TÜSİAD-Erdoğan çatışması tırmanıyor: Haluk Levent ve Öner Günçavdı ile söyleşi

19.02.2025 medyascope.tv

19 Şubat 2025’te medyascope.tv'de yaptığım söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi akşamlar. TÜSİAD krizi tırmanıyor. Erdoğan'ın çok sert konuşmasının ardından TÜSİAD Başkanı ve Yüksek İstişare Konseyi Başkanı’nın polis denetiminde ifadeye çağrılmasını gördük. Bakalım ne olacak? Geçen hafta TÜSİAD açıklaması yapılır yapılmaz ekonominin iki ağır ismiyle yayın https://medyascope.tv/2025/02/13/tusiad-in-hukuk-devleti-cikisi-ne-anlama-geliyor-video/ yapmıştık, çok da ilgi göstermiştiniz, sağ olun. Şimdi yine aynı isimlerle kaldığımız yerden devam ediyoruz. Prof. Öner Günçavdı ve Prof. Haluk Levent. Öner, seninle başlayalım. Geçen yayında ‘’Bu kadar kriz var, iktidar çok da fazla üzerine gidemez’’ diye özetleyeceğim bir şey söylemiştin. Ben de ‘’benim bildiğim Erdoğan bu fırsatı kaçırmaz, popülizm yapar’’ demeye çalışmıştım, ama sizin yanınızda pek sesim çıkmamıştı. Erdoğan beni haklı çıkardı, buna sevineyim mi üzüleyim mi bilmiyorum. Bu kadar sert bir çıkış beklemiyordun herhalde, değil mi?
Öner Günçavdı: Senin için iyi, benim için kötü diyelim. Bugün onu söyleyen başkaları da vardı tanıdığımız. Aslında beklenmedik bir şey değil. Tayyip Erdoğan böyle bir golü kalesinden çıkartmak için elbette karizmayı ve kuyruğu dik tutmak isteyecektir. O programda da sanırım söyledik bunu, “Ekranlarda böyle bir şey söylemesi olasıdır” dedik. Ancak, bu krizi sadece bugün yaşananlar ekseninde düşünmek doğru değil, bunu tekrarlamakta fayda var. Bu, sıradan bir kriz değil. Aslında Tayyip Erdoğan ve ekibinin bugüne kadar yapmak istediği, devletle ilgili kendisine göre bir dönüşüm projesi var. Sermayeyi de bütün unsurları ile birlikte etrafında kümeleştirmeye çalışıyor. TÜSİAD'ın karşı çıkışı, bu kümeleştirme gayretinin önünde bir engel olarak karşımıza çıkmıştı. Dolayısıyla bunun, hiç de onun ifade ettiği gibi ya da beklediği gibi olmayacağının bir göstergesiydi. Tayyip Erdoğan'ın bu konuda nasıl tepki verdiğinin bana göre çok önemi yok. Benim söylemeye çalıştığım, TÜSİAD'ın dile getirdiği şeyler, sadece Türkiye'deki basit bir sermayenin tepkisi olarak düşünülmemeli. Çünkü TÜSİAD'ın içerisindeki üyelerin önemli bir bölümü yabancı ortaklı şirketler. Dolayısıyla bu hem yurt içerisinde belli bir büyüklükteki sermayenin tepkisi hem de yabancı sermaye talebi içerisinde olan bir iktidara karşı, yabancı sermayenin vermiş olduğu tepki. Tayyip Erdoğan'ın ve AKP'nin bugünkü çıkışı ve arkasından gelen olaylar, burada net bir tercihi ortaya koyuyor. Bu net tercih de küresel dünyayla entegre olmuş sermaye yerine, yerel düzeyde, -bunu daha da simgesel ifade edeyim- MÜSİAD ile, MÜSİAD’ın temsil ettiği sermayeyle götürmeye çalışıyor, yani küresel sermayeyi dışlamış oluyor. Bu ne anlama gelir? Kesinlikle ekonomik etkisi var. Uluslararası sermaye açısından veya ona bağımlılık açısından, iktidarın yapmış olduğu bir tercihtir.  Bu, uygulanmakta olan ekonomik programın da sonudur. Bundan sonra Mehmet Şimşek'in o görevde kalmasının bir anlamı yoktur.  Daha önce de ‘’Mehmet Şimşek giderse, şu olur bu olur’’ diye ifade ediliyordu ya, Mehmet Şimşek bu noktadan sonra giderse bir anlamı olmayacak bana göre. Çünkü Mehmet Şimşek'in temsil ettiği ya da ülkenin ekonomik yapısında yapmaya çalıştığı dönüşümü dile getirenler, resmen cezalandırılmış ve sermaye önünde sahneye konulmuştur. En azından AK Parti için bundan iyi bir mesaj olamaz. Çünkü AKP bugüne kadar hep yabancı sermaye çekmeye çalışan bir iktidardı ve bizler de böyle bir yabancı sermaye çekebilecek hukuki ve ekonomik şartların olmadığından bahsediyorduk. Yabancı sermayenin yurt dışındaki odakları muhtemelen kapalı toplantılarda bunu ifade ediyordu ve ilk defa TÜSİAD'ın eleştirileriyle bu, gün yüzüyle çıkmış oldu.

Ruşen Çakır: İstersen sen biraz nefes al, biz Haluk'la devam edelim. Haluk, Cumhurbaşkanını izlerken, yıllardır duymadığım ‘’komprador burjuvazi’’ lafını duydum. Sonra birtakım göndermeler yaptı; hani devlet eliyle sermaye birikimi sağlanması, devlet imkânları, hatta mesela bir tür oligarşi tarif etti ve kendisinin bunlara karşı mücadele ettiğini söyledi. Ama aslında 22 yıllık AK Parti iktidarının öyküsü böyle değil. Arada kavga etseler de birlikte yaptılar. Biliyorsun, önce TÜSİAD çıkış yaptı, sonra iktidardan tepki geldi. Erdoğan bu arada hiç topa girmedi, Güneydoğu Asya dönüşünde de konuşmadı. Sonra TÜSİAD tekrar bir açıklama yapıp duruşunda ısrar etti ve bugün de Erdoğan o çok sert çıkışı yaptı. Bunun artık danışıklı dövüş olmadığı açık. Bu bir kavga değil mi?
Haluk Levent: Hiç kuşkusuz. Ben Erdoğan’ın konuşmasını baştan sona dikkatle izledim. Güneydoğu Asya dönüşünde bir açıklama yapmadı ama bütün kurguyu aslında o seyahatin üzerine oturttu. Aslında konuşmama, ‘’zamanlama manidar’’ diye başlamayı düşünüyordum. Bu meseleyi, kavgayı, saflaşmayı bir uluslararası kontekst içerisinde de okumak lazım. Ne kastediyorum? Önder “Bu, uygulanmakta olan ekonomik programın da sonudur” dedi. O ilk işareti, bizim çok anlamlandıramadığımız Merkez Bankası Başkanı'nın konuşmasından edinmiştik, değil mi? Durup dururken “Herhangi bir döviz şoku, şu bu olursa biz çok hazırlıklıyız, acayip donanımlıyız, çok rezervimiz var, bunu karşılayacak güçteyiz” diye bir açılama yaptı. Ben doğrusu “Ne oluyor? Evet, rezerv çok yüksek, ama niye böyle durup dururken bir açıklama yapılmaya karar verildi?” diye düşünmüştüm. Aslında bu programla ilgili tartışmanın sadece bizim gündemimizde olmadığını, içeride, iktidar mahfillerinde de bir tartışmanın yürüdüğünü gösteren bir işaret olarak almak gerekiyor.
Uluslararası kontekste oturtmak derken şunu kastediyorum; Hatta bugün yaptığım solo “Ağır Ekonomi” https://medyascope.tv/2025/02/19/tekno-feodalizm-cagina-girerken-kapitalizmin-gelecegi/ programında bu meseleyi biraz gündeme aldım, ama çok giriş düzeyinde kaldı. Nasıl geçtiğini fark etmedim, konuşmamı iyi de ayarlayamadım, söylemek istediğim her şeyi tam olarak bitiremedim. Ben uzun zamandır bir ‘’teknofeodalizm’’ tartışmasının anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bu çerçevede birkaç önemli semptomdan bahsedebiliriz. En önemli semptomlardan bir tanesi, sosyal refah devletinin tasfiyesi. Tabii bunun bir de uluslararası düzen açısından taşıdığı bir anlam vardı. II. Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş olan barış ve ekolojik sistemin sonrasında -barış, İkinci Dünya Savaşı'nın hemen arkasında en önemli kamusal, uluslararası mal olarak gündeme getirilmişti- bir de, 70'li, 80'li yıllardan sonra, 2000'li yıllardan sonra artan oranda olmak üzere ekolojik sistemin korunması. Yeşil dönüşüm gibi bütün bu kavramlar aslında bu ihtiyaçtan doğuyordu. Uluslararası sistemi şekillendiren iki tane önemli kamusal alan vardı. Bunun etrafında, Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde bir kurumsal yapı oluşmuştu. Sosyal refah devleti, olgun kapitalist ülkelerde, geride kimseyi bırakmamak üzere tasarlanmış, özellikle Kıta Avrupa’sında temel kamu hizmetlerinin güvencesini veren, yoksullukla, sosyal transferler ve adil vergi politikası aracılığıyla mücadele eden bir sistemdi. Yani refah paylaşımını tabana yaymaya gayret eden bir düzenden bahsediyorduk. Şimdi bu düzen yıkıldı. Bu düzenin yıkılışı uzun zamandır vardı. Trump ikinci döneminde, Trump 2.0’la bunu cevval, beklenenden çok daha kısa bir zamanda ve çok şiddetli bir şekilde gerçekleştirdi. Temel kamu hizmetlerinden kamuyu tamamen çekeceğini açıkladı ve bu doğrultuda adımlar attı.
Bugünkü yayınımda uzun uzadıya, bilim dünyasının bundan nasıl etkilendiğini, fonları nasıl kestiğini ve bilimi tasfiye etmenin benim açımdan ne anlama geldiğini anlattım. Orada bahsetmeye vakit kalmadı, çünkü bu ideolojik düzen aynı zamanda yıkım ideolojisi. Belki görmüşsünüzdür, uluslararası basında da gündeme çok getirildi. JD Vance’in finansal desteğini sağlayan Peter Thiel diye bir milyarder, cehennem temalı bir parti düzenledi. Partinin temasında, Elon Musk'ın minik büstlerinin olduğundan bahsediliyor ve kendisinin deccal olabileceğine dair de bir açıklama yaptı. “Apocalypse” diye adlandırılan efsaneye dayalı yıkımın gerçekleşmesinin şart olduğuna inanıyor. Bu, Evanjelizm’de de yeri olan bir düşüncedir. Bu adamların, bu ideolojinin, insanı, ekosistemi ve hayatı korumak gibi bir dertleri hiç yok. Bunu, George Monbiot'nun 18 Şubat tarihli The Guardian makalesinde görebilirsiniz.

Ruşen Çakır: Haluk, TÜSİAD’a gelir misin?
Levent: Bu çerçevede aradaki çatışmanın aslında yerel bir tarafı var, ama bu yerel çatışma uluslararası zeminde yürütülmekte olan çatışmanın bir sahnesi. Uluslararası düzen, dönüşüyor ve radikal bir şekilde değişiyor. Bunun sembolik, ikonik videosunu da Münih'teki Güvenlik Zirvesi’nde gördük. Zirve’nin yürütücüsü ve kurgulayıcısı Christoph Heusgen, kapanış konuşmasını ağlayarak bitirdi farkındaysanız. Bu aslında uluslararası sistemin, Birleşmiş Milletlerin, refah devletinin ve bu temelde çalışan, bizim normal kapitalizm olarak gördüğümüz ve TÜSİAD'ın bildirgesinde bütün ayaklarının “Biz böyle bir şey istiyoruz” diye deklare edildiği sistemin, uluslararası düzeyde de tasfiye edilmekte olduğunu bize gösteriyor. Dolayısıyla buradaki kavga, dünyadaki kavganın bir yansıması.

Ruşen Çakır: Bunun yerli ve milli versiyonu yaşanıyor diyorsun. Öner bir şey söyleyeceksin ama izin verirsen şunu söyleyeyim. Ahmet Davutoğlu uzun bir paylaşım yaptı, “Bu yanlıştır. Üstelik ifadeye çağrılma kararının, Sayın Cumhurbaşkanının Meclis’te bugün yaptığı grup konuşmasının ardından alınması da zamanlaması açısından oldukça manidar. Cumhurbaşkanı hedef gösterir, güdümlü yargı gereğini yapar, öyle değil mi?” diyor. Erdoğan'ın bugünkü konuşmasında da çok ciddi bir şekilde “Siz yargıdan muaf değilsiniz. Eskiden böyleydiniz, ama yeni Türkiye'de değilsiniz” vurgusu var. Yargı da hakikaten hemen harekete geçti. Zaten Ömer Aras hakkında önceden bir soruşturma vardı, şimdi ikisinin birden polis nezaretinde ifadesi alınıyor. Erdoğan'ın elindeki en güçlü silah yargı. Zaten TÜSİAD'ın eleştirdiği husus tam da buydu.
Günçavdı: Kesinlikle bunlara katılıyorum. Ancak tekrar ediyorum, geçen hafta konuştuğumuz şekilden çok farklı gelişmeler olmuyor. Aslında o gün dayandırdığımız tezlerin devamı gerçekleşiyor. Burada, yargının durumuyla ilgili konulara, yapılanlara Davutoğlu gibi… Davutoğlu’nun unvanı neydi?
Levent: Profesör.
Günçavdı: Akademik bir kesimin bu kadar dar bir pencereden bakmasını da garipsiyorum açıkçası. Derin siyaset yapan birisinin, derin analiz yapmasını da beklerim ve onun neticesinde bir şey söylemesi gerekir. Bana göre olay şu: Türkiye'nin kaçınılmaz olarak böyle bir noktaya geleceği çok belliydi. Biliyorsun Ruşen, çok uzun zamandan beri, Ali Babacan bakanken devreye girmişti, bir orta gelir tuzağı meselesi vardı. Olayı biraz derinleştirmek istersek, Haluk uluslararası bağını anlattı. Ama ben yerel düzeyde sermaye birikimi açısından olaya bakayım ve biraz da Türkiye'deki sermaye birikiminin süreçleri açısından nerede olduğumuza ve bu noktadan bir sonraki mertebeye geçebilmek için yapılması gerekenlerin ne olması gerektiği üzerinde duralım.
Aslında bugün küresel sermaye ile entegre olmuş bir TÜSİAD sermayesi var. Buna büyük sermaye diyelim. Bir de, bugünkü konuşmada Sayın Cumhurbaşkanı’nın da ifade ettiği gibi devlete, devletin yarattığı iktisadi koşullara, özellikle yerel piyasaya TÜSİAD’dan daha çok bağlı olan, MÜSİAD ve TOBB içerisinde organize olmuş daha ufak sermaye grupları var. Defalarca ifade ettiğim gibi, TÜSİAD sermayesi üreticidir, MÜSİAD sermayesi onun bayisidir, dağıtım kanalını oluşturur. Aslında bunların birbirleriyle tamamlayıcılık ilişkisi vardır. Ancak MÜSİAD sermayesi ya da küçük sermaye, Anadolu sermayesi diyelim, AKP döneminde palazlandı ve büyüdü. Bu, devlet destekli ve Türkiye pratiklerine uygun bir gelişme sürecidir.  AKP de devlet kaynaklarını kullanarak, iç piyasa üzerindeki kontrolünü, hâkimiyetini ortaya koyarak bu sermayenin gelişmesine imkân sağladı. Dolayısıyla, bu sermayenin hamisi. O hamisi, teorik temelleri olmasa da, MÜSİAD açıklamasında da gördüğümüz garip açıklamaları yaptı. İktisadi kalkınmayla uğraşmaktan bahsediyor, ama bugün Nobel verilen argümanlara göre hukuk, kurumsal bağımsızlık ve kurumsal gelişmişlik, iktisadi kalkınmanın temelini oluşturuyor. Dolayısıyla, bu ülkede iktisadi kalkınmayla uğraşmak isteyen bir kurum varsa, doğal olarak TÜSİAD'ın ifade ettiği düşünceleri sahiplenmesi lazım. Peki, MÜSİAD bunu sahiplenmiyor mu? Şu aşamada, sermaye büyüklüğü itibariyle bunu sahiplenemiyor.
Türkiye, polarize olmuş iki sermaye grubu arasında kalmış bir ülke. Özellikle büyük sermaye artık küresel bağlarını daha da güçlendirerek, küresel sistem içerisinde aktör olmaya gidiyor. Zaman zaman senin de fark ettiğin gibi, Türkiye'de inovasyondan, teknolojilik gelişmedeki gerilikten bahsedilir ve “Neden Türkiye'den bir iPhone çıkmaz, neden Türkiye'de dünya çapında pil üretimi olmaz, teknolojik gelişmelerin liderliğine soyunmuş Elon Musk gibi bir girişimci olmaz?” denir. Türkiye'de bu olamaz. Çünkü Türkiye bu büyüklüğe ulaşmış bir sermayenin oluşmasına izin vermez. Çünkü sermaye büyüklüğü, devletin, şu anda sivil toplum üzerinde kurmak istediği baskı ve kontroller açısından devlete tehlike teşkil eder. Bunun oluşabilmesi için öncelikle Türkiye'nin sivilleşmesi, devletin toplum üzerindeki kontrolünün zayıflatılması lazım. 80'lerde ifade edilen serbest piyasacı düşünceyi biraz daha öteye götürmeye çalışıyorum ve “Aslında bu piyasa sistemi ve piyasa etrafında sivilleşme gayretleri bizi yanlış yönlendiriyor. Eğer sermaye birikimini biz bu modelle yapacaksak, bu sermaye birikimini bugünkü düzeylerin üzerine çıkartıp orta gelir tuzağından kurtulmak istiyorsak, bugünkü yönetim şeklimizi ve devletin sivil toplum üzerindeki etkinliğini farklı bir çevreye taşımamız lazım. Bunun da yolu demokrasidir, hukuktur. TÜSİAD'ı bu şekilde anlamak lazım. Ama diğer taraftan, MÜSİAD gibi sistemin diğer ucunda bulunan sermaye grupları ise devlete, devletin sivil toplum ve piyasa üzerindeki hâkimiyetine çok bağımlılar, simbiyotik bir ilişki içerisindeler. Bir sermaye grubu, Cumhurbaşkanının ifade ettiği devletle simbiyotik bir ilişki içerisinde. Diğeri ise devlet destekli belli bir olgunluğa erişmiş, bundan kopup, küresel sisteme entegre olma hevesinde. Dolayısıyla bu çelişkiler sistemsel bir soruna işaret ediyor.
Şimdi Türkiye ne yönde gideceğine karar verecek. Bu simbiyotik bağları öne çıkartacak sermaye gruplarının peşinde gidip de 1960 ve 1970'lere geri mi döneceğiz, yoksa 21. yüzyılın küresel sermayesinin o küresel sermayeye yönelik dönüşümü sağlayabilecek bir noktaya mı geleceğiz, uygulama mı yapacağız? Devlet yapısının bu şekilde gelişimi için, demokrasiye ve devletin sivil toplum üzerindeki kontrolünün, sadece piyasa değil, bütün toplumsal organizasyon üzerindeki gücünün azaltılmasına ihtiyacımız var. En azından siyasi ajanda böyle bir şeyi gerekli kılıyor. Bugünkü açıklama da bunun delili olarak görülebilir diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Haluk, Öner’in bahsettiği çok net, demokrasi ve hukuk devleti. Ama yok. Türkiye, giderek daha da sertleşen bir otoriter rejimle gidiyor. Şu anda geldiğimiz nokta malûm. Erdoğan'ın konuşmasından sonra yeniden soruşturmalar açılıyor, ifadeler alınıyor. Öner'in dediği gibi, Mehmet Şimşek programı fiilen artık bitmiş ya da sürünüyor diyelim. Bundan sonra ne bekliyorsun? Bunu sana da soracağım Öner. Sen ideal olanı tarif ettin. Bir de realite üzerinden sormak diyorum. Haluk’la başlayalım. Karşılıklı atışmalar olur mu? TÜSİAD biraz düşük profilli mi seyreder ve Erdoğan bu konu üzerinden daha devam eder mi?
Levent: Açıkçası tam kestiremedim. Bunun, Güney Asya seyahatinden sonra gerçekleşmiş olması ve bu şekilde bir çıkış yapmanın, beklenen o uzun dönemli doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını çekmek üzere kurgulanmış iktisadi programın -biz buna katılmıyorduk ama böyle lanse ediliyordu- gerçekleşmeyeceğinin ilanı. Öner’in vurguladığı gibi, TÜSİAD’ın Yüksek İstişare Kurulu’nun ifadeye çağrılan Başkanı, aynı zamanda QNB Finansbank’ın Yönetim Kurulu Başkanı, değil mi? Aslında uluslararası sermayenin Türkiye'deki müşahhas hali. İktidar bunu yargı önüne çıkartıyorsa, bu türden yatırımların buraya gelmesi için bir beklentisinin olmaması lazım, bu beklenti bitmiş demektir. O zaman, nasıl ayakta duracağız? Çünkü bizim yıllardır belirttiğimiz, özellikle Öner’in kitaplarında altını çizdiği bir konu var. AK Parti rejiminin, devlet kanalıyla bütün kamusal karar süreçlerinden rant kazımaya ve bu yolla zenginleşmeye dayalı sistemin devam edebilmesi için, uluslararası çerçeveden bir nakit akışının olması lazım. Bu nasıl sağlanacak? Böyle garip bir çıkmaz içerisine girilmiş durumda. Bunun sağlanmasının yolu olarak sanırım mülksüzleştirmeyi seçmiş durumdalar. Bundan önce çıkan yasalar, TMSF'ye kayyum atama yetkisinin verilmesi… Sanırım bugün Sayın Cumhurbaşkanı konuşmasında ‘’etki ajanı’’ kelimesinin altını bir kez daha çizdi. Siyasi gözlemciler bu yasanın tekrar gündeme geleceğini zaten bekliyordu. Bundan sonra herhalde daha kısa zaman içerisinde gelecektir diye düşünüyorum. Bütün bunlar, rejimin giderek içe çökeceğini, siyasi olarak kapanacağını, izole olacağını ve buna paralel olarak da sivil toplumun, bütün unsurlarıyla beraber şiddetle bastırılacağını gösteriyor. Bu Etki Ajanı Yasası çıktığı andan itibaren, sanırım bu lafları da artık Türkiye bağlamında söyleyebilecek durumda olmayacağız. Belki Arjantin, belki Patagonya’yı konuşuruz bilmiyorum, ama Türkiye'yi konuşmaktan çıkacağız.
Bunun ötesinde, fon alan pek çok sivil toplum kuruluşu bir kenara bırakalım, TÜSİAD bile etki ajanı etiketinde olacak. Hatta sermayenin bir bölümü de etki ajanı. Çünkü Öner’in altını çizdiği gibi, yabancı sermayeyle ortak iş yapan sermaye grubundan bahsediyoruz. Tabii ki bunların tasfiyesinde de önemli bir koz olarak bu tür bir yasayı kullanacaklardır diye çekiniyorum. Aslında önümüzde büyük bir mücadele var. Bu mücadele esas itibariyle, Öner’in konuşmasının başında çerçevesini çizmeye çalıştığı gibi, Daron Acemoğlu'nun, gelişmenin anahtarı olarak Nobel aldığı açıklamasında olduğu gibi, keza, bu teknolojiyle de özel bir önemi bağını kurmak gerekiyor; bunu da sık sık yapmaya başladı. Daron Acemoğlu en son yazmakta olduğu kitabının da zaten demokrasi ile ilgili olduğunu söylemişti. Onun altını çizdiği şeylerden bir tanesi de teknolojinin emeği ikâme eden bir yolda ilerlediği, bu yolun da büyük toplumsal yıkımlara neden olacağıydı. Dolayısıyla bundan uzaklaşmak için, ya Öner’in ortaya koymuş olduğu eskiye dönüşün -ama eskiye dönüşün, yani o sosyal refah devleti uluslararası düzenine dönüşün mümkün olmadığını düşünüyorum. Bence o yol kapandı- uluslararası çerçeveyi de kapsayacak şekilde, teknolojinin verimliliği artıran patikaya girmesini de sağlayacak bir yaklaşımla yeni bir düzen kurulacak. Çünkü bizim ‘’yumuşak beceriler’’ dediğimiz, “soft skills” diye adlandırılan, eleştirel ve analitik düşünme, problem çözme gibi, bugün hızla yol aldığımız içe çökmüş toplumda lanetlenen becerilerin tamamının tekrar önemsendiği ve bu yolla da bilimsel ve teknolojik gelişmeyi de içerecek şekilde iktisadi gelişmenin kurgulandığı yeni bir düzene gideceğiz. Dolayısıyla aslında bugünkü mücadelede tam bir yol ayrımındayız. Bu yol ayrımının bir tanesi içe kapanma, büyük baskıların olduğu, yeni otoriter tanımı hafif kalır, ondan çok daha içe kapalı bir düzen mi, yoksa daha özgürlükçü, eşitlikçi, Trump'ın nefret ettiği içericilik, çeşitlilik ve eşitlik gibi üç temel üzerinde yükselen yeni bir toplumsal tahayyül mü oluşturacağız? Trump bu üç kelimeden nefret ediyor ve o üç kelimeyi her yerden, web sayfalarından da sildirmiş ve baskı altına alıyor. Geriye dönüş pek mümkün gözükmüyor bana. Bunun kararını vermek zorundayız.

Ruşen Çakır: Öner, sen ne diyorsun? Evet, bir yol ayrımı gerçekten var ama kısa vadede bu kavga nasıl seyreder? Erdoğan sesini çok yükseltti. TÜSİAD artık söyleyeceklerini savcılara söyler hâle geldi. Sence nasıl seyreder?
Günçavdı: Bence bugünkü yaşananları çok abartmamak gerekiyor. Zaten siyasi olarak tribünlere oynayan bir iktidar var. Siyaset yapma şekli zaten bu. Mesela sizler futbola çok ilginiz olduğu için iyi biliyorsunuz, kalesine gol yemiş ve maçı kaybetmiş olan bir insan, sürekli hakemle oynar ya da ‘’rakip şunu yaptı bunu yaptı’’ diye bahane bulur. AKP'nin son zamanlardaki çıkış stratejileri, siyaset yapma reaksiyonu hep böyle. Özellikle bu olay gerçekleştiği zaman, Adalet Bakanı ve birtakım AK Partili unsurlar, talihsiz bir şekilde 28 Şubat'la bir benzerlik kurmaya çalıştılar. Ben de o zaman “Bu yapılan açıklamalar, Cemil Çiçek'in o sabah yaptığı açıklamaların kopyaları, intihal yapmışlar” demiştim. Kastım şuydu: 28 Şubat, toplumsal bağlamı itibariyle, uluslararası bağla ekonomik bağları olmayan, sadece devlet içerisindeki kurumlar arasındaki bir mücadelenin neticesidir. Bu, onun gibi bir şey değil. Bu, sivil toplumdan ve ekonomik unsurlardan bir isyan. Devlet otoritesine, devletin oluşturmak istediği hâkimiyete hâkim olabilme, kontrol edebilme ve devlet aygıtını elinde bulunduranların onları istediği çevreye sokma gayretlerinin neticesinde ortaya çıkan bir şeydi. Onlar da “Biz bunu kabul etmiyoruz” dedi. Olaya bu şekilde olaya bakmak lazım.
Elbette sulhun bulunması için son lafı söyleyenin Sayın Cumhurbaşkanı olması gerekiyordu, bu da bekleniyordu. Ben bunu 23'ündeki toplantıda söyleyeceğini düşünüyordum, şimdi söyledi, önemli değil. Ama beklenilen bir konuşmaydı; TÜSİAD da bunu bekliyordu. Ancak burada bir başka problem var. Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu çıkışıyla birlikte, bunu ekonomik gelişmelerden bağımsız düşünmemek lazım. Bu çıkış ya ekonomik birtakım gelişmelere neden olacak ya da bugünkü çıkışı, bizim bilmediğimiz birtakım ekonomik gelişmelerin bilgisine sahip olan Cumhurbaşkanı, böyle bir çıkış yapmakta herhangi bir sakınca görmedi. Bu sektörler, Türkiye'nin en önemli damarlarından birisi. Bizim, Cumhurbaşkanı’nın değil de, daha çok TÜSİAD'ın bundan sonra nasıl tepki vereceğini, onların tepkisini ve bunun yansımalarını görmemiz lazım. Ama Haluk'un biraz önceki uluslararası düzeyde küreselleşmenin güç kaybetmesi ve ulusal çıkarların, bizdeki anlamıyla ‘’ulusalcılığın” ön plana çıkacağı bir dünya sistemi varsa, burada Türkiye'nin işi gerçekten zor. TÜSİAD’ı ve bu sermaye gruplarını küresel dünyayı dışlayan herhangi bir çözüm, Türkiye'yi daha az kaynakla, daha yüksek enflasyon ve daha düşük bir büyümeye mahkûm edecektir. İktisadi olarak benim gördüğüm parametre budur.
Şunu da ifade edeyim: Gelişmeler konusunda ben karamsarım. Ama karamsarlığın sebebi sadece Sayın Cumhurbaşkanı’nın çıkışı değil. Bunu da bir başka programa bırakmak isterim. Ama şu kadar teaser vereyim: Türkiye'deki müesses nizamın, muhalefeti ve iktidarıyla siyaset yapma ve siyaseti algılama şekli, Sayın Cumhurbaşkanı’ndan çok farklı değildir. Bugün Sayın Cumhurbaşkanı yerine herhangi bir muhalefet lideri olsaydı da onun söylemleri ve sivil toplum üzerinde inşa edeceği siyaset ya da kontrol, bugünkünden farklı olmazdı. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin genetik yapısı öyle. Bana göre Sayın Cumhurbaşkanı’nın şu andaki durumu, 1946 öncesindeki tek parti dönemindeki durumdan ve devlet-sivil toplum ilişkisinden çok farklı değil. Müesses nizam hâlâ Türkiye'de sivilleşememiştir. Bu sivilleşememenin neticesinde bu ve benzeri olayları yaşayacağız. Benim çözümüm çok net: Sivil toplumu, sivil toplum ihtiyaçlarının önceliklendirilmesi -bununla hem çeşitli sivil toplum gruplarını hem de ekonomik grupları ifade ediyorum- bunların ihtiyaçlarına yönelik kısıtları giderecek bir siyasi sisteme ulaşmamız, Türkiye'nin reçetesidir. Bunun lügatteki yeri, her mânâda demokrasidir.

Ruşen Çakır: Evet, demokrasi istemeye ve beklemeye devam edelim. Ama Türkiye'de bir demokrasinin ve hukuk devletinin olmadığı gerçeğiyle yaşıyoruz. Bugün ‘’Transatlantik’’ yayınını kapatırken, Gönül Tol’a “TÜSİAD’a bunu yapan bize neler yapmaz” dedim. Bu yayını da yine böyle kapatayım. Haluk Levent'e ve Öner Günçavdı’ya çok teşekkürler. Bizleri izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
02.03.2025 Yeni çözüm sürecine yönelik bazı itirazlar ve bunlara cevaplarım
23.02.2025 AKP Türkiye’yi dönüştürürken kendisi de dönüştü
21.02.2025 Haftaya Bakış (255): TÜSİAD ve Erdoğan çatışması | CHP tartışmaları | İmralı heyeti Irak’ta
19.02.2025 TÜSİAD-Erdoğan kavgasının nedenleri ve muhtemel sonuçları: Ümit Akçay ile söyleşi
19.02.2025 TÜSİAD-Erdoğan çatışması tırmanıyor: Haluk Levent ve Öner Günçavdı ile söyleşi
19.02.2025 Transatlantik: ABD, Avrupa'yı terk etti & Ukrayna'da barış mümkün mü?
16.02.2025 Bahçeli iyi, Erdoğan kötü polisi mi oynuyor?
14.02.2025 Haftaya Bakış (254): TÜSİAD'ın çıkışı, CHP'de ön seçim & CHP'li belediyelere operasyon
14.02.2025 Mehmet Altan ile Türkiye’nin Gidişatı (6): Hukuk devleti herkese lazım
13.02.2025 Ali Çarkoğlu ile söyleşi: Ön seçim CHP için iyi bir fikir mi?
02.03.2025 Yeni çözüm sürecine yönelik bazı itirazlar ve bunlara cevaplarım
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı