazlardı zira gerek AKP, gerekse Gülen cemaati belli bir süre boyunca mücadelelerini üçüncü şahısları katmadan kendi aralarında sürdürmeyi yeğlediler. Hatta aralarındaki iktidar mücadelesine dikkat çekenleri de sözbirliği etmişçesine nifak çıkartmakla suçladılar.
Mücadele aleniyet kazanınca
Ama zaman içinde durumun değişmiş olduğunu görüyoruz. AKP hükümetinin, yasadışı kayıtların yayınlanmasına ağır ceza getirme ve Özel yetkili mahkemeleri (ÖYM) yeniden düzenleme, hatta belki de tamamen kaldırma yolundaki çabalarına karşı Gülen cemaatinin bir tür direniş hattı oluşturmaya çalıştığına tanık oluyoruz. İki taraf MİT ile ilgili yasal düzenleme ve Şike Yasası’nda da anlaşmazlığa düşmüştü ama hiçbirinde bugünkü gibi yoğun bir itiraz ve kampanyaya tanık olmamıştık.
Burada sorun şudur: AKP ve Gülen cemaati, birçok temel konuda fikir ve çıkar çatışması yaşıyor olsalar da birbirlerine çok yakın iki realitedir.
Tarihi yakınlaşma
Özellikle 2007’den itibaren geliştirdikleri yol arkadaşlığı geçmişten gelen birçok farklılığın ortadan kalkmasına veya en azından önemsizleşmesine yol açtı. AKP, özellikle seçim ve referandum dönemlerinde Gülen cemaatinin imkanlarından geniş ölçüde istifade etti. Cemaatin de 10 yıllık AKP iktidarı döneminde daha da güçlendiği ve yaygınlaştığı açıktır.
Daha önemlisi son beş yılda her iki yapılanmanın tabanları iyice kaynaştı. Öyle ki Erdoğan ve Gülen’i belki de eşit ölçülerde seven insanlar ortaya çıktı. Son dönemde yaşanan iktidar mücadelelerinin her iki hareketin tabanında da genellikle şaşkınlık ve üzüntüye yol açmış olması bu nedenle doğaldır. Dolayısıyla her iki taraf da aralarındaki mücadelede alabildiğine dikkatli ve temkinli davranmaya, özellikle birbirlerinin tabanlarını ürkütmemeye çalışıyor.
CHP devreye girince
Aralarındaki mücadelenin her geçen gün daha da kızışması ve alenileşmesi nedeniyle gerek AKP, gerekse Gülen cemaatinin, bu sürece üçüncü şahısların dahil olmasına eskisi kadar itiraz etmediklerini görüyoruz. Hatta bu rekabet ortamında daha güçlü olabilmek için, geçici de olsa, ayrı ayrı yeni ittifak arayışlarına da yönelebiliyorlar. Örneğin “liberal” olarak tanımlanabilecek çevrelerin Erdoğan’ın bazı söylemlerini ve hükümetin kimi icraatını demokrasi ve kimi durumda laiklik ekseninde eleştirmeleri Gülen cemaatinin kimi temsilcileri tarafından hoş karşılanıyor.
Hükümetse ilk aşamada yeni ittifak arayışları yerine, kimi yerde Türk milliyetçiliğine başvurup, kimi yerde söylemindeki muhafazakârlığın dozunu artırarak Gülen cemaatinin de nefes alıp verdiği milliyetçi-muhafazakâr kitlelerle olan bağlarını güçlendirmeye yöneldi.
Tam da böyle bir aşamada CHP lideri Kılıçdaroğlu, Kürt sorunu konusunda randevu talep ederek, bilerek ya da bilmeyerek olayların gidişini büyük ölçüde değiştirdi. Şöyle ki yakın bir zamana kadar hükümetin, hatta TBMM’nin meşruiyetini sorgulayan ana muhalefet partisi bu adımla tüm bu duruşlarından vazgeçmiş ve hükümet ile Erdoğan’a geniş bir meşruiyet alanı açmış oldu. Bu buluşma, kürtaj vb. konular nedeniyle, genellikle CHP seçmeninde ortaya çıkan laiklikle ilgili kaygıların da geri plana atılmasına neden oldu.
Ama en önemlisi, Kılıçdaroğlu bu adımıyla iktidar partisine bir tür “seçilmişler ittifakı” oluşturma imkanı tanımış oldu. Dolayısıyla iki liderin buluşmasının birileri tarafından “tuzak” olarak kötülenmesi hiç de anlamsız değildir.