Ergenekon soruşturmasını yürüten polis şefleri ve savcılar, aradan geçen 375 gün içinde yaşananları önceden görme imkanına sahip olsalardı herhalde Ahmet Şık ve Nedim Şener’e dokunmazlardı. Sonuçta Şık’ın polisler tarafından götürülürken söylediği “dokunan yanar” sözü tam tersinden işlemiş oldu.
Şener ve Şık’ın tutuklanmaları, Prof. Türkan Saylan olayından sonra Ergenekon soruşturmasının ikinci büyük kırılma noktasını oluşturduğu ilk andan itibaren ortaya çıkmıştı.
Cumhurbaşkanı’nın müdahalesi
Adım adım hatırlamaya çalışalım: Önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, gözaltıların kamu vicdanını yaraladığını söyledi. O ana kadar herhangi bir konuda ağzını açmamış olan savcı Zekeriya Öz ise yazılı bir açıklamayla ellerinde “gizli deliller” bulunduğunu söyleyerek geri adım atmadı. Fakat kısa bir süre sonra soruşturmanın kritik isimlerinden polis şefi Ali Fuat Temizer ile savcı Zekeriya Öz, terfi ettirildiler ama bu davayla ilişkileri kesildi.
İkinci adım, gazetecilerin üzerlerindeki ölü toprağını atıp Ahmet ve Nedim ekseninde yoğun bir basın özgürlüğü mücadelesi başlatmalarıdır. ANGA (Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları) adını alan inisiyatif bir dizi engel ve zorluğa rağmen, iç ve dış kamuoyunda beklenmedik ölçüde büyük etki yaratan dayanışma eylemleri düzenledi. Öyle ki hem Batı’da, hem de Türkiye’yi kendilerine örnek almak isteyen İslam dünyasında ülkemizdeki basın ve ifade özgürlüğüne yönelik ihlaller daha fazla görünür oldu; AKP hükümetinin yaratmak istediği “ileri demokrasi” imajı ciddi bir şekilde yara aldı.
Sonuçta yeni savcı Cihan Kansız’ın, Ahmet ile Nedim’i “terör örgütü üyeliği”nden değil, yardım ve yataklıktan suçlamak durumunda kalması, yapılan yanlışın ilk itirafı olarak kayıtlara geçti.
AKP de rahatsızdı
Bu olayı yakından takip etmeye çalışan biri olarak AKP hükümetinin bu tutuklamalarda birinci derecede dahili ve bundan herhangi bir çıkarı olmadığını gözledim. Hatta bazı önde gelen isimlerin, tutuklamaların içerde ve dışarda doğurduğu tepkilerden son derece rahatsız olduğunu, bu nedenle bir an önce tahliye edilmelerini istediğini de biliyorum. Ama olmadı. Ergenekon soruşturması üzerinden kendi hesaplarını görmek isteyenler, hükümete de direnip (hatta ona meydan okuyup) yanlışta ısrar ettiler. Hükümet de bu ısrara karşı koyamadı, belki de koymadı. Başbakan Erdoğan’ın “bazı kitaplar bombadan daha tehlikelidir” sözü de, bir ayrım noktasında hükümetin tercihini doğrudan yana yapmadığının açık bir simgesi oldu.
Ancak birileri yanlışta ısrar ederken, Ahmet ile Nedim doğruda direndi. Sonuçta, haklı oldukları için, bir yıl gecikmeli de olsa kazandılar. Dolayısıyla bu sürecin esas aktörleri öncelikle Ahmet Şık ile Nedim Şener, ardından onların eşleri, kızları, yakınları, dostları ve basın özgürlüğü için her türlü riski göze alarak onlarla dayanışma içinde olan vatandaşlardır.
Ahmet ve Nedim’e ek olarak Odatv’nin iki genç yazarı, Coşkun Musluk ve Sait Çakır da tahliye oldu. Ancak dünkü duruşmada başta Fikret İlkiz olmak üzere avukatlar ve sanıklar tarafından bir kez daha çürütülen bu iddianameyle kimsenin bir gün daha tutuklu yargılanması normal olarak mümkün değil. Dolayısıyla adaletin tam olarak tecelli ettiği asla söylenemez.
Kaldı ki Türkiye’de basın özgürlüğü sorunu Ahmet ile Nedim’le ve Odatv Davası ile sınırlı değil. 100’ü aşkın gazetecinin cezaevinde olduğu bir ülkedeyiz. Gazetecilere ek olarak Prof. Büşra Ersanlı, yayıncı Ragıp Zarakolu gibi nice aydın da sırf düşünceleri nedeniyle tutuklular.
Şurası açık: Nasıl Ahmet ve Nedim’in tutuklanmaları bir kırılma noktası olduysa, tahliyeleri de bir dönüm noktası olacaktır.
Kısaca, MİT krizinin ardından Türkiye’nin normalleşme sürecine gireceği öngörüsü galiba gerçekleşiyor.