Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (230): CHP iktidara yürüyor mu? Sisi-Erdoğan kavuşması - Teğmenlerin kılıçlı yemini

06.09.2024 medyascope.tv

6 Eylül 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Uzun bir aradan sonra ilk kez Kemal Can ve Kadri Gürsel’le beraber üçümüz birden stüdyodayız. Hoş geldiniz
Kadri Gürsel- Kemal Can: Hoş bulduk.

Ruşen Çakır: Konuşacak çok şey var. İçlerinden bâzı konuları seçtik. Tabiî ki önce CHP ile başlamakta yarar var; çünkü Tüzük Kurultayı nihâyet başladı. Önce açılış konuşması yapıldı, sonrası basına kapalı olacak ve daha sonra da program üzerinde çalışacaklar. CHP’li delegeler hafta sonunu Ankara’da geçiriyorlar. Orada birtakım detaylar var, ama bunlar daha çok partilileri yakından ilgilendiren hususlar. Tabiî ilginizi çeken bâzı hususlar varsa anlatın.
Ben daha çok şunu konuşalım istiyorum: İmamoğlu’nun Uğur Dündar’la yaptığı konuşmada söyledikleri vardı. İmamoğlu, “CHP ilk defa muhâlefet yapmıyor” ya da “Yumuşak muhâlefet yapıyor” derken, biraz üstü kapalı olarak Özgür Özel’in “yumuşama”, “normalleşme” söylemine yönelik eleştiriler içeren bir çıkış yaptı. Özellikle “Siyâsî yasak gelirse ne olur?” sorusuna çok iddialı cevaplar verdi. Ne diyorsun Kadri? Bunlar karşılığı olan şeyler mi? CHP içerisinde gerçekten farklılıklar var da, insanlar böyle yayınlarla, konuşmalarla birbirlerini dengelemeye mi çalışıyorlar? Nasıl görüyorsun?
Kadri Gürsel: Uğur Dündar İmamoğlu’na “Duyum mu aldınız?” diye sordu. Bir duyum almış ya da öyle hissediyor. Yakın ve gerçek bir tehdidin olduğunu algılıyor, hissediyor sanırım. Bu, kulağına geliyor da olabilir. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı olsun ya da olmasın, İmamoğlu’na karşı böyle bir hamleye girişemeyeceğini varsaymak, bence bu iktidârın tabiatını doğru anlamamak demektir. Bu iktidar daha önce seçimlere çok müdâhale etti; çok farklı şekillerde müdâhale etti. Çok kötü, fakat yaratıcı yöntemler kullandı. Ülkeye de çok büyük zarar verdi kullandığı yöntemler. Çok fazla detaya girmek istemiyorum. Siyâset yasağı da ilk kez getirmiyor. Seçilmiş belediye başkanlarını topluca görevden almak, seçmen irâdesini hiçe sayarak bunu yapmak ve Selahattin Demirtaş’ı yıllardır hapiste tutmak bunun örnekleri. Bunlar hatırlanmalı. Dolayısıyla İmamoğlu konusunda da en azından iki aşama olacak. Bir yanlışım varsa beni düzeltin: Beş yıldan düşük cezâlar İstinaf’ta onanınca kesinleşmiş sayılıyordu, şimdi o kalktı galiba. Şimdi Yargıtay’a gidiyor. İstinaf’tan geçebileceği yönünde bir duyum almış olabilir. İmamoğlu da karşı bir pozisyon alıyor; üslûbunu sertleştiriyor. “Hodri meydan” dedi ve meydan okudu.
İmamoğlu meydan okurken, bence iki siperde mevzileniyor: Birincisi, halk desteği. Bunu 2022’de Saraçhâne olayında yaşamıştık hatırlarsanız. 14 Aralık mıydı? Şimdi tam hatırlamıyorum, ama Saraçhane hâdisesi var. İkincisi, iktidârın yolsuzlukları. Gördüğüm kadarıyla yavaş yavaş onun ucunu da göstermeye başladı. Fakat burası biraz sorunlu bir alan; çünkü çok geç kaldı bu konuda İmamoğlu. Beş yıla yakın bir süredir İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni yönetiyor belediye başkanı olarak. Daha önce, “israf sergisi” adı altında Yenikapı’da bir otomobil sergisi yaptı. Belediyenin ihtiyâcı olmadığı halde AKP’lilere tahsis edilen ve parasını belediyenin karşıladığı, iktidâra yakın şirketlerden kirâlanmış araçlardı onlar. Orada kaldı. Daha sonra 50 kadar dosyanın müfettişler tarafından hazırlanarak savcılığa verildiğini öğrendik, ama dosyaların içeriği hakkında çok fazla bilgi sâhibi olamadan, bu dosyalara İçişleri Bakanlığı’nın el koyduğunu duyduk. İmamoğlu her nedense bu dosyaların ne tür yolsuzluk dosyaları olduğuna dâir kamuoyunu bilgilendirmekten imtinâ etti.
Bütün bu pozisyon almaların, bu taktiksel adımların, geri çekilmelerin, yine de zımnen iktidarla girilen bir müzâkere arayışından kaynaklandığını düşünüyorum. Damokles’in kılıcı gibi İmamoğlu’nun tepesinde sallandırılan siyâset yasağı tehdidinin kuvveden fiile geçmesi ihtimâli karşısında, iktidârı kışkırtmamak gibi bir amaç güdülüyor olabilir. Bunun gerçekten böyle olup olmadığını bilmiyorum; ama bakınca, bu sürenin fazla uzaması, İstanbul’da, Refah Partisi’nden bu yana –Millî Görüş, siyâsal İslâm, ne dersiniz deyin–, 25 yıl sürmüş olan belediyeciliğin aklanmasına hizmet ediyor aslında. Bu bir eleştiri olarak da kabul edilebilir. Bu 25 yıl boyunca yolsuzluk, hırsızlık, dalavere hiç mi yapılmadı? Geldiniz belediyeye, iktidâra. Dosyalar var, yapılan harcamalar var. Bunları niye paylaşmıyorsunuz?
Meselâ bundan 10 gün kadar önce İmamoğlu’nun ilginç bir çıkışı oldu. KİPTAŞ tarafından yaptırılan bir Kentsel Dönüşüm Projesi’nin halka dağıtımı hakkında bir eleştiriydi bu.

Ruşen Çakır: “Evleri kimlere verdik?” dedi, değil mi?
Kadri Gürsel: “Gaziosmanpaşa We Haliç Kentsel Dönüşüm Projesi.” İngilizcede “We”, “Biz” anlamında kullanılıyor. Gaziosmanpaşa We Haliç Kentsel Dönüşüm Projesi’nin hak sâhiplerinin dâirelerinin belirlenmesi ve 1. etabın teslim takvimi açıklanması için düzenlenen törende İmamoğlu şöyle bir çıkış yaptı: “Bizim hesâbımıza göre, kamu alanında arâzide konut üreterek ya da birilerinin arâzisine ekstra îmar vererek, birilerinin cebine basit hesapla 85 milyar dolar aktardılar” dedi. Bence bu, yaklaşmakta olan bir siyâset yasağı tehdidinin öncesinde, iktidâra ucunu göstermekti. Buna ne denir? Yolsuzluk ve hırsızlık konusunda elinde ciddî bilgiler olduğunu gösteriyor. Tabiî burada söz ettiği aslında yolsuzluk. Hırsızlık da var, ama hukuk nezdinde ikisi farklı şeyler. Buradaki, yolsuzluk. O birilerinin kim olduğunu biliyor. Aslında herkes biliyor, ama araştırmak lâzım. “Bu îmar yolsuzlukları, îmar dalavereleri ile rant üreterek, 85 milyar dolar birilerinin cebine aktarıldı” dedi. Orada durdu. Beş yıllık belediye başkanlığı kariyerinde ilk defa böyle bir şey yaptı İmamoğlu. “Halk buna izin vermez. İstinaf’tan Yargıtay’a gidene kadar, siz gidersiniz” diyor. Bu çok sert bir tehdit. İmamoğlu’ndan hiç duymadığımız sertlikte bir tehdit. Halkla, seçmenle kurduğu duygusal bağa –öyle tarif ediliyor bu– güvenerek bunu söylüyor. Şunu da biliyor: Açılan dâvâ, içi boş, saçma sapan bir şey. Aslında bu bir darbe girişimi. Bu bir sivil darbe. İmamoğlu’na karşı tertiplenmek istenen şey, bir yargı darbesi. Zâten onu da ayrıntılı olarak daha sonra Uğur Dündar’a anlattı. Uğur Dündar’la yaptığı söyleşinin yarısına yakını bu konuya ayrılmıştı. Bence zâten Uğur Dündar’la söyleşi bu amaçla yapılmıştı.

Ruşen Çakır: Bu mesajı vermek için.
Kadri Gürsel: Evet, bu mesajı vermek için. Burada bir ikilem içinde olabilir İmamoğlu. Siyâset yasağı gelir de iş İstinaf’tan çıkarsa, İstinaf’tan Yargıtay aşamasına doğru giderken ne yapılabilir? Halkın desteği burada caydırıcı olarak nasıl kullanılabilir? Ben asıl, İmamoğlu’ndan daha zor durumda olanın iktidar olduğunu düşünüyorum. İktidar, İmamoğlu’na böyle saçma sapan bir siyâset yasağı getirirse bunun bir bedeli olacaktır. Mutlaka olacaktır seçmen indinde; seçmen bunu cezâlandıracaktır. Zâten şu an iktidar deyince de Erdoğan geliyor akla. Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesi için artık erken seçime gidilmesi gerekiyor. Erken seçime gidilmesine de bugünkü parlamento aritmetiği izin vermiyor. Muhâlefetin bir şekilde desteğinin alınması veyâhut muhâlefetin en azından bir kısmının satın alınması gerekiyor. O zaman ister istemez benim aklıma şu geliyor: İktidar, kaybedeceği bir seçime giderken ne yapabilir? Kayba doğru gittiği de çok açık, anketler de bunu gösteriyor. Acaba nasıl bir yöntem izleyecek? Diyelim İmamoğlu’nu yasakladı ve üstüne, bu sefer Mansur Yavaş’ın yolunu açtı. Mansur Yavaş’la anlaşabilir mi? Anlaşma yolunu deneyebilir mi? İmamoğlu ile anlaşabilir mi? Bu iktidar, otoriter bir iktidar. Türkiye bir otoriter rejimle yönetiliyor. Anlaşmayı deneyeceklerdir. Bu anlaşmanın parametreleri ne olacak? Bütün bunlar soru işâreti.
Diğer taraftan, Mansur Yavaş’ın 1 Eylül’de Ankara’daki İl Danışma Kurulu toplantısında “parlamenter rejime dönüş” vurgusu yapması da çok ilginç oldu. Bütün bunlar bir araya gelince, bu pilavın daha çok su kaldıracağını düşünüyorum. Çünkü bu şartlarda İmamoğlu’na siyâset yasağı getirmek öyle kolay değil. İktidarın %45’lik bir marjı olsa bu kadar zorlanmazdı diye düşünüyorum. Ama bir taraftan Cumhur İttifâkı’nın zemini %40’lara kadar gerilemiş durumda, karşısındaki iki aday da onu geçiyor. Bu, saçma sapan, iknâ gücü olmayan, boş ve arkasında ulusal güvenliği ilgilendiren bir şey olmayan bir dâvâ. Herkes biliyor ki “ahmak” sözü YSK üyelerine yönelik olarak kullanılmamıştır. Ama iktidarda büyük bir panik var. Öyle anlaşılıyor. Ve İmamoğlu da bu tehdidi ciddîye alıyor diye düşünüyorum.
Bir cümle daha söyleyeceğim. İşte tam bu noktada, CHP’nin kendisine yönelik seçmen teveccühünü militanlaştırması, tabanını militanlaştırması çok çok önem taşıyor. Bunu nasıl yapacaklar bilmiyorum doğrusu, yapmaları çok zor. Ama seçmenlerini caydırıcı bir güç olarak mobilize etmeleri gerekiyor, anayasal hak olan barışçıl ve demokratik gösteri yürüyüşü hakkını kullanmak bakımından. Hatırlayacaksınız, geçmişte Adâlet Yürüyüşü Enis Berberoğlu’nun hapse atılması üzerine olmuştu. Bu ise, mukayese etmek istemiyorum ama, doğrudan bir darbe olacaktır, eğer böyle bir şey olursa. Türkiye’deki demokrasi umûduna, demokrasiye doğrudan iktidar darbesi olacaktır. Bir yargı darbesi de demeyeceğim, çünkü burada yargı özne değil. Buna karşı Cumhuriyet Halk Partisi’nin bütün hazırlıklarını yapması lâzım.

Ruşen Çakır: Kemal, aklıma iki olay geliyor: Biri, Erdoğan’a siyâsî yasak geldiği zaman, birileri ona Saraçhâne’de sivil itaatsizlik çağrısı yapmıştı. Tabiî orada millete “Sokağa çıkıyoruz” demedi. Orada kritik bir şey olmuştu. Erdoğan iki seçenekten ârıza çıkartmayacak olanı seçti. Zâten kısa yatacak ve çıkacaktı. Sonuçta, daha sonra kazandı. Bir de, 28 Şubat’ta Erbakan’a atfedilen bir şey vardır: “Hocam, yürüyelim” demişler; Erbakan da: “Buradan yürümeye başlasam, Kızılay’a vardığımda benden başka geride kimse kalmaz” demiş. Tabiî bu bir rivâyet. Ama orada da bir husus olmuştu. Başörtüsü olayında da olmuştu benzer bir şey. Kadri’nin aktardığı İmamoğlu’nun o söylediklerinin, bu sefer hakîkaten bir karşılığı olabilir mi? Tabiî konjonktürler çok farklı. İmamoğlu’nun o çıkışı çok ciddî bir meydan okuma aslında: “Siz bana cezâ verirseniz, kaybedersiniz.” Ve bunu da hızlı bir şekilde söylüyor. Erdoğan gibi yasak geldikten bilmem kaç yıl sonra kaybetmekten bahsetmiyor, ânında olacağını söylüyor ve çok iddialı bir çıkış.
Kemal Can: Burada senin sorduğun soru ve Kadri’nin çizdiği çerçevenin epey dışına çıkarak şunu söyleyebilirim. Hem bu lâfın hem de biraz önce sizin işâret ettiğiniz gibi bu lâfı etmek için organize edilmiş söyleşinin, Erdoğan’a ya da iktidâra bir şey söyleme tarafı var. Kadri’nin anlattıkları ve senin o restleşme ve oraya gönderilen sinyal açısından tartıştığım bir taraf yok. Öyle bir içeriği olduğu kesin. Ama hem olay bundan ibâret değil hem sanki birinci sıradaki mesele bu değil gibi geliyor bana. Bu mesajın verildiği söyleşinin yapılma gerekçesi, iktidâra ya da Erdoğan’a bir şey söylemekten önce, kurultaydan önce CHP kamuoyuna ve diğer aktörlere bir şey söylemek için yapılmış bir iş.

Ruşen Çakır: Nedir o?
Kemal Can: İki şey var: Birincisi, senin dediğin gibi bayağı kuvvetli bir çıkış; çünkü kuvvetli çıkış yapan, kendi desteklediği partinin yeterince muhâlefet etmediği konusunda tereddütler oluşmaya başlayan bir kamuoyuna, bunun adayı olabileceğini, bu dirâyette ve kararlılıkta bir aktör olarak kendini öne koyabileceğini göstermek. İkincisi, Saraçhâne hâdisesinde de aynı dinamik işlemişti. Vaka aynı zâten. O zaman mahkemenin verdiği bu karar ve bu olasılık üzerinden, başka siyâsî aktörleri de dâhil ederek, hani o meşhur, Saraçhâne’de Meral Akşener’in gelip yumruğunu kaldırdığı görüntü kime verilmiş bir mesajsa ve hangi süreci başlatan, îmâ eden bir içerikteyse, bugün de aynı dinamiğin çalıştığını düşünüyorum. Biraz önce Kadri’nin işâret ettiği Mansur Yavaş’ın çıkışı da aynı şekilde zâten. O da “Parlamenter sistem” derken iktidâra bir şey demiyor. Çünkü şu anda çok net biçimde biliyoruz ki muhâlefet içerisinde, aktörler bazında sâdece adaylık tartışmasından ibâret olmayan bir durum var. Aslında CHP’nin birinci parti olmasıyla birlikte, ikinci bir post doğdu. Genel Başkanlık postu, daha önemli bir post şu anda. Bundan 3 sene önce, Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı, muhâlefet ittifâkının toparlayıcı rolü olarak önemli bir şeydi. Şimdi, birinci olmuş partinin liderliği anlamında başka bir post içeriyor. Dolayısıyla burada oluşacak dengede, herkesin kendi önceliğini, kendisinin önemli olduğunu gösteren tarafları öne çıkartmak ve “rakipleriyle” ya da diğer adaylarla farkını işâret etmek için harekete geçtiği bir süreç. Görüşme trafikleri, yan yana gelmeler, restleşmeler daha çok bununla ilgili gibi geliyor bana. İktidar da bu işin içinde zâten. Bütün tartışmalarıyla, kendi medyasıyla, bunlara verdiği destekle. Açıkçası bu siyâset yasağı tehdidi, bir tarafıyla da, “Erdoğan karşısında kimi istemiyor?” fikrinin hem genel kamuoyunda hem muhâlefet kamuoyundaki işâreti olarak işlev görüyor. Dolayısıyla buna verilecek reaksiyon da genel algıyı buraya taşıyor. Tehditten bir siyâsî fayda üretmek. Nasıl ki iktidar tehditten siyâsî bir risk oluşturmak istiyorsa… Bu tarafta ne üretmek istiyor? Riskli bir aktör. Zâten İmamoğlu’nun daha önceki adaylık süreci de o argümanla engellenmişti: “Eğer İmamoğlu’nu aday yaparsak siyâset yasağını çıkartırlar ve biz boşa düşeriz” argümanı kullanılıyordu İmamoğlu karşısında. Şimdi yine aynı şey geçerli. İmamoğlu’nun önünü kesmek için kullanılan argümanı terse çevirip, İmamoğlu’nun neden aday olması gerektiğinin argümanına çevirecek bir çıkış olarak kurgulanmış bir şey. Ama bir yandan da dediğiniz gibi, diğer parçalarla birleştirildiğinde bunun iktidarla restleşen bir tarafı da var.

Ruşen Çakır: Yani İmamoğlu, iktidâra vuruyor ama esas hitap ettiği kesim CHP.
Kemal Can: İktidâra vururken bir yere hitap edilir. Zâten muhâlefet öyle yapılır ya.

Ruşen Çakır: Evet.
Kemal Can: Bir de bunların retorik tarafı var. Bunun bir benzeri, daha önce de Özgür Özel, Kılıçdaroğlu’na açılan dâvâyla ilgili olarak, “Cesedimi çiğnerseniz” demişti. Bir ana muhâlefet partisinin lideri herhangi bir yargı süreciyle ilgili olarak… Halbuki İmamoğlu vatandaşı çağırıyor. Onu korumak üzere harekete geçeceklerini varsayarak onları çağırıyor. Özgür Özel ise kendini ortaya koyup: “Cesedimi çiğnersiniz” diyor. Türkiye’de 10-15 yıldır biliyoruz ki kimse kimsenin cesedini çiğnemek zorunda değil. Yanından geçip gidiyor ve kimse bir şey yapamıyor. Artık öyle bir dinamik işlemiyor. Ne siyâseten öyle bir dinamik işliyor ne toplumsal olarak öyle bir dinamik işliyor. Zâten Türkiye’de doğrudan seçmenle duygusal bağ kuran lider fenomeni fazla romantize edilen bir şey. Türkiye’nin, “Liderinin arkasından sokaklara dökülmek” gibi bir siyâsî geleneği yok. Ne darbe girişimlerinde böyle bir şey oldu, ne de başka bir zaman. Ben çok iddialı söylüyorum: Erdoğan için bile böyle bir şey olmaz büyük ihtimalle. Böyle bir siyâsî geleneği yok bir kere Türkiye’nin. Sokakların bir haksızlık karşısında galeyâna gelip iktidarları süpürdüğü bir pratiği yok. Ama bu bir argüman olarak kullanılıyor. Tıpkı “Sosyal patlama olur. Bu kadar ekonomik sıkıntıyı taşımaz bu millet” ya da “Boş tencere iktidar götürür” lâfları gibi. Bunlar retorik şeyler. “Cesedimi çiğnersin”, “Yap da gör bakalım” gibi lâflar politik olarak karşılığı olmuş ya da örneği gösterilmiş vakalar değil. Toplumun, siyâsî aktörlerin bu tür iddialarıyla değil, kendi kendine böyle şeyler yaptığı oluyor. Meselâ Gezi gibi bir şey yaşandı Türkiye’de. Ama onu kimse öyle dediği için yaşanmadı. Çok az örnek var böyle. Demek istediğim şu: Bunun genel bir siyâsî tabloyla ve daha öne çıkan, risk alan, ama birilerini de arkasına çağıran, hem partisini, teşkîlâtını, kendi kamuoyunu, hem genel olarak bütün vatandaşı da peşinden çağıran bir tarafı var. Açıkçası bu dengede ya da bu hâdisenin gelişmesindeki gerekçelerde, sıralamanın nasıl olduğu konusunda çok emin değilim.

Ruşen Çakır: Daha doğrusu, eminsin.
Kemal Can: Ben “Emin değilim” diyeyim.

Ruşen Çakır: Peki o zaman teğmenler konusuna geçelim.
Kadri Gürsel: Teğmenlere geçmeden önce birkaç bir şey söylemek istiyorum. X’te Medyascope’un hesâbında paylaşılan ifade ilginç: “CHP iktidâra mı yürüyor?” ifâdesi.

Ruşen Çakır: “CHP iktidâra yürüyor mu?”
Kadri Gürsel: Bir yere yürüyor mu? Tamam, güzel. Burada özne tartışılır. CHP mi iktidâra yürüyor, yoksa İmamoğlu mu yürüyor? Orada genel başkanlık tartışması giriyor işin içine. Bu sistemde siyâsî partilerin bir önemi yok. Çünkü Parlamento’nun bir önemi yok. Siyâsî partiler bu sistemde Cumhurbaşkanı’nı iktidâra omuzlarında taşıyabiliyorlarsa işte o zaman önem kazanıyorlar. Bunu Erdoğan bugüne kadar başarabildi. Bundan sonra başaramayacak. Başaramıyor artık. Çünkü kendi kurup büyüttüğü parti, bir devlet partisi hâline geldi. Parti devleti olmaktan çıktı devlet. AKP, devlet partisi hâline geldiği için halkla, toplumla bağı minimuma indi. Tamâmen koptu demiyorum, ama minimuma indi.
Burada partiyle lideri ayrıştıran bir sistem var: Tek Adam rejimi. Bu bir otoriter rejim formatı. Bu formatta, genel başkanla aday ayrı kişiler olduğu zaman sorun çıkar. Ben İmamoğlu’na bir siyâset yasağı getirilirse demiyorum, İstinaf’tan geçtikten sonra, eğer geçerse, bu ikilemlerin, bu tartışmaların hak ettiği yeri bulacağını düşünüyorum. Çünkü netîcede İmamoğlu da atipik bir CHP’li. İmamoğlu, kadrolarını, kaynaklarını örgütlerken, inşâ ederken, CHP’nin dışından çok destek alan ve bulan bir insan. Yani İmamoğlu CHP’yi aşan bir siyâsetçi. Özgür Özel öyle değil. O bakımdan İmamoğlu’nun Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı olması konusu, onu siyâsî yasaktan korumaktan önce, Cumhuriyet Halk Partisi’ni iktidar yapmak bakımından önem taşıyor. Yoksa İmamoğlu bugün pekâlâ İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni yönettiği gibi, arkasında CHP’den alabildiği destekle, iktidâra da İmamoğlu olarak yürüyebilir. İmamoğlu’na böyle bir yasak getirirlerse, Mansur Yavaş CHP’nin adayı olursa, “CHP iktidâra yürüyor mu?” sorusunun cevâbı net bir “Hayır” olacaktır. Çünkü iktidâra yürüyen Mansur Yavaş olacaktır. Bugün Ankara Büyükşehir Belediyesi’ni nasıl yönettiğine baktığınızda, zâten bu sorunun cevâbı anlaşılır.

Ruşen Çakır: Zâten onun son dönemde yaptığı birtakım açıklamalar var.
Kadri Gürsel: O bakımdan bütün bu duyduklarımız, işittiklerimiz, gördüklerimiz, hep dolaylı bir müzâkere zemininde olup bitiyor. İktidar aslında İmamoğlu’nu yasaklayarak iktidarda kalamayacağının farkında. Zâten o yüzden sürekli müzâkere arayışı içinde. Bakalım nereye doğru gidecek?
Kemal Can: Bu da en azından benim takıntı hâlinde tekrar ettiğim şeye geliyor: Siyâset yeniden taktik alana geri döndü. Toplumsal dinamikler ve yapısal sorunlardan, o hareketlerin oluşturduğu ya da o rahatsızlıkların ve memnûniyetsizliklerin oluşturduğu toplumsal baskıdan, yeniden taktik alana döndü. Bütün gündemiyle taktik alana döndü. Her şeyiyle taktik alanda cereyan ediyor. Bu da kronikleşmiş siyâsetsizliği tekrar eder hâle getiriyor.
Kadri Gürsel: Bu konu fazla uzadı, ama CHP Kurultayı’ndaki ön seçim tartışmaları, tüzük tartışmaları da tam tamına bu taktik alanla alâkalı. Çünkü İmamoğlu, cumhurbaşkanı adayı ve cumhurbaşkanı olacaksa, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi güçlü bir genel merkez olmamalı. Zayıf bir genel merkez olmalı. O zaman da merkez yoklaması tartışmaları gündeme geliyor. Bunun oranı ne olacak? Bir soru daha var: İmamoğlu cumhurbaşkanı olsa Cumhuriyet Halk Partisi’nin Meclis’te bugünkü oy oranıyla çoğunluğu ele geçirememesi gibi bir ihtimal de var. Güçlü bir ihtimal bu. “İktidâra kim yürüyor?” sorusunun cevâbı: Eğer Parlamento çoğunluğunu da CHP alabilecekse, ittifak da olmayacak ve dört partili bir parlamento çıkacak ortaya muhtemelen. Küçük partilerin hepsine cezâyı kesecek seçmen. Yeniden Refah Partisi’ni (YRP) de o zaman göreceğiz. Ama YRP şu aralar sendeliyor.

Ruşen Çakır: Oraya özel operasyon yapılıyor.
Kadri Gürsel: Çok ciddî problemler yaşatılıyor.

Ruşen Çakır: YRP üzerine söylenecek çok şey var. Çok sorunlu. Çünkü AK Parti’den çok insan almışlardı. Onları aday gösterdiler. Bir kısmı seçildi. Şimdi bâzıları geri dönüyor. Bu da Yeniden Refah’ı zorluyor. Çünkü onları aday gösterdiği zaman partinin kadrolarından bâzı kişilerden, “Bunlara ne gerek var? Bizim kendi insanlarımız var” gibi eleştiriler gelmişti. Böyle karışık, zor bir durumdalar.
Artık teğmenler konusuna geçelim. Kara Harp Okulu’nu bitiren teğmenlere sonunda inceleme başlatıldı. Önce bir tereddüt yaşadılar. Ömer Çelik ilk açıklamasında daha ortadan konuştu. Ama o klasik “Askerî vesâyet geliyor” argümanı daha fazla öne çıkmış. İktidârın orada bir şeyler yapacağı belli. Herhalde karârı yine Erdoğan verecek. “Bir iki tânesini cezalandırın” denecek filan. Ama olayın üstünü kapatırlar diye düşünürken, üstüne gitmeye karar verdiler. Nereye kadar giderler şu anda bilmiyorum. Diğer taraftan, iktidâra karşı Atatürkçü subayların meydan okuyuşunu gördüler. İlginç bir olay ama, değil mi? Cumhuriyet târihinde böyle bir şey olması... Çünkü son dönemlerde ordudan genellikle Erdoğan’a bağlılık açıklamaları görüyoruz, artık kanıksanmıştı. Ama böyle bir şey çok çarpıcıydı. Ne diyorsun Kadri?
Kadri Gürsel: Objektif kriterler açısından bakılacak olursa, ben gösterinin içeriğiyle hiç ilgilenmiyorum. “Gösteri” diyorum, bu bir gösteriydi. Çünkü orada bir grup genç teğmen tören disiplininin dışına çıktı. Öyle 200 kişi falan da değillerdi. Seninle ben yıllardır tribündeyiz, şöyle baktığımız zaman az çok kaç yüz kişi olduğunu biliriz. 200 kişi falan değildi. Eğer 960 mezun varsa bunun yarısı, belki yarısından fazlası vardı. Tabiî bu bir disiplinsizlik hâdisesi. Bu, kitlesel bir disiplinsizlik. Peki bu ne biçim bir Harp Okulu’dur ki içinden böyle bir disiplinsizliği üretiyor? Demek ki en başta, bu genç teğmenlerle uğraşmadan önce, kapattığınız, değiştirdiğiniz, başına Erhan Afyoncu isimli sivil rektörü atadığınız, sonra sivil dekanlar atadığınız kuruma bakmalısınız. Geçmişte FETÖ’nün orduyu içinden işgal ettiği bir dönemde, kamuoyundan bu gizlenirken, şimdi artık pek gizlenme ihtiyâcı da duyulmayan tarîkatların rahle-i tedrîsinden geçmiş Harp Okulu öğrencilerinin tercih edildiği, kendi meşrebine uygun bir ordu yaratmak gibi bir amaç güttüğünüz de çok ortada. Bunun tartışılır bir yanı yok. 2016’dan bu yana yaptıkları bu.
2016’da biz şunu gördük: Darbe gerçekleşmeden önce, nüfûsun ezici çoğunluğunun “Millî Ordu” sandığı ordu, aslında bir casusluk şebekesi tarafından, içinden ele geçirilmiş. Ben bununla ilgili, “Vücut Tarayıcılarının İstilâsı (Invasion of the Body Snatchers)” benzetmesini kullanmıştım. Aslında bu bir Soğuk Savaş filmidir. Hayâlî bir kasabaya uzaylılar gelir. Kasabada yaşayanların kılığına bürünürler, onlar gibi yaşarlar. Aslında onlar uzaylıdır. Buna benzer bir şey. Üniforma içinde gördüklerimiz, aslında başka bir şeyhten ya da imamdan emir alan, onun adına örgütlü ve çok gizli hareket eden bir örgüt. 2016’da bunların ordu içinde olduğunu öğrendik. Türk Hava Kuvvetleri’nde uçak uçuracak pilot kalmadı. Kokpit adedinden daha az bir sayıya düştü FETÖ’cü olmayan subaylar. Atıldıktan sonra FETÖ’cü olduğu anlaşılan subaylar diyeyim. Şimdiyse bir laçkalık hâkim olmuş. O çok açık. Yönetilemeyen bir ikilik var burada. “Genç Subaylar rahatsız” başlığı gerçekten atılır. Bu başlık o zaman atıldığında manipülatif bulunmuştu ki doğruydu o suçlama. Manipülatif bir başlıktır. Darbe çağrışımı yapıyordu. Şimdi “Genç Teğmenler rahatsız” diye bir başlık atılsa, kimse seni hiçbir şeyle suçlayamaz. Çünkü ayan beyan ortada olan bir tablo var. Vicdânî, ahlâkî, siyâsî âidiyet duygusu gerekçeleriyle, Mustafa Kemal Atatürk’e duydukları büyük bağlılığın sonucu olarak, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye, kendini bu sloganı atmak zorunda hisseden teğmenler var.
Peki, buna ne neden oldu? Birincisi, bu iktidârın, 8 yıldır Harp Okulları’nda uygulayageldiği politikalar neden oldu. Bu genç teğmenleri cezâlandırmadan önce iğneyi kendilerine batırsınlar. Çünkü böyle bir şey daha önce yaşanmadı. Talat Aydemir olayı, 1960 Darbesi… orada Harbiyelilerin oynadığı rol dersen, onların hepsi emir-komuta ile oldu. Burada emir-komuta var mı yok mu bilmiyoruz henüz. Ama bu yemin töreninden önce şöyle bir olay yaşandı: 30 Ağustos’tan 4 gün önce, Bitlis Ahlat’ta, Hava ve Deniz Kuvvet Komutanları, Hizbullahçı ile aynı fotoğraf karesine girdiler. “Hizbullahçı” diyorum. DEM Parti üyesi olan herkese PKK’lı diyorsunuz. Ama ben büyük bir vicdânî rahatlıkla HÜDA PAR’lılara Hizbullahçı derim. Evet, Hizbullahçıdırlar. Bunu söylerken vicdânımda hiçbir problem hissetmiyorum. Çok net olarak Hizbullahçıdırlar. Siz iki Kuvvet Komutanı olarak Hizbullahçı ile fotoğraf veriyorsunuz. Ondan sonra bütün Kuvvet Komutanları ortadan toz oluyor. İkinci gün yok oluyorlar, fotoğrafta yoklar. Neymiş efendim? Fotoğraf karesine sığmamışlar, yetişememişler filan…

Ruşen Çakır: Evet, Dezenformasyonla Mücâdele Merkezi açıklamasında bunu söyledi. Millî Savunma Bakanlığı da, çok kalabalık olduğu için sahneye çıkamadıklarını söyledi.
Kadri Gürsel: Bu genç teğmenlere ne yaparlar göreceğiz. Bu tartışma sürecek, öyle gözüküyor. Genç teğmenlerin arkasında, onları destekleyen çok büyük bir toplumsal kesim var. Bu konu, toplumsal, siyâsal bir olay olma; bir tartışma ve buradan yürüyecek olan bir hâdiseye dönüşme eğilimi taşıyor. Siyâsî bir konu en başta. Bu hâle Türkiye’yi onlar getirdi. Buradan da çıkartma ihtimalleri yok. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nde de bu gösteriye katılanlar ve katılmayanlar gibi bir ayrım var. Ben katılanların kimler olduğu kadar, katılmayanların da kimler olduğunu merak ediyorum.

Ruşen Çakır: Son çıkan bir video var, ben bunu yeni görüyorum. Daha farklı bir açıdan çekilmiş. Gördüğümüz ilk videoda, bu yemine mezunların yarısı katılmış gibiydi. Gördüğümüz son videoda, mezunların neredeyse tamâmı, ezici bir çoğunluğu katılmış. Yarıdan çok çok fazlası. Katılmayanları saptamak daha kolay. En son video öyle gösteriyor.
Kadri Gürsel: Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin iktidar değişimi ve rejim değişikliğinden sonra gerçekten ciddî bir reforma tâbi tutulması ve bu uğradığı siyâsallaşmadan bir an önce çekilip çıkartılması gerekiyor. Türkiye’nin gerçekten profesyonel bir orduya ihtiyâcı var. Profesyonel ve aynı zamanda da dışarıdan emir almayan bir orduya ihtiyâcı var.

Ruşen Çakır: Bu arada izleyicilerimizden Doğan Bey’in katkıları var yayın sırasında. Ona teşekkür edelim. Evet Kemal, seninle devam edelim. Ne diyorsun?
Kemal Can: İşin şöyle bir tarafı var. Bunlar Millî Savunma Üniversitesi’nden mezun olan genç insanlar. Aynı haftanın içerisinde, bir sürü okulda mezuniyet törenleri yapıldı. Bir tânesi de ODTÜ’de yapıldı. Çok politik angajmanı olmayan, büyük ihtimalle doğrudan bir politik aktivasyon içerisinde olmayan pek çok öğrenci, her sene yaptıkları gibi kendi hazırladıkları birtakım pankartlarla yürüdüler ve bütün yakınlarıyla birlikte, atanmış kayyum rektörü, sırtlarını dönüp protesto ettiler. Çeşitli yerlerde özellikle de genç insanların çok uzun bir zamandır yaşadıkları olumsuzluklar var. Bu olumsuzlukları doğrudan kendi hayatlarında hissettikleri genel sorunlar kadar, içinde bulundukları eğitim kurumlarında, Kadri’nin biraz önce bahsettiği askerî eğitim aldıkları yerlerde veya şimdi dâhil olacakları, Ahlat’ta verilen görüntüye konu olan o kurumda yaşanan problemleri hisseden ve buna reaksiyon vermek isteyen genç insanlar bunlar. Aslında ODTÜ’lülerin verdiği reaksiyonla, Harbiyelilerin verdiği reaksiyonun arasında dönemsel ve mevcut atmosferle ilgili bir yakınlık da var. Bu dikkate alındığı ve bunun farkında olunduğu için, “Rahatsız olduk” açıklamaları yapılmakla birlikte, sonra te’vil edildi. Son soruşturmada olay şuna çevrildi: “Bu gösteriye katılan teğmenlerle ilgili bir soruşturma yapılmayacak”. Bu gösteriyi organize etmiş birileri var mı? Bu gösterinin organize edilmesinden ve bunun kullanımından doğan organize bir hareket var mı? Sonunda bunu, “ ‘Genç Subaylar rahatsız’ havasına çevirmek isteyen çevreler var mı?” soruşturmasını yapacağız”a çevirdiler. Yani “Bu çocukların verdiği reaksiyonu değil, bunun istismârını soruşturuyoruz” kılığına büründüler.
Çünkü ODTÜ’de o öğrencileri, o pankartlardan dolayıp engelleyip, eleştirirlerse başka bir şeye sebep olduklarını biliyorlar. Toplumdaki rahatsızlığın, kendini ifâde etmek için uygun bir zemin bulduğunda hemen açığa çıktığını, kendini gösterebildiğini gayet iyi biliyorlar. Dolayısıyla bu iktidar, baskıyla birtakım önemli siyâsî aktörleri ya da çeşitli siyâsî faaliyetleri bastırmaya çalışırken, büyük kitleleri, organize olmayan geniş rahatsızlık öbeklerini ya da tepki potansiyellerini doğrudan karşısına almak istemiyor. Bence bunu bir süredir sistemli biçimde uyguluyorlar. Bunun en çarpıcı örneği, Gezi gibi, İçişleri Bakanlığı kaynaklarında bile milyonlarca insanın katıldığı şey için 7 kişiyi seçip mahkûm ettiler. Bu rastlantısal bir şey değil. Bu tür kitlesel reaksiyonu karşısına alan bir tutuma girmiyorlar. Kutuplaştırma mekaniğinde böyle bir mühendislik faaliyeti var.
Teğmenler konusunda ise MHP’nin önce başka türlü tavır göstermesi, sonra tam karşıya geçmeden, ama ortadan bir tavır alması... Zâten aslında demin söylediğim soruşturma çerçevesi, sonuçta Bahçeli’nin yaptığı yazılı açıklamaya bağlandı. Orada orta yol bulundu ve iş ona kapatıldı. Çok açık biçimde, Ayasofya’da çekilen kılıca bir cevap niteliği var bu işin. Her bayramda Anıtkabir’in dolup taşmasını neyle dengelemeye çalışıyorlar? O insanları “Darbeci” diye eskisi gibi karşılarına almak yerine, orada “Erdoğan” diye bağırtacakları bir kalabalık ekleyerek çözmeye çalışıyorlar. Bu kutuplaştırmayı tersten bir konsolidasyon aracı olarak kullanırken, karşılarında olan herkesi azınlık gösterme ihtiyâcındalar. Bilmem kaç yüz teğmeni karşılarına aldıklarında, orada başka bir resim ortaya çıkacak. Bu mühendisliği böyle işliyorlar. Bu olay da böyle buraya bağlandı diye düşünüyorum. Kadri zâten uzunca anlattı, onun üzerine söyleyecek bir şey yok. Ama bu, Ahlat resmine de, Ayasofya’da Diyânet İşleri Başkanı’nın çektiği kılıca da karşılık gösteren bir “kılıçlı yemin”. İktidar trollerinin zaman zaman gündeme getirdikleri Mustafa Kemal tartışması… Aslında 30 Ağustos’un karşısına yerleştirilen bir Ahlat resmi var. Ahlat resminin kendisi zâten sorunlu, bir de Ahlat resminin verilmesine gerekçe olan bir şeyin karşısına yerleştirilmiş olması. Bütün bunlara verilen bir reaksiyon tarafı, bunu beslemiş ve büyütmüş bir tarafı da var. Onlar bu soruşturmadan bir şey çıkartacaklar mı bilmiyorum; ama hâdisenin yapılış biçiminde organize, örgütlü bir faaliyet görmüyorum. “Genç Subaylar rahatsız” mesajından çok, kendilerini ifâde etme ihtiyâcı ve kurumsal olarak ordunun üzerine yapışan imajdan kendilerini ayırma ihtiyâcı olarak görüyorum.

Ruşen Çakır: İYİ Parti eski milletvekili Ümit Dikbayır, ‘X’ hesâbında birinci olarak mezun olan Teğmen Ebru Eroğlu’nun “Herkes bizi tarîkatçı-cemaatçi diye konuşuyor. Biz Atatürkçüyüz” sözlerini paylaştı.
Kemal Can: Evet. Bir de zamânında “Genç Subaylar rahatsız” manşeti atılan genç subayların bir kısmı daha sonra cemaat adamı çıktı. Bir kısmı da şimdi iktidâra methiyeler düzen komuta kademesindeler.

Ruşen Çakır: Çok alâkasız gibi gelebilir, ama seni dinlerken aklıma geldi şimdi. 12 Eylül’de Metris’te yatarken, askerî idâre sürekli sıra dayağı atardı. Koğuşlara girerler ve herkesi döverlerdi. Hepimiz dayak yerdik. Sonra birbirimizin yarasını sarardık. Sonra bir aşama geldi, koğuşa gelip bir kişiyi alıp o kişiyi dövmeye başladılar kapının önünde. Hiç unutamam onu. O zaman ne oluyor? Hep berâber dayak yediğin zaman, hep berâber bir mağdûriyet yaşıyorsun. Herkes payına düşeni alıyor. Ama öteki türlü olduğu zaman bir kişiyi dışarı çıkartıp ona toplu halde bir dayak attıkları zaman, “Beni de alırlar mı?” hissi yaratmaya çalışıyorlardı.
Kemal Can: Ayrıca bir de çâresizlik hissini büyüten bir şey o.

Ruşen Çakır: Evet.
Kadri Gürsel: Şimdi bir de tabiî cüret var, cesâret var. Bunlar komşu kavramlar. Ben iktidârın yerinde olsam, “Bu genç teğmenler bu cüreti nereden buldular?” diye sorarım kendime, burada birilerini suçlamam. Havaya bakarım. Bundan şöyle bir sonuç çıkartırım:

Ruşen Çakır: Hava, aynada kendine bakmayı gerektirir.
Kadri Gürsel: Evet. “Demek ki ülkede hava değişiyor” derim. Ama bu hesaplaşmayı kendileriyle yapabilecekler mi? Bu az buz, yenilir yutulur bir şey değil. Bu, teğmenlerin askerî kariyerlerinin, istenirse çok ciddî bir şekilde sonlanmasına da yol açabilirler. Nasıl baktıklarına bağlı. “Böyle bir cüreti nereden buldular?” sorusu kendileri tarafından soruluyordur herhalde.
Kemal Can: Kendi fütursuzluklarından olduğunu düşünmezler.
Kadri Gürsel: Tabiî, ama etki-tepki meselesi işte. Netîcede toplum, bir şekil verilip ondan sonra o şekli sonsuza kadar koruyan bir plastik malzeme değil.

Ruşen Çakır: Şimdi, Sisi olayına geçmeden önce, Meriç Kahraman’ın bugünkü paylaşımını okumak istiyorum. Meriç Kahraman, Tayfun Kahraman’ın eşi. O da şehir planlamacısı. Doktoralı. Diyor ki: “6 Eylül 2024 Silivri 40. açık görüş: Ayda bir oluyor açık görüş biliyorsunuz, yani 40 ay”. Uzatmayayım, şöyle yazmış Meriç Kahraman: “Tayfun’un hepinize selâmı var. Eşim Tayfun Kahraman kara para aklamadı, yasadışı bahis oynatmadı. Kaynağı belirsiz paralarla lüks villa ve araba koleksiyonu almadı. MASAK raporlarında başrol oynamadı. Kul hakkı yemedi. Onuruyla, namusuyla yaşadı. Hayâtı boyunca dürüst oldu. Anayasa ve yasalara tam olarak uydu. Görevi neyse onu yaptı” deyip, Büyükşehir Belediyesi makamındaki fotoğrafını koymuş. Mâlûm, bugün Polat âilesinin ikinci ferdinin de büyük bir coşkuyla tahliye edildiğini gördük. Daha önce Dilan Polat, şimdi de eşi. Trabzon’dan Metin Lokumcu Dâvâsı’ndan da haber bekliyoruz. Bakalım nasıl sonuçlanacak? Her an karar gelebilir. Ama bir cezâ çıkma ihtimâlinin çok yüksek olduğunu da düşünmüyoruz. Böyle bir ülkede yaşıyoruz. Tayfun’la bayağı bir muhabbetimiz olmuştu. Ben Hakan Altınay’ı ziyârete gittiğim zaman da epeyce görüşmüştüm Tayfun’la. Bir de, hasta biliyorsunuz. Sâdece o değil tabiî; başkaları da yatıyor aynı şekilde. Böyle bir acâyip ülkedeyiz.
Biraz önce yayına girmeden önce Kemal anlatıyordu: “Ayhan Bora Kaplan, Sinan Ateş Dâvâsı, Dilan Polat ve kocası gibi büyük dâvâlarda bir şeyler değişiyor” dedik. Hiçbir şey değişmiyor. Her şey aynı kalıyor. Bir de Sisi geliyor. Kırmızı halıyla değil ama turkuaz halıyla karşılandı. “Dün bunu diyorlardı, bugün bunu diyorlar” demekten bıktık artık. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak benim ağırıma gidiyor. Ya dün adamla ilişkiyi kopartmayacaktın, ya da bugün tekrar görüşmeyecektin. Acâyip bir şey. “Devletlerin dâimî düşmanlıkları yoktur” gibi beylik lâflar ediyorlar. Hiç bununla alâkası yok. Evet Kadri, ne diyorsun?
Kadri Gürsel: Yok tabiî. Aslında burada çok temel bir desturu hatırlamak lâzım. “Destur” dedim, “Düstur” demem lâzımdı. Dilim sürçtü, özür dilerim. Bâzen oluyor bana. Destur başka bir şey.
Kemal Can: Destur.
Kadri Gürsel: “Destur” bunların dış politikası. Dış politika o ülkenin vatandaşlarının mutluluğu ve refâhı için yapılmadığı zaman ülkeleri felâkete götürür. Dolayısıyla aslında biz bir felâket yaşadık. Davutoğlu-Erdoğan ikilisi ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin dış politikası 2009’dan îtibâren irrasyonel, ayakları yerden kesik, bütünüyle ideolojik, amatörce uygulanan –bu arada, “amatörce uygulanan” derken, Hakan Fidan’ı da anmak lâzım– çok tehlikeli, ülkeyi ateşe atan ve ülkenin gerilemesine, ülkenin büyük sıkıntılar içine girmesine neden olan bir dış politika oldu. Sisi’yi turkuaz halılarla karşılamanın ötesinde, bu dış politikanın kötü sonuçlarının ceremesini nesiller boyu çekeceğiz. Çekiyoruz ve çekeceğiz. Bu dış politika halkı mutsuz etti. Halkın güvenliğini, refâhını gölgeledi, geriye götürdü. Çünkü halkın mutluluğu, refâhı ve güvenliği birbirine çok yakın. Aralarında neden-sonuç ilişkisi olan şeyler. Sisi’nin Türkiye’ye gelmesi artık son adım.
Sisi Türkiye’ye gelmeden önce baktı: Bizimkiler Hamas’ı destekliyorlar mı? İstanbul Hamas’ın lojistik üssü olmaya, medya üssü olmaya devam ediyor mu? Türkiye, sürgündeki Hamas’ın Katar’la berâber ev sâhipliğini yapmaya devam ediyor mu? Bunlara baktı. Erdoğan Arap dünyasında Global İhvan’ın lideri olarak görülür ve bilinir oldu maalesef. Daha sonra döndü, baktı: Eski ilgisi sürüyor mu, bunun zemini var mı? Müslüman Kardeşler ile Arap Baharı hâdisesinden sonra bir ara Arap Dünyası için bir alternatif gibi yükseldiler ve sonra aynı hızla çöktüler. Bugün artık Müslüman Kardeşler, Arap dünyasındaki monarşiler ve otoriter rejimler için bir tehdit değil. Sisi baktı ve onu gördü. Türkiye’nin Libya ile olan ilgisi, Bingazi’yi destekleyen güçler açısından bir tehdit olarak algılanmıyor artık. Sonra dönüp Suudî Arabistan’a baktı: Mısır, Kahire, Suudî Arabistan’ın onayı olmadan büyük adımlar atmaz. Yani Sisi Türkiye ile ilişkilerini sözde normalleştirmek istese, bunun için en gösterişli en büyük adımları, Suudî Arabistan’ın, Riyad’ın onayı olmadan yapmaz. Böyle bir bağımsızlığı yok Mısır’ın. Mısır çok büyük bir ülkedir. Güçlü bir ülkedir. Kendi özgül ağırlığı vardır. Ama Mısır’ın en büyük finansörü Suudî Arabistan’dır. Suudîler Türkiye ile ilişkilerini normalleştirirdi. Erdoğan’ın “katil” dediği, Muhammed Bin Salman’dı. Gidip Kaşıkçı’nın katiliyle kucaklaştıktan sonra, “katil” dediği ikinci kişiyi de turkuaz halılar üzerinde ağırladı. Bu gelinen son nokta artık. Erdoğan’ın, 2013’te Sisi’nin yaptığı darbeyi kendisine karşı yapılmış bir darbe olarak görüp öyle reaksiyon vermesi ve sonrasında gelişen hâdiseler, 2018-19-20 senelerinden îtibâren Türk dış politikasının Doğu Akdeniz’de hızla militarize edilmesi, Libya ve Doğu Akdeniz’de Gambot diplomasisi uygulanması, Mısır, İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimini doğalgaz konusunda ortak hâline getirmesi gibi çok ilginç şeyler oldu. Türkiye çok büyük zeminler kaybetti.
En son bir de 7 Ekim 2023’ten sonra İsrail’in Gazze’de gösterdiği korkunç reaksiyon karşısında Türkiye’nin ne yaptığına baktı Sisi. Hiçbir şey yapmıyor. Sâdece kendi seçmenini oyalamak için bir şeyler yapıyor. Meselâ Dış Hatlar’da Coca Cola satıyor, İç Hatlar’da satmıyor. Bu aslında iktidârın dış politikasının karikatür ama çok gerçekçi bir resmi. Dış Hatlar’da Coca-Cola satıyorsun İç Hatlar’da satmıyorsun. Ona baktı. Sisi açısından, Mısır açısından Filistin –her ne kadar onun Arap kardeşi, komşusu olsa da– Hamas egemenliğinde olduğu için potansiyel tehdit. Müslüman Kardeşler çünkü Hamas, Filistin’in İhvan’ı. Doğusunda da öyle. Türkiye Filistin’de de Hamas’ı destekledi. Bunlar da olmayınca, bir beis görmedi buraya gelmekte. Ama ilişkiler düzelir mi? Düzelmiş gibi görünür. Normalleşir mi? Normalmiş gibi görünür. Türkiye’yi bu noktaya getiren, S-400 alarak Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye düşüren, caydırıcılığını ortadan kaldırma yolunda giden bir iktidar var. Bunlar gitmeden, Türkiye’nin komşularıyla, çevresiyle, Batı âlemiyle veya diğerleriyle ilişkilerinin gerçekten normalleşebileceğine ihtimal vermiyorum. Çünkü aktörler aynıdır. Huyu suyu da belli olmuştur. Kişilikleri çözümlenmiştir. Nerede, ne zaman, nasıl tutum aldıkları, neler yapabilecekleri az çok kodlanmıştır. Dolayısıyla dünya bu aktörlere güvenmez, güvenmeyecektir, yeni sayfalar açılmayacaktır.
Bir şey daha ekleyeceğim: Yunanistan 2028’de F-35 alacak. 2028’de bir Yunan F-35’i İstanbul semâlarında uçtuğunda ne yapacaksınız? Onlara soruyorum. Ne yapacaksınız?

Ruşen Çakır: S-400’le cevap verecekler.
Kemal Can: Çalışmıyor ki.
Kadri Gürsel: Hiçbir şey yapamayacaksınız, çünkü haberiniz olmayacak. Bir zamanlar NATO’da çok ciddîye alınan hava gücüyle caydırıcılığını inşâ etmiş bir ülkenin düştüğü hal de budur.

Ruşen Çakır: Kemal Bey, ne diyorsunuz Sisi’ye?
Kemal Can: “Allah” diyorum.

Ruşen Çakır: Şimdi Bibi Netanyahu ile uğraşıyoruz. Erdoğan’ın rakibi Bibi. Sisi arada kaynıyor.
Kemal Can: Kadri zâten dış politikayla ilgili tarafına biraz değindi. Ama dış politika meselelerinin neredeyse tamâmı, özellikle de Erdoğan’ın son döneminde tamâmı, iç politika üzerinden konuştuğumuz ve onun da pozisyonlarını büyük ölçüde iç politika üzerinden biçimlendirdiği ve iç politikadaki kullanımına göre kamuoyunun enforme edildiği bir zeminde cereyan etti. Sisi hâdisesi, iç politikada, siyâsî sembol olarak kullanılan meşhur Râbia işâretiyle birlikte, bayağı bir iç politik koda dönüştü. Hatırlarsanız, Sisi meselesi ve Mısır hâdisesi, seçim kampanyalarının konusu oldu. “Sisi’yi mi destekliyorsunuz? Binali’yi mi?” sözlerini hatırlayın.
Kadri Gürsel: Ya Binali ya Sisi! İmamoğlu’nu Sisi yaptılar.
Kemal Can: Yani işi buraya kadar getirdiler. İstanbul Belediye Başkanı İmamoğlu’nun kampanyasının konusu olacak kadar içselleştirilen meselelerden biri oldu.
Kadri Gürsel: Yakın târih. 2019 yerel seçimleri.
Kemal Can: Evet. Kezâ, Birleşik Arap Emirlikleri meselesi. Meselâ Suudî Arabistan’la daha can düşman, ama diğeri doğrudan kendisine kastetmiş biri olarak suçladığı biri. 15 Temmuz’un hem finansörü hem kurgulayıcısı olarak işâret edildi. Bu, trollerin söylenti olarak ifâde ettiği bir şey değil. Resmî olarak bizzat Erdoğan’ın ağzından söylendi. Kadri de hatırlattı: Kaşıkçı meselesinde, siyâsetçilerin birbirine, “Hesâbını sormazsam şöyle şerefsizim, böyle şerefsizim” demeye alışık oldukları gibi, en yüksek perdeden büyük hesap sorulacağı iddialarıyla gündeme geldi. Bunların hepsi iç politikanın malzemesi olarak kullanıldı. Başka bir şeyler yapılırken de öyleydi. “One minute”den îtibâren, S-400 meselesi, Trump’la mesele, Türkiye’de gözaltında ya da tutuklu olan insanların pazarlıklarından tut, göçmen meselesine kadar her şey böyle yaşandı.
Buradaki problem şu: Tutarsızlıkların ve U dönüşlerinin çok politik bir karşılığının olmadığını biliyoruz. Ne siyâsîlerin kendi kariyer hikâyelerinin içerisinde bunların bir önemi var ne de seçmen ve kamuoyu nezdinde bunun karşılığı var. Sosyal medyada bunlar iyi malzeme, ama bunun bir yaptırımı ve politik karşılığı yok. Çünkü tıpkı ekonomideki ve diğer meselelerdeki tutarsızlıklar gibi, bunu kendisine politik olarak mesele eden ve bir başka perspektif açarak, başka bir şey söyleyerek bu tutarsızlığın, biraz önce Kadri’nin özetlediği gibi, tek tek bu ülkenin insanlarına neye mal olduğu üzerinden, “liyâkatsiz iktisatçı”, “beceriksiz diplomasi” meselesini bir kenara bırakıp, “Bunların bize mâliyeti nedir?” ve “Neden-sonuç ilişkisi açısından, bizim bugün yaşadıklarımızdaki yeri nedir?” konusunda, bunu bir politik argümana dönüştürerek, eleştiriyi buradan kuran ve bunun üzerinden alternatifini de söyleyen bir perspektif yok. Dolayısıyla, o gün öyle diyor, öyle lâzım oluyor, sonra öbür türlü diyor, öyle oluyor. Bunların hiçbir karşılığı olmuyor. Bunlar retorik olarak çok güzel siyâsî malzeme. Grup konuşmasında söylersin, istersen mitinglerde “Öyle dedi, böyle dedi” diye videolarda gösterirsin. Ama bunların hiçbir karşılığı yok. Çünkü tutarlılık, eğer bunu bir mesele edersen ve bunu sorun hâline getirirsen, politik neden-sonuç ilişkisine bağlarsan bir anlam ifâde ediyor. Onun dışında, hikâye. “Dün dündür, bugün bugündür” gibi magazin malzemesi olur.
Dış politika, iç politikada kullanılan argümanların dışında çok az insanın bilgi ve ilgi sâhibi olduğu bir konu. Ama ekonomi öyle değil. Beş senede Türkiye’de ekonomide, “Bir öyle dedin bir böyle dedin”, “Sisi’ye öyle dedin sonra halı serdin”, “Fâiz indir, fâiz çıkar” gibi lâflarla olur mu? Bunların hepsinin başka bir rasyoneli var. Bu sâdece bir beceriksizlik meselesi, sâdece bir liyâkat sorunu değil. Bu bir yönetme biçimi. İşin tuhaf tarafı, muhâtapları da açıkçası buna uygun. Şimdi Trump gelirse, daha da uygun başka bir aktör daha gelecek.

Ruşen Çakır: Ama olur mu? Putin Kamala Harris’i desteklediğini açıkladı.
Kemal Can: Türkiye’de “Erdoğan Kılıçdaroğlu’nu istiyor çünkü yenebileceğini biliyor” tartışması yapılıyor ya, Putin de bunun gibi “ters manyel” yapıyormuş.

Ruşen Çakır: Artık bitirelim, bayağı uzun bir yayın oldu. Konuşacak başka şeyler de vardı, ama burada noktayı koyalım.
Kemal Can: Metin Lokumcu Dâvâsı ile ilgili karar daha çıkmadı galiba?

Ruşen Çakır: Yok, henüz çıkmadı.
Kemal Can: Bir de Murat Ağırel’e yönelik tehdit olayı var.

Ruşen Çakır: Artık böyle, herkes herkese sallıyor. Nasıl olsa bir şey olduğu yok. Yapanın yanına kâr kalıyor. Öyle bir haldeyiz. Evet, bitirelim. Uzun bir aradan sonra hasret giderdik stüdyoda. Haftaya stüdyoda olmayacağız, ama yine yayında olacağız. Kadri Gürsel, Kemal Can ve ben Ruşen Çakır hepinize çok teşekkür ediyoruz. Haftaya buluşmak üzere. İyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
15.09.2024 Erdoğan’ın “din düşmanları”na ihtiyacı var
08.09.2024 Erdoğan genç teğmenlerden rahatsız
06.09.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (230): CHP iktidara yürüyor mu? Sisi-Erdoğan kavuşması - Teğmenlerin kılıçlı yemini
05.09.2024 Bir mozaik olarak Türkiye (4): Pakrat Estukyan Türkiye’de Ermeni olmayı anlatıyor: “Yegâne talebimiz eşit yurttaşlık”
04.09.2024 31 Mart’ta AKP ile seçmeni arasında ne oldu? Feyza Akınerdem ile söyleşi
04.09.2024 Transatlantik: Sisi-Erdoğan kardeşliği, BRICS Türkiye’ye ne katar? Netanyahu neden ateşkes istemiyor?
03.09.2024 “Erdoğan iyi, çevresi kötü” önermesinde son durum
02.09.2024 Kara Harp Okulu’ndaki “Subaylık Yemini” olayı: Hakan Şahin ile söyleşi
01.09.2024 Ayrılar aynı yerde: Kuvvet komutanları, HÜDA PAR, MHP…
31.08.2024 Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Atatürk’le alıp veremediği ne olabilir?
15.09.2024 Erdoğan’ın “din düşmanları”na ihtiyacı var
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
11.02.2016 Hesabên herdu aliyan ên xelet şerê heyî kûrtir dike
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı