Önce bir takdir: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Paris’teki Suriye’nin Dostları zirvesine giderken uçağına Mustafa Karaalioğlu (Star) ile Aslı Aydıntaşbaş’a (Milliyet) ek olarak Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu’nu almasının sembolik anlamı yüksek. Malum, devletin derinlerinde yuvalanmış bir grup, medyadaki tetikçileri aracılığıyla Bayramoğlu’na karşı ırkçı-faşist bir kampanya yürütüyor. Dolayısıyla Davutoğlu’nun bu adımı “asıl devlet”in paralel olana (veya olmaya çalışana) karşı açık bir tavır almasıdır. “Özgürlükçü bir aydın” olarak bildiğimiz Davutoğlu’na yakışan tam da budur.
Neden bu tahammülsüzlük?
Ama Davutoğlu’nun, kendisini uzun süredir tanıyan ve takdir eden, benim gibi insanları, genelleme yapmak yanlış olabilir o yüzden en azından beni hayal kırıklığına uğrattığı bazı noktalar da var. Örneğin Paris yolunda gazetecilere şikayetlerine baktığınızda, Türkiye’de medyada sağlı, sollu, herkesin, çok yoğun ve yıpratıcı bir şekilde hükümetin Suriye politikasını eleştirdiğini düşünürsünüz. Halbuki eleştirilerin azınlıkta, desteğinse çoğunlukta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bakan’ın, Cumhuriyet’ten Utku Çakırözer’in Başar Esad söyleşisinden neden bu kadar rahatsız olduğunu da anlamak kolay değil. Düşünsenize, normalde 4 gazeteci gidecekken, doğrudan ya da dolaylı, hükümet yüzünden sayı bire düşmüş ve buna bile tahammül yok. İnsanın aklına Şam’la ilişkilerin “süper iyi” olduğu dönemlerde aynı Esad’la yapılmış olan şike mülakatlar geliyor. Hiç unutmam, bunlardan birinde Esad, sanki kendisininkini çözmüş gibi, Kürt sorununun çözümü için Ankara’ya akıllar veriyordu ve o dönemde hükümetten herhangi bir rahatsızlık ifadesi gelmiyordu.
En büyük hayal kırıklığı
Benim Ahmet Davutoğlu’na yönelik en büyük hayal kırıklığım “dış” değil “iç” politik nedenlerden dolayı. Suriye konusunda, haklı olarak evrensel insan haklarına, insanlık onuru ve özgürlükler vurgu yapan Davutoğlu nedense aynı hassasiyeti içerdeki temel hak ve özgürlük ihlalleri konusunda göstermiyor; rahatsızlık duyuyorsa bile bunları kamuoyuyla paylaşmıyor.
Örneğin siyasetçi kimliğinden önce “hoca” olarak tanıyıp sevdiğimiz Davutoğlu, bu ülkede çok sayıda üniversite öğrencisinin sudan sebeplerle yargılanmasından, uzun süre tutuklu kalmasından, bazılarının çok ağır cezalara çarptırılmalarından, okullarından atılmalarından hiç mi rahatsız olmaz? ODTÜ, kendisinin de mezunu olduğu Boğaziçi gibi üniversitelerde mezuniyet törenlerinde öğrencilerin tutuklu arkadaşları için açtıkları pankartları görünce hiç mi içi cız etmez?
Bakan Davutoğlu Paris’e gittiğinde Le Monde Gazetesi’nde 50’yi aşkın Fransız ve Türk aydın, araştırmacı ve öğretim üyesinin imzasıyla bir açıklama yayınlandı. Başlık tek başına yeterli olabilir: “Türkiye’de özgürlüklerin büyük hapsi.” İmzacıların bir kısmını yakından tanıyorum ve en kritik dönemlerde, ciddi riskler alarak AKP hükümetini demokratikleşme yolunda desteklemiş olduklarını biliyorum.
Suriye’deki Esad rejimini haklı bir şekilde eleştiren Davutoğlu, 12 Eylül döneminden tanık olduğumuz bu türden basın açıklamalarının niçin yıllar sonra karşımıza çıktığını; Nilüfer Göle, Jean-François Bayart, François Georgeon, Etienne Copeaux gibi saygın isimlerin hangi sebeplerle kaygılandıklarını sorguluyor mu? Yoksa onlar da mı Başbakan Erdoğan’a muhalefet olsun diye yapıyor bu açıklamayı?
O metinde, doğal olarak Prof. Büşra Ersanlı’nın maruz kaldığı zulümden de söz ediliyor. Davutoğlu’nun Büşra Hoca’yı tanıdığını biliyoruz. Tanıdığına göre ondan terörist filan olmayacağını da herhalde biliyordur. Ama bugüne kadar bir kez bile Prof. Ersanlı konusunda rahatsızlığını dile getirmiş değil.
Yazıyı Davutoğlu’nun özgürlükçü aydınlara yönelik “Kendinizle barışık olun. Özgürlükçü aydınlar bari Suriye’de de özgürlükçü olsunlar...” şeklindeki isbaetli temennisini tersine çevirerek bitirmek istiyorum: “Özgürlükçü aydınlar kendileriyle barışık olsun, Türkiye’de de özgürlükçü olsunlar.”