2 Mart 2012 Cuma günü Ahmet ve Nedim'in tutuklanmalarının birinci yılıydı. Cumartesi günü, arkadaşları olarak Taksim'den Galatasaray Lisesi'ne yürüdük. Pazar günüyse Milliyet'te Kadri Gürsel, Vatan'da ben, birbirimizden habersiz, bu bir yılın bilançosunu çıkarttık. Bu "birbirimizden habersiz" sözü, Kadri ile arkadaşlığımızın bundan tam 40 yıl önce Galatasaray Lisesi'nde başlamış olduğunu bilenlere inandırıcı gelmeyebilir, ama öyle.
Başlevent, Ahmet ve Nedim olayına yönelik kamuoyu tepkisinin, bu olayla Türkiye'nin yaşadığı imaj erozyonunun sonuç olarak pek bir işe yaramadığını düşünüyor. Halbuki gelişmeleri yakından ve önyargısız (özellikle de "bu Türkiye'de iyi, güzel bir şey olmaz" inancından uzakta) izleyen biri, Ahmet Şık'ın da belirtmiş olduğu gibi, bu tutuklamaların eninde sonunda Türkiye'nin hayrına olduğunu görmektedir.
Gerek Kadri'nin yazısında, gerek benim yazımda bu konuda çok sayıda örnek verildi. Bazılarını yeniden hatırlatmakta yarar var: O ana kadar bir tür dokunulmzalıkları olan savcı (Zekeriya Öz) ile polis şefinin (Ali Fuat Yılmazer) bu tutuklamalardan kısa süre sonra görevden alınmaları; o güne kadar içerde ve dışarda ciddi bir ilgi ve hassasiyet oluşturmayan Türkiye'deki basın özgürlüğü sorununun neredeyse birinci gündem maddesi haline gelmesi; medya çalışanlarının en azından bir bölümünün üzerlerindeki ölü toprağından kurtulup meslektaşlarına ve kendi haklarına sahip çıkmaya başlamaları hep Ahmet ve Nedim'in tutuklanmaları ve buna gösterilen tepkilerle olmuştur. Ayrıca MİT kriziyle iyice ortaya çıkan iktidar koalisyonu içindeki ayrışmanın ilk tezahürlerinden birinin de aynı olay nedeniyle yaşandığını bilen ve bilmek isteyen biliyor.
Başlevent'in Ahmet ve Nedim olayından hareketle "muhalif kesimlerin ne kadar bölünmüş, birbirlerine karşı ne kadar ‘sevgisiz’ olduğu"ndan şikayet etmesinin de yanlış olduğu kanısındayım.
En azından kendi adıma konuşayım: Ahmet ve Nedim ile dayanışma eylemlerine giderken, uzun bir süredir yazılarımda onların cezaevi günlerini sayarken amacım AKP ve/veya Gülen cemaatini köşe sıkıştırmak değil, arkadaşlarıma, meslektaşlarıma yapılan haksızlığa karşı çıkmak ve bu vesileyle basın özgürlüğüne sahip çıkmaktır. Kısacası, muhalif olduğum için değil gazeteci olduğum için böyle davranıyorum.
Ragıp Duran'ın isabetli saptamaları
Ülkemizde medya eleştirisi alanında kalem oynatan çok kişi var, ancak bunların önemli bir bölümünün siyasi bazı hesaplamalarla yalpaladıklarını görüyor ve üzülüyoruz. Hatta bazılarının medya eleştirmenliğinden, Ragıp'ın bu söyleşide kullandığı güzel tabirle "savcı yardımcılığı"na atlamış olmaları hazin. Sadece "apoletli medya" tabirini kazandırmış olması nedeniyle bile büyük bir takdiri hak eden Ragıp ise bu işi sapmadan yürüten ender isimlerden. Dolayısıyla onun bugün "medyada 28 Şubat sürüyor" demesinin anlam ve değeri hayli yüksek.
Söyleşiyi bir kez daha tavsiye ediyor ve girişte ele aldığımız tartışmayla ilgisi olduğu için son soruya Ragıp'ın cevabından bir cümleyi alıntılamak istiyorum: "Gazetecilik zaten muhalif bir iştir." Burada "zaten" sözcüğü son derece hayati. Ragıp anladığım kadarıyla şunu söylemek istiyor: Bir gazeteci işini iyi yapıyorsa, istese de istemese de iktidar sahiplerini rahatsız edecektir. Ben de bu önermeyi şöyle ileriye taşıyabileceğimizi düşünüyorum: Bir gazeteci ille muhalif olacağım, iktidar sahiplerini rahatsız edeceğim diye kolları sıvarsa iyi bir iş çıkarma ihtimali çok azdır. Nitekim Ragıp da o cümlenin hemen ardından şunu ekliyor: "Bir de şunu görelim: muhalif olup, iyi gazeteci olmayanlar da var."
Maalesef, özellikle iktidar savaşlarının iyice kızıştığı dönemlerde bizlerin iyi birer gazeteci olmak için çabalaması savaşan tarafların hiçbirini memnun etmiyor. İyi bir gazeteci değil "sıkı bir muhalif" ya da "sıkı bir yandaş" olmanızı, yani kötü birer gazeteci olmanızı dayatıyorlar.
Sanıyorum günümüz Türkiyesi'nde gazetecilik ve gazeteciler ancak, savaşan tarafların tuzaklarının hiçbirine düşmemekle yol alabilir.