Ruşen Çakır ve Kemal Can ile Haftaya Bakış (239): Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atandı - CHP ne yapacak?

01.11.2024 medyascope.tv

1 Kasım 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Bu hafta rahatsızlığı nedeniyle Kadri Gürsel maalesef yok, kendisine geçmiş olsun diyoruz. Birkaç gündür hastalığıyla uğraşıyor; ama haftaya bir sorunun kalmayacağını ve yine aramızda olacağını biliyoruz. Bu haftayı yoğunlukla rahatsız geçirdiği için zâten gündemi doğru dürüst tâkip etme imkânı da olmamıştır diye düşünüyorum. Kendisine tekrar çok geçmiş olsun diyoruz.
Kemal Can: Geçmiş olsun Kadri.

Ruşen Çakır: Evet, Kemal de oradan dâhil oldu. Bugünkü yayını Kemal’le berâber yapacağız. Haftaya muhtemelen Kadri ile ben stüdyoda olacağız, ama sen yine uzaktan katılacaksın galiba, öyle gözüküyor.
Kemal Can: Evet, öyle görünüyor.

Ruşen Çakır: Konuşacak tek bir konu var; ama o konunun içerisinde çok boyut var: Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Ahmet Özer’in tutuklanması ve yerine kayyum atanması. CHP’nin tepkisi var; iktidardan, devletten yapılan açıklamalar var… Meselâ İçişleri Bakanı, “Şehrin emini terör yandaşı olamaz” dedi. Bir arkadaşım bunu, “Ali Yerlikaya da Süleyman Soylu’ya dönüşüyor” diye yorumladı. Biliyorsun, Ali Yerlikaya başından îtibâren muhâlefetin bayağı olumlu baktığı bir isimdi; kendisini ciddîye aldılar, önemsediler, muhâtap aldılar. Hattâ Ahmet Özer gözaltına alındığı zaman CHP’li bir yönetici, “Ben kuliste İçişleri Bakanı’yla konuştum, kayyum falan yok” dedi; ama bir kayyum atandı. Kayyumu da Vali Yardımcısı diye söylediler biliyorsun. Vali Yardımcısı değilmiş, son anda eklenmiş. Böyle bir garâbet.... Neyse, şimdi bunun bir yerinden başlayalım. Sen Ahmet Hoca’yı tanır mısın?
Kemal Can: Evet. Epey eskiden tanıyorum hem de. Yirmi küsur yıl öncesinden, yani AKP iktidârından daha önce tanıyorum.

Ruşen Çakır: Ben de tanıyalı tam 30 yıl oldu. 94 yerel seçimlerini hatırlıyorsun: PKK boykot yapmıştı ve Güneydoğu’daki belediyelerin büyük bir kısmı Refah Partisi’ne geçmişti. O zamanki Refah Partisi belediye başkanlarıyla görüştüğüm dönemlerde tanıdım Ahmet Hoca’yı. Kendisi daha sonra GAP Belediyeler Birliği Genel Sekreteri oldu. Vanlı’dır. Hattâ Van’ın bir tür iftihar vesîlelerindendir. Bu seçimde CHP Esenyurt’ta başka bir aday göstermişti, ama “Kent Uzlaşısı” nedeniyle o aday çekildi, yerine Ahmet Özer’i getirdiler. 
Ahmet Özer’in tutuklanma gerekçesinde şöyle bir şey var, şimdi tam kelime olarak hatırlamıyorum ama, PKK belgelerinde, yeni dönemde, bir tür âkil insan rolü oynayabileceği belirtilmiş. Ona benzer bir şeydi sanıyorum. Şimdi bir tarafta, Öcalan’ı merkeze alan bir süreç başlattığını söylüyorsun, diğer tarafta, yıllardır ortada olan ve her kesimden insanın tanıdığı bir akademisyeni, PKK’lılar ya da Kandil’dekiler “Bu kişi barış sürecinde etkili olabilir” dediği için terörist olarak damgalıyorsun. Bu acâyip bir şey zâten. Esenyurt İstanbul’un en büyük ilçesi biliyorsun ve orada çok ciddî bir rant var. Esenyurt denince akla, yıllardır yapılan yeni büyük inşaatlar gelir hep. AKP’liler orayı kaybetmiş olmaktan zâten çok şikâyetçilerdi. Eski AKP’li belediye başkanı da, Ahmet Özer’in tutuklanmasından önce, “Geri geliyoruz” diye sosyal medya paylaşımları yaptı. Belli ki uzun zaman üzerinde çalışılan bir operasyon bu. Özgür Özer’in konuşmasında yaptığı Zekeriya Öz benzetmesi de çok uyuyor bence. Zamânında o Fethullahçı savcıların ürettiği birtakım suçların benzerini şimdi Savcı Akın Gürlek yapıyor. Tam da Fethullahçılık’tan kopya bir operasyon.
İstersen önce şu operasyonun yapılışı üzerine konuşalım. Sonra CHP’nin tavrı, AKP ve MHP burada ne yapmak istiyor ve Öcalan meselesiyle devam edelim.
Kemal Can: Sen çerçevesini biraz çizdin aslında. Hâdisenin bir hazırlık içerdiği, bu soruşturmanın, cemaat soruşturmaları gibi yeniden kıymetlendirilmiş, kimi 10 yıl öncesine, kimi 5-6 yıl öncesine dayanan son derece müphem isnatlara dayandırılan, cezâevinde bulunan bir belgede adının geçtiği veya şununla ya da bununla telefon görüşmesi kaydı olduğu gibi, daha önce pek çok dâvâda gördüğümüz ve aslında açık olarak bir insanı bir suçla ilişkilendiremeyeceğimiz birtakım bahânelerle bir soruşturma hazırlanmış ve bu, bir tür yedekte tutuyormuş anlaşılan. Zâten hemen bu operasyonun peşinden, MHP Genel Sekreteri İsmet Büyükataman sosyal medyada, sırada Toroslar ve Akdeniz belediyelerinin de olduğunu îmâ eden bir paylaşım yaptı ve aslında bunun, CHP içinde de kent uzlaşısına muhâlif olan çevrelerden tut da başka çevrelere kadar pek çok kişinin zâten olmasını beklediği, belki de olmasını istediği bir şey olarak kenarda bekletildiğini anlıyoruz. Ayrıca, Ahmet Özer bu göreve gelmeden önce uzunca bir dönem İmamoğlu’nun danışmanlığını da yapmış. Yani İmamoğlu’nun yakın çevresinde olduğu bilinen bir isim. Zâten bu yüzden de hemen hedefin İmamoğlu olduğu konusundaki yorumlarda en çok kullanılan argümanlardan biri de bu oldu.
Dediğim gibi, bu, tıpkı TUSAŞ saldırısını konuşurken gündeme geldiği gibi, yani birdenbire bu sürecin içinde birilerinin hızla akıl ederek yaptığı bir iş değil, bir kenarda bekletilen bir iş. Zamanlaması, bu “süreç” diye tartıştığımız paketin içinde bir anlama oturuyor. Ayrıca sen yine dikkat çektin, Özgür Özel de konuşmasında altını çizdi: Burada kritik aktörlerden biri Akın Gürlek. Siyâsî iktidârın siyâsî dâvâlar serisinde adına çok rastlanan bir isim. Çok kısa bir süre önce İstanbul Başsavcılığı görevine getirildi. Bunun da bir rastlantı olmadığını düşünebiliriz. Dolayısıyla bu görevlendirmenin tek olaylı olduğunu düşünmemiz için bir neden yok aslında.
Bir başka ilginç bir durum daha var: Önce Vali Yardımcısı olmamasına rağmen öyle açıklanıp, sonra birdenbire hızla Vali Yardımcısı yapılan kayyum da bu kimliğini pek gizleme ihtiyâcı duymayan açık MHP’li tutumunu her yerde bir övünç vesîlesi olarak söyleyen bir isim olarak biliniyor. Yargı câmiasında ve idârî yapıda böyle pek çok isim var. Özellikle son dönemde bâzı ziyâretlerle de bunu görüyoruz. O da böyle isimlerden biri. Dolayısıyla atanan kayyum da rastlantısal bir iş değil. Bu da sürecin siyâsî kararlarla yürütüldüğünü gösteriyor bize. Zâten bunun hukukî bir tarafı olduğunu düşünen kimse yok. İktidar tarafından verilen reaksiyonlar da meselenin hukukî tarafıyla değil, siyâsî gereklilikle gerekçelendiriliyor.

Ruşen Çakır: Kemal, sözünü kesiyorum ama, Erdoğan’ın grup konuşması çok mânîdardı. Erdoğan önce Özgür Özel’i bu sürece verdiği destekten dolayı bayağı ballandıra ballandıra övdü. Kısaca teşekkür edip geçiştirmedi. Ardından, Esenyurt olayına girdi ve “Benim yanımda duracaksın. Çünkü ben doğru yapıyorum” gibi bir şey söyledi.
Kemal Can: Cümlesi şöyle: “Terör örgütü mensupları Esenyurt’u kasıp kavururken, zât-ı âlîniz bu operasyondan rahatsızlık duyuyor. Biz attığımız adımlardan geri durmayacağız”. Her zaman rastladığımız gibi, Erdoğan sâdece tavır takınmıyor, hüküm kuruyor aslında. Başlayan bu soruşturmanın hukukî olmadığını, siyâsî olduğunu Erdoğan’ın hüküm kuran pozisyonundan anlıyoruz. Erdoğan, “Bu soruşturma neyse hukukun gereği yapılır” demiyor; burada bizzat hüküm kuruyor. Hani pek çok dâvâda, “Bu dâvânın savcısı da benim” lâfı önümüze gelmişti ya; burada da “Bu dâvânın savcısı benim” demiş oluyor aslında. 

Ruşen Çakır: CHP’ye gelecek olursak. Aslında burada CHP gafil avlandı. Böyle bir şeyi beklemiyordu bence. Çünkü en son Van’da bu kayyum olayı denendi, ama olmadı. Hakkâri’de yapıldı. Kayyum denildiğinde insanların aklına genellikle Güneydoğu ve DEM Partili belediyeler geliyor. CHP’nin, Erdoğan’ın da belirttiği gibi yeni olduğu söylenen sürece çok da böyle sabote eder gibi tavır almadığı bir ortamda, doğrudan PKK ilişkisi üzerinden böyle bir operasyonla suçlanması, doğrudan hedef alınması –ki partinin çok önem verdiği bir Belediye Başkanı Ahmet Özer–, CHP’yi gafil avladı. İkincisi, tabiî ki en önemli sorun, baştan îtibâren bizim de çok tartıştığımız bu normalleşme ya da yumuşama –artık adı her ne ise–, o süreci tam anlamıyla bitiren bir şey. Öyle zor bir durumda kaldı ki. Hattâ o operasyondan bir gün önce, “CHP’nin gölge kabinesi bakanlarla görüşmeleri sürdürecek” haberini https://medyascope.tv/2024/06/13/chpnin-golge-kabinesi-is-basinda-kabinedeki-bakanlar-golge-bakanlarla-gorusuyor-sirada-mehmet-simsek-var/ yaptık. Özgür Özel, üç kurmayının Mehmet Şimşek’le bir araya geleceğini açıkladı. Bu operasyon, bu açıklama yapıldıktan sonra geldi; yani CHP hâlâ normalleşmenin izini sürmeye çalışıyor gibiydi.
Bir diğer husus da –ki sen de bahsettin–, aslında bir tür Ekrem İmamoğlu provası yapılıyor bence, bu çok bâriz.  Ahmet Özer’in Ekrem İmamoğlu’na yakın bir isim olmasının ötesinde, CHP’nin ve genel olarak toplumun bu operasyona nasıl reaksiyon verdiğine bakılıyor. Sonrasında İmamoğlu’nun o beklenen istinaf kararı yakında pekâlâ çıkabilir ve aleyhine çıkma ihtimâlinin çok yüksek olduğunu görüyoruz. Nitekim İmamoğlu da o mitingde yaptığı konuşmada bu mesajı tam olarak böyle almış olmalı ki, şu âna kadar duyduğum en sert konuşmasını yaptı. Bu konuşmayı, İmamoğlu’nun esas hedefin kendisi olduğu bilinciyle yaptığı bir çıkış olarak görüyorum ben. Katılır mısın?
Kemal Can: Evet, İmamoğlu’nun Esenyurt’ta yaptığı konuşmanın böyle bir özelliği vardı; ama İmamoğlu bunun işâretini 29 Ekim’de yaptığı ve doğrudan iktidârı, hatta rejimi hedef alan konuşmada da vermişti ve Erdoğan’ın karşısında açık bir pozisyon alacağı îmâsı içeren bir çıkış yapmıştı. Hattâ iktidar yorumcularının bâzıları, Esenyurt hâdisesini İmamoğlu’nun bu çıkışının bir tür faturası olarak da yorumladılar.
Ben CHP kısmına gelmeden önce bir noktayı biraz daha belirtmek istiyorum. Esenyurt hâdisesi, adına süreç diyelim, paket diyelim, açılım diyelim, her ne söylenecekse, çözümle birlikte anılan bir şey olarak algılandığı için “süreç” lâfına alerji duyuluyor. Bu paketin ya da bu sürecin içinde Bahçeli’nin çıkışı pik noktasıysa, burası da dip noktası. Aslında ikisi de sürecin başını ya da sonunu ifâde etmiyorlar bence. Çünkü işlemekte olan süreç birtakım sonuçlar doğurarak ilerliyor zâten.
CHP bunu bekliyor muydu, beklemiyor muydu meselesi çeşitli açılardan tartışılabilir. Bunun doğru tarafları da var. Ama beklemiyorduysa, bu bir siyâsî miyopluk. Çünkü her zaman böyle bir olasılık mümkün — ki “Ahmak Dâvâsı” kendi başına zâten bunu kanıtlayan bir hâdise. Zamanlaması konusunda belki şaşırmış olabilirler, ama o da bence şaşırtıcı değil; benim baktığım pencereden tam da bu sürecin dinamikleriyle örtüşen bir tarafı var. Benim baktığım pencere şu: Bahçeli’nin çıkışının içerisinde, daha sonra buna verilen reaksiyonların içerisinde ve bugün Esenyurt hâdisesinin tamâmında da aslında acelesi olduğu için bütün düğmelere aynı anda basan, aceleyle çâre arayan bir iktidar tablosundan çok, rakiplerinin çatlaklarını açığa çıkaran ve onları âcil birtakım pozisyonlara zorlayan bir süreç olarak işliyor. Yani acelesi olanların değil, acele davranmaya zorlayanların yürüttüğü bir süreç. Dolayısıyla bu çalkalanmalar, Bahçeli’nin hiç gerekmediği kadar yüksek çıkışı, “Şimdi o çıkışın peşine bu niye gerekiyordu?” diye sorulacak bir Esenyurt hamlesi, bu mantık içerisinde aynı paketin içerisine girebiliyor. Çünkü her ikisinde de birdenbire bütün aktörler, CHP, DEM Parti, hattâ DEM Parti’nin periferisindeki bütün aktörler, CHP ve CHP ile temasta olabilecek bütün aktörler, birdenbire pozisyonlarını yenilemek, yeni pozisyonlar almak, tuhaf çıkışlar yapmak ya da aceleyle bir tavır ortaya koymak zorunda kaldılar.
Bu siyâsî denklemde Esenyurt hâdisesinin yarattığı tabloya bakalım. Evet, kendi içinde tartışılabilir. Ne kadar hızlı reaksiyon verildi, verilen reaksiyon ne kadar kuvvetliydi, konuşmalar kuvvetliydi; ama örgütsel gücünü gösteren ve tâbir yerindeyse sokağı da aktive eden, “Buna asla izin vermeyiz. Esenyurt’u bırakmayız” görüntüsünü veren bir tablo ortaya çıktı mı çıkmadı mı ayrı bir tartışma. Ama sâdece bu olay, İmamoğlu-Yavaş, İmamoğlu-Özel, Yavaş-CHP, Kılıçdaroğlu-Özel gibi CHP içerisindeki bütün ilişki hatlarını hareketlendirdi ve çok ciddî tartışmalar ortaya çıktı. Bence çok hızlı bir ayrışma resmi ortaya çıktı. Meselâ Mansur Yavaş cenâzeye katıldığı için mitinge gelemedi, ama sonuçta geç reaksiyon vermesi, danışmanı üzerinden hukukî süreçler üzerine hemen yorum yapmama bahânesi –ki bu hukukî bir süreç değil–; peşinden, İstanbul’daki miting için bütün belediye başkanlarına çağrı yapılmış olmasına rağmen orada yer almaması, İmamoğlu’nun konuşmasında hem 29 Ekim’deki başlattığı şeyi devam ettirip hem de daha birinci tekil konuşmaya ve “Bu bileği bükemeyeceksin!” diye kendini ortaya koyan ve 29 Ekim’de çoğu yorumcunun söylediği gibi liderlik ve adaylık iddiasını açıkça deklare etmesinin üstüne, bir de CHP’deki liderlik pozisyonunu da bir tür îmâ eden çıkışı, Özgür Özel’in “İstanbul'un muhâfızını muhâfaza edeceğiz” demek zorunda kalan konuşması… Hatırlarsan, daha önce İmamoğlu’nun siyâsî yasağı tartışmaları sırasında, erken aday olarak açıklanması durumunda onun korunabileceği tartışmalarına gönderme yaparak… ki o zaman CHP “Dur bakalım, bir bekleyelim” tavrına yönelmişti. Bütün bunları berâber düşündüğümüzde, Esenyurt hâdisesinin, iktidârın, daha önce çok kez yapabildikleri gibi, Van’da yapabiliyorlarsa, Diyarbakır’da yapabiliyorlarsa, İstanbul’da da yapabilirliğini gösteren bir fütursuzluk tarafı var. Ama bir yandan da karşısındaki aktörleri hem pozisyon almaya hem pozisyonlarını değiştirmeye hem de birbirleri karşısındaki gerilimi tırmandıracak fay hatlarında netleşmeye zorlayan bir tutum var.
Aynı şeyin DEM Parti’de de karşılığı var. Esenyurt’la ilgili yapılan yorumlardan bir tânesi de DEM Parti’ye verilen mesaj. DEM Parti’ye, “Kent uzlaşısı gibi şeylerden medet ummayın, buradan size bir ekmek yok. Bırakın o kapıyı, gelin Bahçeli’nin eli orada bekliyor” gibi bir mesaj var. Ama bu mesaj, DEM Parti ve çevresinde gelişen bütün tartışmaları ve oradaki bütün fay hatlarını da tetikleyen bir şey. Yani, kent uzlaşısına sâhip çıkma gücüyle davranıp, “Tamam, bu iş bitti, buraya kadar. Sizin Kürt sorununu tartışmanız da bu kadarmış” deyip kestirip atmak da DEM Parti açısından kolay bir şey değil. Çünkü “Tamam, eli uzattık, tutamadınız. Bunun faturasına katlanırsınız” gibi bir tabloyla karşı karşıya kalabilirler. Yani siyâseten pozisyon alma imkânını kaybetmiş olabilirler. Tersini yapsalar, sessiz kalıp, “Bir dakika, süreç var, bakıyoruz. O kadar da gürültü çıkarmayalım” deseler başka bir açmaz. Bunun kendi içinde de pek çok temsilcisi ve ilişki kırıkları var.
Bütün bunlara baktığımızda, aynı şekilde, başka partileri ve muhtemelen CHP içerisindeki başka ideolojik tartışmaları da tetikleyen tarafları var. Bahçeli’nin çıkışıyla başlayan, ip atmalarla filan devam eden sürecin Esenyurt’la devam edişindeki ilk sonuçlara baktığımda, süreç nihâî hedef olarak neyi tasarlıyor belki kestirmek zor, ama şimdiden çıkan sonuçları îtibârıyla, iktidârın karşısında yer alan bütün partilerin birbiriyle ilişkilerini ve kendi iç ilişkilerini torpilleyen bir takım sonuçlar ürettiğini görüyorum. CHP, Esenyurt hâdisesinde kuvvetli sözlerin söylendiği bir reaksiyon gösterdi; ama hem bu reaksiyon çok tatmin edici ve muhâlefet kamuoyunu doyuran bir niteliksel değişimi göstermedi, daha çok sözler düzeyinde kaldı; hem de bu tartışmalara neden olan gerilimler daha açık uçlu hâle geldi.

Ruşen Çakır: Tabiî arada fırsatçılık yapmaya çalışanları da görüyoruz. Meselâ bu olaydan dolayı, başta Zafer Partisi olmak üzere memnûniyetlerini açıkça dile getiren bâzı partiler de var. İktidar bir şeyler yapmak istiyor. Bahçeli’nin el uzatmasından bu yana, yani 1 Ekim’den 1 Kasım’a geldik, tam 1 aydır iktidârın bir oyun planı olup olmadığını konuşuyoruz. Bahçeli önce el uzattı, sonra Öcalan’a çağrı yaptı, daha sonra işi Öcalan’ın Meclis’te DEM Partisi kürsüsünden konuşmasına kadar vardırdı ve affa kapı aralayabilecek birtakım şeylerden bahsetti. İlginç olan, Erdoğan işin o kısmına girmedi; hattâ soru da sordular, cevap vermedi. Ama sonuçta, o kısmına olmasa bile Erdoğan Bahçeli’ye destek verdi ve “Devlet Bahçeli bedenini koyuyor” dedi.
Kemal Can: Lâfını bölüyorum ama, o konuşmada çok kişi bu ‘”bedenini koyuyor” lâfının altını çizdi; fakat Erdoğan’ın konuşmasında benim daha çok dikkatimi çeken şey, “devlet aklı” vurgusuydu. Erdoğan, Bahçeli’nin tavrını kadim devlet aklıyla ilişkilendirdi.

Ruşen Çakır: Evet, tam oraya geliyordum ben de. Bir de öyle bir şey yaptı ki sanki biz bu kadar yıldır gazetecilik yapmıyoruz, vatandaş olarak izlemiyoruz. Erdoğan’ın bir zamanlar Devlet Bahçeli’den bahsediş şekliyle, çarşamba günü bahsediş şekli arasında acâyip bir fark var. Aşırı bir övgü vardı. Biraz abartılı olabilir, ama neredeyse kendisinin lideri gibi davrandı. “Devlet Bey bir yol açıyor, biz de oradan gidiyoruz” gibi bir hava yarattı.
Bir şeyler yapılmak isteniyor. Şu ya da bu nedenle PKK meselesini kapatmak istiyorlar. İşin içinde Suriye var, İsrail var, şu var bu var ve onu kapatmak istiyorlar. Öcalan’la bir şeyler yaptıkları da belli artık. Hattâ her ne kadar Erdoğan konuşmasında yalanladıysa da –biliyorsun, “Kesinlikle Kandil’le görüşme yok” diye açıkladı–, olma ihtimâli çok mümkün. Meselâ Oslo görüşmeleri yapılırken de “Kesinlikle yok” demişti; ama yapıldığı ortaya çıktı. Her neyse. Şimdi bir şey yapmak istiyorlar ve bunu birileriyle yapmak zorundalar. Çünkü kendi başlarına yapabilecek olsalar, zâten hiçbir şey söylemeden PKK’yı yok edebiliyorlarsa edebilirlerdi. Ama böyle bir şey yok. Öcalan’a ihtiyaçları var, tamam. Ama Bahçeli ne yapmıştı? “İmralı artı DEM Parti” demişti, karşısına da Demirtaş ve Kandil’i koymuştu.  Dem Parti’nin en son yaptığı Parti Meclisi Bildirgesi’yle DEM Parti’yi kolay kolay yanlarına çekemeyecekleri anlaşıldı. Zâten Erdoğan da çok kızdı buna. 
Şimdi böyle bir ortamda CHP’yi de karşısına alıp, bunun dışına itmeye yönelmelerinin ne gereği var? Bence bu çok ciddî bir soru işâreti. O zaman Bahçeli’yle 1 ay önce başlayan olaydan vazgeçmiş olmaları gerekiyor diye düşünüyor insan, ama vazgeçmedikleri de âşikâr. Peki bundan sonra nasıl yapacaklar? Bütün bunlar planlanmış gibi gelmiyor bana. Bahçeli’nin ilk konuşması, ikinci konuşması, Erdoğan’ın bir süre sessiz kalması, sonra Bahçeli’ye destek vermesi, Esenyurt operasyonu… Bunlar bir devlet aklıyla yapılan işler gibi gelmiyor bana. Daha çok kervan yolda düzülür mantığıyla hareket ediyorlar sanki. Başladıkları şey her ne ise, onu yok etmekle meşguller gibi geliyor bana. Burada bir devlet aklı varsa da bu devletin aklı yok. Şimdi durup dururken CHP’yi niye karşına alıyorsun? CHP “Yapın, bunun yolu yordamı vardır. Öcalan’la olmaz, Meclis’te olur” dedi, ama “Hayır, olamaz” diye bir çıkış yapmadı. O zaman CHP’yi niye karşına alıyorsun, niye kriminalize ediyorsun ve niye provoke ediyorsun? Böyle bir soru var ortada. 
Acaba DEM Parti’nin, “Bunlar CHP ile uğraşıyor. Biz CHP’ye mesâfe koyalım, iktidâra yanaşalım” gibi bir çizgi izleyeceklerini mi düşünüyorlar. Bu bana çok saçma geliyor. Bu olayı anlayan varsa helâl olsun. Yapılacak işler değil bu. Tamam, Esenyurt’un rantına el koyuyor, CHP’yi aşağılıyor, kriminalize ediyor, CHP’den de buna çok güçlü bir tepki gelmiyor. Ya sonra ne olacak peki? Buradan öteye gidebilecekleri ne var? Anlayabilmiş değilim.
Kemal Can: Bu olaya kısa bir aralıkta baktığımızda, yani Bahçeli’nin çıkışıyla Esenyurt hâdisesi arasındaki mekanik bir sürecin mantığı içerisinde baktığımızda, çok acâyip ve açıklanması zor taraflar var. Sen “CHP ile uğraşmanın ne anlamı var?” diye sordun. Aynı şey DEM Parti için de geçerli. İlk yorumlarda olduğu gibi DEM Parti Meclis’teki aritmetikte bir pazarlığa çekilmek isteniyorsa, Kürt seçmen, bir şey vererek ya da vermeyerek iktidarla bir pazarlık zemininin mümkün olabileceğini düşünecekse bile, Esenyurt buna fayda verecek bir şey değil. Kürt kamuoyunu ya da Kürt seçmeni, “Hakîkaten bir şeyler oluyor, galiba çözüm süreci geliyor” dedirtecek bir hamle değil. Çünkü suçlamalar da öyle değil, tutuklanan ve görevden alınan insan da öyle değil. Ayrıca DEM Parti bu durumda Meclis’teki pazarlıkta eli rahatlayan ve kendi kamuoyunu daha kolay iknâ edebilecek bir pozisyon da edinmiyor. Dolayısıyla CHP’ye de yaramıyor. CHP’nin pozisyonunu, iktidârın yapmak istediği, eğer Bahçeli’nin eliyse gösterilen yön, oraya hizmet etmiyor. DEM Parti’yi çekmek istedikleri yer ise, ona da hizmet etmiyor.
Biraz önce iktidârın bir sıkıntısı olduğunu ve yanına birini alarak sıkıntısını çözmek zorunda olduğunu söyledin. Aslında bu yeni bir durum değil biliyorsun. İktidar 2019’dan beri bu açmazla karşı karşıya. Yani mevcut desteği, onu ayakta tutmaya yetecek gibi görünmüyor. Burada yeni bir destek yaratması, ya yaptıklarıyla pozitif bir hava yaratıp yeni seçmen kazanması ya da bir siyâsî yapıyla ortaklık inşâ ederek gücünü geliştirmesi gerekiyor. İnşâ edebildiği şeyler HÜDA PAR, DSP ve BBP. Sonuçta Cumhur İttifâkı’nı genişletebildiği yer orası. Ama hatırlarsan, önceden, “İYİ Parti’yi mi yanına alacak?”, hattâ bu normalleşme hâdisesi başladığında, “CHP’yi mi yanına alacak?” tartışmaları yapıldı. Yani hep, iktidârın yanına birini alarak gücünü artıracağı, hattâ birini gönderip birini alarak pozisyonunu güçlendireceği varsayımı üzerinden düşünüyoruz. Buna hizmet eden adımlar attığında, “Galiba böyle bir şey yapıyor” diye hükmediyoruz, ama sonra yaptıkları bununla ters çıkıyor ve anlaşılmaz oluyor.
Ama meseleye şöyle bakalım: Kendi yanına birilerini almak konusunda fazla seçeneği olmayan, desteğini büyütmek için çözümler üretme kabiliyeti kalmamış, cezbedici hiçbir hikâyesi olmayan bir iktidar, devam etmenin yolu olarak önüne nasıl bir strateji koyar? Burada böyle büyük bir incelik, büyük bir beceri yok. Burada yürüttüğü şey, kendisi yanına birilerini alamıyorsa, karşısındakilerin yan yana durmasıyla ilgili sıkıntı yaratmak üzerine kurgulanmış bir strateji. 2023 seçimini de böyle kazandı zâten. Kazanamayacağı bir seçimi böyle kazandı. O süreci birtakım aktör suçlamalarıyla açıklayanlar var; ama iktidârın yürüttüğü, çeşitli hamlelerle muhâalefeti dizayn etmesinin özeti şuydu: O dönemde de bâzen suçlamalarla, bâzen tuhaf çağrılarla –İYİ Parti’ye kaç kere “Yuvaya dön!” çağrıları yapıldı, hatırla– tıpkı şimdi gördüğümüz gibi, saldırılar da yapıldı. Bir tepeye çıkıp, bir aşağıya inip, bir havuç gösterip, bir sopa gösterip, ama aslında bunlardan bir netîce beklemeden, bunların karşı taraftaki bozucu etkilerini verimli kullanan bir strateji işliyor.
2023 seçimini de kazandıran, 2024 seçimindeki hezîmeti de kolay atlatmayı sağlayan, 2019’dan sonra da toparlanmasını mümkün kılan hiçbir şeyde, destekçilerini ne seçmen düzeyinde ne aktör düzeyinde genişletemedi. Ama karşı taraf içerisinde sürekli fay hatları yarattı. Yani hep iktidârın çatlağı beklenirken, aslında sürekli muhâlefet partilerinin içine de elini sokarak, çatlaklar üreterek, bir savunma stratejisi yürütüyor. “Nereye varmak istiyorlar, ne yapmak istiyorlar, nihâî hedef nedir?” konusuyla ilgili bir sürü şey söylenebilir. Bu, dış dinamiklerin etkisi olabilir, sâhiden birtakım hesaplar olabilir; ama onları tamâmen devre dışına çıkartsak bile, sürecin bütün grafiğinin içerisinde bu demin söylediğim stratejinin tıkır tıkır işlediğini görüyoruz.
Çok basit olarak 2 senelik sürece bakalım. Muhâlefetin üç tâne temel sütunu olduğu iddia ediliyordu, buna herkes iknâ olmuştu. Neydi bunlar? Biri CHP; biri Kürt siyâsî hareketi, HDP, DEM, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi; bir de milliyetçilik ya da seküler milliyetçilik veya merkez sağ denilen başka bir merkez blok. Muhâlefet bu üç sütun üzerinde şekillenecekti. Bu üç sütuna bakalım. Birincisi zâten 2023-2024 seçimleri arasında berhava oldu ve bugün gelinen noktada, bu süreç tartışmalarında Ümit Özdağ ve İYİ Parti’nin performansını gördüğümüzde, herhangi birinin, bir demokrasi ittifâkının çok vazgeçilmez parçası olmasını düşünecekleri bir potansiyel herhalde görmüyorlardır. Kürt siyasi hareketine bakalım: Kürt siyâsî hareketi, bu süreç dalgalanmasında aktörler bazında bile “DEM Parti’yle Öcalan mı?” “Demirtaş’la Kandil mi?” “Kent uzlaşısı mı?” yoksa “İktidarla pazarlık mı?” hattında zorlu bir şeye sıkıştırılmış durumda. Daha önce siyâset üretemiyordu, şimdi de netleşmede ve pozisyon almakta büyük açmazları var. CHP’ye gelelim: CHP, daha önceki seçimde “kazanacak aday” tartışmalarının bir benzerini, daha seçimin ucu bile görünmeden şimdiden yaşıyor. Mansur Yavaş anketlerle ortalığı manipüle ediyor, İmamoğlu siyâsî yasak riskiyle karşı karşıya ve orada bir tazyik var. Özgür Özel normalleşme programı yürütmeye çalışıyor ve bu denklemde bir üçüncü unsur hâline gelmiş durumda. Kılıçdaroğlu “sîne-i millet” diyor. CHP’nin içerisinde, artık adayların çok net olarak kendi ajandalarına göre davrandıkları bayağı sert bir rekabetin ön rüzgârları esmeye başladı.
Bütün bunlar, iktidârın tam da “Bunlar ne yapmak istiyor? Çâresizlikten bütün düğmelere basıyorlar” dediğimiz şeyler sâyesinde çok kolay tetiklenir süreçlerle önümüze geldi. “Mesele bundan ibâret, bunun için akıl edilmiş bir şey” demiyorum; ama çok açık biçimde, “Bu nereye varacak?” dediğimiz süreç, aslında bir sürü sonuç alıyor, bunu da görmek ve siyâset kurarken böyle düşünmek lâzım.

Ruşen Çakır: Kemal buradaki sorun şu: Tamam, iktidar bir zaman kazanıyor filan, ama PKK meselesini böyle bitirmesinin imkânı yok. Bunu bitirmek istedikleri çok açık. Artık bu defteri kapatmak istiyorlar, ama bu gidişle yine kapanmayacak. Bu arada bir son dakika haberi söyleyeyim sana: Halk TV, Yenidoğan Çetesi Savcısı Yavuz Ergin’e dosyadan el çektirildiğini iddia etmiş. Tabiî bu olay arada kaynadı gitti. Burada bir parantez açayım. Bir gazeteci olarak şöyle bir şey söyleyeceğim: “X” platformunda o kadar çok sözüm ona haber hesapları var ki… Adlarını ilk defa görüyorum. Şimdi Halk TV böyle bir haber yapmış. Haber doğrudur yanlıştır, o ayrı. Bu isimleri acâyip hesaplar, aslında kendileri haber üreten hesaplar değil. Başkasının haberini çalıp onun üzerinden haberi paylaşıyorlar. Bu arada, hepsi olmasa bile çok önemli bir kısmı da çok ciddî dezenformasyon yapıyorlar. Neyse konuya geleyim: Savcı Yavuz Ergin’in görevden alınmış olma ihtimâli ilginç. Hattâ bu operasyonu MHP’nin yaptırdığı söylendi. Buradan yeni bir MHP-AK Parti kavgası analizleri çıkabilir. Sen seversin böyle şeyleri.
Kemal Can: Zâten çok ilginç bir şey var. MHP ile AK Parti arasındaki çatlak meselesine büyük bir hevesle sarılırken, başka bir aşama da, bu süreçte Bahçeli ile Erdoğan’ın, aslında görev bölüşümüyle iyi polis-kötü polis rolleri üstlendiğini söyleyenler de oluyor. Senin o bahsettiğin, “Operasyonu MHP yaptırıyor” argümanının bir benzeri, Sinan Ateş Dâvâsı’nda da yaşanmıştı. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın MHP’ye operasyon çektiği iddiaları ortaya atılmıştı. Bunların tamâmen uydurma olduğunu iddia etmiyorum. Tam tersine, iktidar içerisinde ciddî bir gerilim, kanatlar arasında bir rekabet ve mücâdele olduğunu zâten hep söylüyorum. Zâten iktidar egemen blokunun içerisinde bunun olması kaçınılmaz. Bu, devletin fıtratında var. Dolayısıyla demin söylediğimi burada da kullanacağım. Birbirleri karşısında da her sürecin içerisindeki pozisyonları kullanıyor olabilirler, bu çok mümkün bir şey ve bunun örneklerini de gördük zâten. Ama bunun üzerine inşâ edilen çatlak-patlak siyâset hikâyesinde, –şu anda CHP’yi tartışıyorsak– yakın zamâna kadar “İktidar çatlayacak, dağılacak” diye umanların, şimdi oturup kendilerini sağlam tutacak ortak siyâseti inşâ etmeye kafa yormaları gerekiyor.

Ruşen Çakır: Kemal, bitirmeden önce Osman Kavala’ya buradan bir selâm yollayalım.
Kemal Can: Evet.

Ruşen Çakır: Yedi yıldır cezâevinde. Çok acı. Osman Kavala’nın 7. yıl açıklamasında yazdıklarından bir bölümü okumak istiyorum: 60 yaşımdan sonra aktif biçimde yaşayabileceğim hayat diliminin büyük bölümünü cezâevinde geçirmiş oldum. Eşimle hayâtı paylaşamadım, annemle, sevdiklerimle birlikte yaşayamadım. Yıllardır yürüttüğümüz, barış ve uzlaşma kültürüne katkı sağladığına inandığım sivil toplum çalışmalarını sürdürmem engellenmiş oldu. Cezâevinde kendimi bir yurttaş olarak hissetmeyi sürdürebilmek için, mâruz kaldığım, şâhit olduğum hukuksuzlukları kamuoyu ile paylaştım, uyarıcılık sorumluluğumu yerine getirmeye çalıştım…” Osman Kavala olayı, başlı başına Türkiye’nin nasıl bir ülke olduğunu gösteriyor, çok da fazla bir şey söylemeye gerek yok. Ahmet Özer hâdisesi ilk değil yani. Osman Kavala, ciddî hiçbir suçlama olmadan 7 yıldır içeride tutuluyor. AİHM kararlarına rağmen, üç kez tahliye edilip iki kez tutuklandı ve 7 yıldır cezâevinde, o satırlarında okuduğum şekliyle tutuluyor. Dolayısıyla, burada hukukun olmadığı bir ülkeden bahsediyoruz. Hukukun olmadığı bir ülkede her şey mümkün. Hukukun olmadığı bir yerde, PKK sorununu –Kürt sorunu demiyorum, o zâten olmaz da-, PKK sorununu da çözebilecek bir devlet olduğunu düşünmüyorum.
Kemal Can: Evet. Osman Kavala hâdisesi başından îtibâren bütün safhalarıyla, senin dediğin gibi, Türkiye’de yaşadığımız şeyin kristalize olduğu, onun etrâfında yapılan bütün tartışmalar, aslında bu hep tartıştığımız yaşadığımız şeyin bütün parçalarının içinde yer aldığı süreçler olarak cereyan etti. Diğer siyâsî dâvâlar da öyle. Can Atalay Dâvâsı da öyle oldu, Sinan Ateş Dâvâsı da öyle oldu. Şimdi belki senin söylediğin gibi bu Yenidoğan Çetesi meselesi de öyle olacak. Çünkü her siyâsî hamlenin içerisinde, o siyâsî süreci harekete geçiren temel aktör dışında diğer bütün aktörlerin bu konuyla nasıl ilişki kurdukları da birtakım sonuçlar üretiyor.
Osman Kavala Dâvâsı’nın benim açımdan can yakıcı taraflarından biri, bir zamanlar “Hepimiz oradaydık” demenin gurur vesîlesi olduğu bir hâdisenin, Osman Kavala ve birkaç kişinin üzerine yıkıldığında, kimsenin orada olmadığı bir şeye dönüşmüş olmasındandır. Osman Kavala bugünkü açıklamasıyla Gezi Parkı’nın hâlâ ağaçlarıyla ayakta durmasının tek avuntusu olduğunu söylüyor. Benim de en büyük rahatsızlığım, o ağaçları ayakta tutan direncin, bununla ilgili birilerinin haksız biçimde cezâlandırılıyor olmasına bu kadar sessiz kalınmasıdır.

Ruşen Çakır: Kemal, burada noktayı koyalım, “Haftaya Bakış”ı burada sonlandıralım. Kadri’ye tekrar geçmiş olsun diyelim. Haftaya yine üç kişi olarak devam etmek üzere, herkese çok teşekkürler, iyi günler, iyi hafta sonları.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
22.12.2024 CHP ne zaman “Türkiye’nin birinci partisi” gibi davranacak?
18.12.2024 Transatlantik: Trump Erdoğan’ı neden övdü? PYD/YPG’nin geleceği Golani’nin zor sınavı
17.12.2024 Mehmet Altan ile Türkiye’nin gidişâtı (4): Suriye’nin geleceği - CHP’li belediyelere haciz
15.12.2024 11 soruda, YPG ya kendini fesheder mi ya da feshedilir mi?
15.12.2024 Murat Yetkin ile söyleşi: Meraklısı İçin Ortadoğu Kitabı
12.12.2024 Bahçeli’nin İmralı hamlesine seçmen nasıl bakıyor? Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi
10.12.2024 Transatlantik: Suriye’yi nasıl bir gelecek bekliyor?
08.12.2024 Hamas, Hizbullah ve Esad: İran’ın “Direniş Ekseni” tarihe karışırken
06.12.2024 Behlül Özkan ile söyleşi: 1982’deki Müslüman Kardeşler’in Hama ayaklanmasından bugüne
04.12.2024 Murat Özçelik ile söyleşi: Türkiye Suriye’de ne yapabilir? Ne yapmalı?
22.12.2024 CHP ne zaman “Türkiye’nin birinci partisi” gibi davranacak?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı