Haftaya Bakış (187): Basına sansür, gazeteciliğe operasyon – Özgür Özel mi Kılıçdaroğlu mu? – İsrail-Hamas savaşı

03.11.2023 medyascope.tv

3 Kasım 2023’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.
Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Yayına girmeden biraz önce avukatının telefonundan Cengiz Erdinç’le konuştum telefonda. Ne olduğunu tam anlamamış. Tabiî ki serbest bırakılmış. Onun işi biraz karışıktı biliyorsun; Ayvalık’tan Ankara’ya götürüldü deniyordu, ama götürülmemiş. Ayvalık Cumhuriyet Başsavcılığı’na Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) üzerinden ifâde vermiş. Kendisi de tam olarak neden suçlandığını, niçin soruşturma yapıldığını bilmiyor. Cengiz Erdinç, “Benim durumum Tolga Şardan olayının önüne geçmezse sevinirim” diye özellikle vurguladı. Çünkü biliyorsun Tolga Şardan şu anda tutuklu. Kendisi T24 yazarı, gazeteci ve polis-adliye muhâbiri. Türkiye’nin galiba o sâhadaki en deneyimli ismi.
Kemal Can: Evet, o isimlerden biri. Uzun süre Milliyet gazetesinde çalıştı. Aynı zamanlarda da çalıştık Milliyet binasında.

Ruşen Çakır: Tolga Şardan İstanbul’a sevk edildi; galiba Silivri Cezâevi’ne, yeni ismiyle Marmara Cezâevi’ne konulacakmış. Ama bütün bunlarda esrârengiz bir durum var. Meselâ Cengiz’in durumunda da böyle bir tuhaflık var. Cengiz diyorum, çünkü senin de benim de yıllar önce birlikte çalıştığımız çok yakın bir arkadaşımız. O süreçte nereye götürüldüğü, ne olduğu bilinmiyordu. Tolga Şardan’ın durumu da benzer şekilde. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın talebi üzerine İstanbul’a nakledileceği söyleniyor. Böyle esrârengiz bir durum ve sert hamleler var. Özellikle Tolga Şardan olayında, işin içerisinde MİT’in adının geçmesi, işi daha önemli ve ilginç kılıyor sanki.
Dün yaptığım yayında https://medyascope.tv/2023/11/02/hep-ayni-aci-hikaye-basina-sansur-gazeteciye-kelepce/ da hatırlattım: 1987’deki 1. MİT Raporu’nu hatırlarsın. Susurluk döneminde, devlet içerisindeki bâzı kişilerin mafya yapılarıyla işbirliği içerisinde olduğu söylenen bir rapordan söz ediliyordu o dönemde. İlk başta böyle bir rapor olmadığı söylendi. Ama sonra bu rapor yayınladı. Hattâ daha sonra, bu raporu hazırlayan kişi de açık açık raporu kendisinin hazırladığını söylemişti. Bu olayda da belli ki iktidar içi ya da iktidârın değişik kurumları içerisinde birtakım güç kavgaları olduğu gözüküyor. Birileri bir şeyler yapıyor, birileri onu soruşturuyor, birileri onu basına sızdırıyor. Konu yargı üzerinden gidiyor. Timur Soykan’ın yaptığı “Adliyedeki rüşvet çarkı” haberi de öyleydi. BirGün gazetesine yönelik, habere erişim engeli ve içerikten çıkarma karârı da öyle. Halk TV’den gazeteci Dinçer Gökçek’in yaptığı, gözaltına alınıp bırakıldığı haberde de konu yargı. Bu olayların hepsi de yargıyı ilgilendiriyor ve büyük ölçüde de yolsuzluk, usulsüzlük iddiaları var. Sonuç olarak olaya yargı müdâhil oluyor ve erişim yasağı getirerek haberleri kaldırtıyor. Onun da ötesinde, gazetecileri gözaltına alıyor, hattâ tutukluyor. Dezenformasyon Yasası’nın sağladığı zeminde sürekli çok sert birtakım hamleler yapılıyor. Bianet’ten Evrim Kepenek hakkında da soruşturma açılmış biliyorsun. Artık herhalde önümüzdeki günlerde hepimizin başına bu tür şeyler sık sık gelecek.
Olayın bir yanında Dezenformasyon Yasası var. Diğer yanında, dile getirilen iddialar, MİT Raporu iddiası, MİT Raporu’nun doğrudan Cumhurbaşkanı talebiyle hazırlandığı ve haberlerde dile getirilenlerin Erdoğan’a doğrudan anlatıldığı gibi çok çarpıcı iddialar var. Bu konu özellikle Türkiye’nin büyük adliyelerini kapsayan bir şey. Esas olarak İstanbul’u kapsıyor, ama Ankara hakkında da bu tür şeyler olduğu söyleniyor. Tabiî kim bilir Anadolu’da neler oluyor? Bunu bilmiyoruz. Sonuçta Adliye’nin, yargının doğrudan hedef alındığı bir sürü usulsüzlük ve yolsuzluk iddiası var. Bir yandan bununla uğraşıyor gibi gözüken birileri var; ama esas olarak da bunlar sanki örtbas ediliyor. Ne dersin?
Kemal Can: Olayın iki boyutunu ayrı ayrı değerlendirmek istiyorum. Birincisi, gazetecilerin, doğrudan meslekî faaliyetleri nedeniyle gözaltına alınması, tutuklanması, hapse gönderilmesi, her türlü ezâ ve cefâya mâruz bırakılması meselesi. Evet, iktidârın elinde, yakın bir zaman önce çıkardıkları bir Dezenformasyon Yasası var. Çok muğlak ifâdelerle, iktidârın ve yargı mensuplarının tamâmen keyfî yorumlamalarıyla, her türlü haber için, herhangi bir devlet kurumu tarafından yapılan bir yalanlamayı referans kabul ederek “yalan haber yaymak”tan soruşturma açmaya, hattâ bu olayda da olduğu gibi gözaltına alma ve tutuklamalara imkân veren bir zemin yaratıyor.
Ama unutmayalım, bu iktidârın gazetecilere dönük bu tür faaliyetleri Dezenformasyon Yasası’yla başlamadı. Yani gazetecilerin gözaltına alınması, tutuklanması, hapislerde yatırılması konusunda Dezenformasyon Yasası’ndan önce de, yargının veya yasaların izin verdiği imkânlar kullanılarak, bâzen onlar geniş yorumlara ve istismâra uğratılarak, çok acayip soruşturmalar, çok acayip yargılamalar yaşadık. Bunların çok büyük bir kısmında, doğrudan en yetkili siyâsî isimlerin bu tür soruşturmaların tarafı olduğunu, savcısı olduğunu, çok da haklı gördüğünü açıklayan beyanlarına da tanık olduk. Kitapların bomba kadar etkili olduğunu söyleyen Erdoğan’ı hatırlıyoruz. Dolayısıyla gazetecilere ve gazetecilerin doğrudan gazetecilik faaliyetlerine ilişkin bu tür şeyler, bu iktidârın hemen her döneminde, yasalar neye imkân verirse versin, sistemli biçimde uygulandı. Tek tek gazetelere yapılan muameleler, genel olarak birtakım yayın kuruluşlarına, medya organlarına yönelik baskı ve sıkıştırmalar, vergi soruşturmaları, birtakım kapatma ya da yayın durdurma cezâları, bir taraftan RTÜK üzerinden, bir taraftan yargı üzerinden, bu tür çabalar hep ortaya kondu.
Bu Dezenformasyon Yasası önemli bir şey elbette. Zâten bu yasanın çıkış sürecinde de daha çok tartışılması gereken, muhâlefetin çok büyük gürültü çıkartması gereken bir yasaydı. Ama o gürültü çok çıkartılamadı. Şimdi her gazeteci gözaltına alındığında, her gazeteci tutuklandığında, muhâlefet siyâsetçilerinin sosyal medya mesajlarını görüyoruz. Ama henüz ortaya çıkmadan, tek tek vakalar yaşanmadan önce, bunların olacağına ilişkin işâretlerin çok belirgin olduğunu görüyoruz ve bunlarla ilgili düzenlemeler yapılırken asıl gürültüyü çıkartmaları gerekiyor. Bunun çok sayıda örneği var. Bu tür yasalar çıkarken muhâlefet milletvekillerinin Meclis’te bile olmadığı oturumlar gördük. İşin bir tarafı bu. Yani, defalarca söylediğimiz ve tekrar ettiğimiz gibi, gazetecilik suç değildir ve gazeteciler mesleklerini yaptıkları için suçlu gösterilerek kovuşturmaya uğratılamazlar, bundan dolayı suçlanamazlar, yargılanamazlar, gözaltına alınamazlar, tutuklanamazlar, hapse atılamazlar. Bu evrenseldir. Ayrıca, Türkiye’de Bu Dezenformasyon Yasası ve benzeri şeylere rağmen, Anayasa’nın ve pek çok yasanın güvencesi altında bir meslekî faaliyettir gazetecilik.
Dolayısıyla bu iktidar bu konuda gazetecileri kimi zaman yıldırmak, kimi zaman işlerini yapamaz hâle getirmek, kimi zaman da bir ya da birkaç örnek insan üzerinden bir cezâ pratiği üreterek, daha fazla sayıda insanı haber yapmaktan, bildiklerini insanlara aktarmaktan alıkoymak gibi sistemli bir faaliyet içerisinde. Burada, “Bu, gazetecilerin bir problemi” diye düşünülebilir. Bir meslekî hâdise. Biz, meslektaşlarımız gözaltına alındığında, hapse atıldığında, yalnız olmadığını, gazeteciliğin suç olmadığını söylüyoruz ve buna tepki vermeye çalışıyoruz. Meslek mensupları bununla kendilerinin yıldırılamayacağını defalarca söylüyorlar ve gösteriyorlar. Ama gazeteciliğe yani haber alma özgürlüğüne yönelen bu sistemli saldırı, sâdece gazetecileri ilgilendiren bir mesele değil; haber alma hakkına yönelen saldırıdır. Kamu yarârı olan bir bilginin, insanların yani kamunun bilgisine aktarılması işinde aracılık eden gazetecilerin yaptığı iş bir kamu hizmeti. Dolayısıyla “basın özgürlüğü” dediğimiz şey ya da “haber alma hakkı” dediğimiz şey, gazetecilerin meslek olarak ve taşıyıcı olarak birinci dereceden etkilendikleri bir mesele, ama asıl olarak halka dâir bir hak gaspı.

Ruşen Çakır: Kemal, kusura bakma ama şunu söylememe izin ver: Kamuoyunun pek umûrunda değil.
Kemal Can: Ben de zâten bundan bahsediyordum.

Ruşen Çakır: İnsanlar kanıksadılar, yoruldular. Bir de herkes kendine Müslüman. Birisinin tutuklanmasına birisi sevinir, öteki ötekisine sevinir. Siyâsî iktidardan gelen baskılara karşı gazeteciler her geçen gün daha da fazla yalnızlaşıyor. Ben bunun bir süredir çok net bir şekilde ortada olduğu kanısındayım.
Kemal Can: Yani fiilî durum olarak evet. Ama şu da bir gerçek: Tamam, gazetecileri yalnız bırakın, çok da umûrunuzda olmasın, “onların derdi” diye bakın. Ama bir süre sonra sâdece iktidârın kontrol ettiği medyadan açıklanan resmî demeçlerden başka hiçbir bilgiye sâhip olamadığınız, hiçbir şey öğrenemediğiniz, kendi hayâtınızla ilgili verilen kararlardan haberdar olamadığınız, bir sıkıntıya ve dara düştüğünüzde “Kimse bundan haberdar değil mi? Bu nasıl oluyor?” diyemediğiniz, dediğinizde bunun kimse tarafından duyulmadığı bir dünyaya taşıyor sizi. Çok yorulduysanız kendi hayâtınız için yoruldunuz. Yani birilerine bir şey yaptığı için kimse yorulmadı. “Ben çok yoruldum, perîşan oldum. Bu siyâsîler beni mağdur etti, zâten bu medya da bir şey yapmıyor…”  Eh, tamam kardeşim de, sürekli birileri bir şey yapacak ve siz sâdece yorulacaksınız, sâdece şikâyet edeceksiniz. Böyle bir şey var mı? “Hepimiz Gezi’deydik” diye dolaşacaksın üç beş sene. Ondan sonra birdenbire Gezi 7 kişinin mahkûmiyeti olacak ve sen sırtını dönüp ıslık çalarak gideceksin. Gazetecilerden haber alırken, “Gazeteciler cesur olmalı. Gazeteciler korkaklık yapıyorlar” diye atıp tutacaksın; gazeteciler gazetecilik yapacaklar, gazeteciler gazetecilik yaptıkları için gözaltına alınacaklar, sonra sen de, “Ben çok yoruldum, sıkıldım, uğraşamayacağım. Ne hâliniz varsa görün” diyeceksin. Bu tuhaf bir döngü.
Şunu anlatmaya çalışıyorum. Senin söylediğin o “Herkes kendine Müslüman” meselesini kıracak şey, birine yönelen bir problemin, bir hak ihlâlinin, bir hak gaspının, bir baskının, aslında dönüp dolaşıp hepimizle ilgili olduğunu, herkesin bununla ilgisinin kurulması gerektiğini anlamak gerekiyor; buradan geçiyor iş. Bu gazeteciler meselesine böyle bir nokta koyalım.
Şimdi gelelim yargı tarafına. Benim anladığım kadarıyla, bu haber, en azından birtakım yargı çevreleri ya da MİT’in içinden veya çevresinden birtakım insanların doğruladığı, sızdırdığı ya da anlattığı birtakım bilgilere dayanıyor. Dolayısıyla şu anda hemen bu haberin çıkmasının ertesinde, senin de birkaç örneğini verdiğin gibi aslında tam olarak ne yapılacağını ve derli toplu bir soruşturma görüntüsü vermeden, alelacele, tam olarak ne yapılacağı belirli olmadan, biraz paldır küldür bunların yapılması, bayağı abartılı gözdağı hamleleri verilmesi, sadece bu haber dolayısıyla değil, bu haberden önce de yaşanmış pek çok şeyle birleşince, içeride bir gerilimin olduğunu düşündürüyor. Bu habere bu kadar reaksiyon verilmesinin, yani yargı tarafından “Bize mi dediniz?” havasıyla gazetecilerin üzerine saldırılmasının nedenlerinden biri şu: Yargıyla ilgili pek çok mesele daha önce de gündeme geldi. Hatırlarsan “FETÖ Borsası” gibi haberler çıktı. Mafya şeflerinin özel muameleye uğradığı anlatıldı. Hattâ bâzı yargı mensuplarının mektupları yayınlandı, bir sürü yolsuzluk iddiası ortaya atıldı. Ama bu son haber şunu ortaya çıkartıyordu: Buradaki problem, daha önce pek çoğu yine basına yansımış bu tür iddiaların, artık devlet içinde ve iktidar içerisinde de bir biçimde kayda alınmaya, raporlanmaya başlandığı gibi bir bilgiyi içeriyordu. Dolayısıyla, bence bu verilen reaksiyonda işin bu tarafının da bir etkisi var.
Senin de söylediğin gibi, MİT raporları, sonradan yazanlar açıklamadıkça resmî olarak doğrulanmış raporlar değil. Zâten şimdiye kadar MİT’in, “Evet, biz böyle bir rapor yayınladık” diye bir açıklama yaptığını duymadık ve hâdise genellikle de böyle işlemez. Ama burada böyle bir rapor varsa, bu raporu hazırlayan, bu raporun hazırlanması tâlîmâtını veren ya da bu rapordan çıkabilecek bir sonuçla ilgili gelişmelerin, gazeteci tutuklamalarıyla bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Çünkü sâdece dezenformasyon meselesi için fazla yüksek bir reaksiyon verilmiş gibi görünüyor. Ya bu haberin ve bu haber benzeri haberlerin devâmının önü kesilmek isteniyor ya da bu tartışmada bir ön almak veya bir hamle üstünlüğü yaratmak arzu ediliyor. Yargıyla ilgili meseleyi biraz şöyle görüyorum: Mutlak iktidarlar, çok baskıcı otoriter yönetimler baskıyı yaygınlaştırmak için belirli araçları, belirli kurumları daha etkili kullanırlar. Meselâ güvenlik bürokrasisi böyledir. Bir süredir Türkiye’de yargı, iktidârın sopası olarak basının üzerinde sürekli Damokles’in kılıcı gibi sallanıyor. Ama burada bu tür alanlar, iktidârın talepleri ve tâlîmatlarına uyacak biçimde, kimi zaman yasaları, kimi zaman anayasayı bile aşarak birtakım uygulamalar yaparken, kaçınılmaz olarak birtakım yolsuzluklar ve özel ilişkilerle gelişen istismar alanları oluşur.
Bu raporda yolsuzluk usulsüzlük meselesinde, yargı usulsüzlüğü kısmına bakarsak, şu anda en yüksek mercilerden yapılıyor. Can Atalay hâdisesini yaşıyoruz. Acayip bir hâdise. Adalet Bakanı, “Yargının karârını bekleyeceğiz” diyor. Anayasa Mahkemesi sanki bilirkişi ya da tapu kadastro kurumu. “Yargı kararı” diyor, Anayasa Mahkemesi yargı değil mi? Verilmiş bir yargı karârı, şu anda o karârı uygulamayan yerel mahkemenin Yargıtay’a attığı, Yargıtay’ın yerel mahkemeye gönderdiği bir süreç olarak işliyor. Daha pek çok usulsüzlük, açık anayasa ihlâlleri söz konusu. Geçen haftaki yayında https://medyascope.tv/2023/10/27/kemal-can-ve-rusen-cakir-ile-haftaya-bakis-186-aymnin-can-atalay-karari-erdoganin-hamasa-sahip-cikmasi-cumhuriyetin-100-yili/ da konuştuk. Can Atalay meselesinde hak ihlâli, sâdece Atalay'ın hakkının ihlâli değil, doğrudan anayasa suçu işleniyor ve Anayasa Mahkemesi karârı uygulanmıyor. Bir benzeri Cumartesi Anneleri konusunda da yaşanıyor. Cumartesi Anneleri’ne hak ihlâli karârı verildi, o târihten beri her cumartesi günü gözaltına alınıyorlar ve gözaltına alınarak, onlar hakkında, bugün de mahkemesi yapılan bir yargılama yürütülüyor. Yani Anayasa Mahkemesi’ne, ‘mahkeme olmama’ hükmü getirilmiş bir usulsüzlük yapılıyor ve bunu koskoca bir yargı ve siyâset müessesesi hep berâber yapıyor. Dolayısıyla, bu kadar yozlaştırılmış, bu kadar kendi sınırlarını ve yetkilerini insanların hakları ve yasalardan gelen güvenceleri de hiçe sayarak ilerleyen bir alanda, usulsüzlük de olur yolsuzluk da. Asıl problem, bunların artık mesele edilebileceğiyle ilgili bir fikrin doğması çok arzu edilmediği için çok hızlı müdâhale edildi diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Kemal, şimdi en heyecan yaratan konuya gelelim: Yarın CHP Kurultayı var. Ben gidiyorum. Sen şanssız birisi olarak gitmiyorsun. Bana ne tavsiye edersin, neye bakayım?
Kemal Can: Gitme diyeceğim.

Ruşen Çakır: Kemal Kılıçdaroğlu’nun ilk seçildiği kurultaya gittim. Ardından bir yıl içinde bir tâne daha yaptı, ona da gittim. Şimdi gidiyorum, ama açıkçası ayaklarım geri geri gidiyor. Yani sabahın köründe kalkacağız, yollara düşeceğiz; sonuçta işimizi yapıyoruz, işimizi yapmak zorundayız. Ama şu âna kadar kurultayla ilgili çıkan haberler, şunlar bunlar… Doğru dürüst kulis bilgisi de yok farkında mısın? Eskiden böyle şeylerin kulisleri olurdu. Acayip bir şey. Çok da fazla konuşmak istemiyorum. Yarın orada canlı yayın yapacağız. Neler göreceğiz bilmiyorum, ama hakîkaten neye bakmak lâzım orada? Benim bildiğim, dört tâne aday var. Adaylar konuşacak. Listeler hazırlanıyor. Ama listeler ilk gün olmayacak. İlk gün, genel başkan seçimi olacak. Şu âna kadar Kılıçdaroğlu dışındaki adayların bir çabası oldu, özellikle Özgür Özel’in. Kılıçdaroğlu hâlâ aday değilmiş gibi davranıyor, ama aday tabiî ki ve kazanma ihtimâlinin de çok yüksek olduğu söyleniyor. Kılıçdaroğlu şu âna kadar hiçbir şey söylemedi. Sen herhangi bir konuda bir şey söylediğini gördün mü? En son X hesabından attığı, “Tolga Şardan gazetecidir, gazetecilik suç değildir. Cengiz Erdinç gazetecidir” paylaşımları dışında pek bir sözünü de görmedim.
Kemal Can: Seçimden sonraki süreç, muhâlefetin verdiği dağınık ve problemli görüntü dolayısıyla, özellikle muhâlefet seçmenini çok demoralize eden bir tablo var. Bu tabloda en belirleyici taraflardan biri, burada şöyle ya da böyle payı olan herkesin, kendi durumunu târif eden, kendi durumunu hiç olmazsa biraz objektif olarak tartabilen ve bu mevcut durumun sonrasına dâir yeni bir şey söyleyerek ya da söylediğini değiştirerek, ileriye dönük, bir heyecan olmasa bile bir toparlanma arzusu yaratması beklenirdi. Ama başta CHP olmak üzere –ki CHP hemen kurultay sürecine geçti–, gerçi ilk kongresini İYİ Parti yaptı, ama o zâten hiç bahsedilmeden geçti gitti. Arada HDP kongresi oldu. O da büyük bir coşku ve hareketlilik içermeyen, diğer kongrelerine kıyasla daha sönük bir kongre oldu. Şimdi de dedikodusu yoğun bir CHP Kongresi var. Ama açıkçası, izleyenleri de, buradan çıkacak sonucu bekleyenleri de çok heyecanlandıran bir tablo vaat etmiyor. Adayların tek tek ne dedikleri önemli elbette. İnsanlar adayların ne dediklerine bakarak, “Bak bu da farklı bir şey söylüyor” diyebilirlerdi ve gerçekten adaylar da bir fark yaratabilirdi. Ama ben yine en baştaki tartışmaya dönmek istiyorum: Hem genel olarak CHP seçmeni, CHP üyeleri, hem genel olarak CHP’de ne olup biteceğiyle fazla ilgili olan muhâlefet seçmeninin de, kendi talebini çok açık ortaya koyan bir tutum sergilemediğini düşünüyorum.
“Değişim” diye bir genel lâf var. Üstelik de ilginç biçimde, bu değişim lâfını adayların hepsi kullanıyor. Biri “yenilenme” diyor, öbürü “değişim” diyor, herkes bir ‘’değişim’’ sözcüğünü kullanıyor. Ama değişim, neyi hangi yönde ve hangi araçlarla değiştireceği konusunda bir şey anlatmıyor. “Değişsin” diyenler de bu konuda bir şey söylemiyor. Bu kongre de bu açmazla girilmiş bir kongre ve hele son düzlükte bu imzâ meseleleriyle, iş iyice bir pazarlık zeminine dönüşmüş durumda. Meselenin muhtevâsı da çok konuşulmadı. Sen kurultaya gittiğinde orada delegelerle, hani hep bahsedilen, her şeye karar verecek olan delegelerle yüz yüze geleceksin. Meselâ onlar bütün bu süreçte tam olarak durumu nasıl algılıyorlar ve buradan sonra ne olmasını talep ediyorlar, bekliyorlar, istiyorlar, biraz buna bakmak lâzım.
Ben açıkçası bu siyâsetin ister partiler bazında ister partilerin ittifakları bazında, iyice teknik, iyice dar, iyice elitler içi bir pazarlık ve hesaplaşma meselesine indirgenmiş olmasına senelerdir îtiraz ediyorum. Siyâsetin bu kadar daraltılmış, hattâ kurumsal siyâsetin, temsîlî demokrasinin bu kadar önemsendiği… O yüzden söylüyorum; gazeteci alınırken siyâset yapmaktan, enflasyon açıklanırken siyâset yapmaktan vazgeçip, birilerinin bu kötü gidişi değiştirmek için ne yapacaklarına bakan, o sahneyi izleyerek beğendiklerini alkışlayan, beğenmediklerini yuhalayan bir kalabalık hâline dönüşmekten çıkması gerekiyor. Kongre salonuna bence bu gözle bakılabilir. Sâhiden öyle bir niyet var mı? Dışarı veremedikleri, ama biraz içlerinde tuttukları bir heyecânın işâreti var mı? Bunlara bakmak lâzım.

Ruşen Çakır: Ben en çok, orada bâzı delegelerin gelip bana, “Hani biz kazanıyorduk? Öyle diyordunuz. Sizin yüzünüzden kaybettik” demesinden korkuyorum.
Kemal Can: Ya, bir de bu nasıl oluyor? Şimdi bütün siyâsîler aslında birbirileri yüzünden kaybettiklerini anlatıyorlar. Birileri yüzünden kaybedilmiş seçimden bahsediliyor. Niye sürekli bir adres var ve birisi yapmış oluyor bunu?

Ruşen Çakır: Hiç uzatmaya gerek yok, “Biz yaptık” deyip kapatalım.
Kemal Can: Tamam. O zaman çözüm bulunmuş demektir.

Ruşen Çakır: Kemal, Gazze ile kapatalım bu haftayı. Hafta sonu Erdoğan’ın “Büyük Filistin Mitingi”ni izledik biliyorsun. Mitinge Fatih Erbakan’ın katılmamış olması çok ilginç bir nottu. Belki de en ilginç not oydu. Biz Göksel Göksu ve Senem Görür’le birlikte değerlendirdik bu mitingi. Şöyle bir hava vardı mitingde: Herkes coşmaya hazırdı, ama Erdoğan o coşkuyu ateşlemedi. Meselâ seçim öncesinde de aynı yerde Büyük İstanbul Mitingi düzenlemişlerdi. O mitingde Kılıçdaroğlu’nun arkasına Murat Karayılan’ın görüntüleri ve konuşmaları eklenerek montajlanmış videolar gösterildi. Hattâ Erdoğan bu montajlanmış vidolar gösterilirken üstüne voice over yaparak konuştu biliyorsun. Ama “Büyük Filistin Mitingi”nde, Gazze’de öldürülen çocuklar şunlar bunlar, hiçbir şey gösterilmedi. Sâdece Mescid-i Aksâ fotoğrafı ve başka birtakım fotoğraflar dışında başka görüntüler yoktu. Erdoğan, grup toplantısında söylediği, “Hamas terör örgütü değildir” sözünün üstüne başka bir şey koymadı. Bu çok ilginç bir olaydı.
Amerikan Dışişleri Bakanı Antony Blinken bugün İsrail’de. Bir ihtimal Türkiye’ye de gelebileceği söyleniyor. Gelirse her açıdan ilginç olur. Ben bugün Reuters’ın ABD Dışişleri Bakanlığı muhâbiri Hümeyra Pamuk’la bir yayın https://medyascope.tv/2023/11/03/rusen-cakirin-konugu-reuters-muhabiri-humeyra-pamuk-blinken-netanyahuyu-yumusatabilecek-mi/ yaptım. Hümeyra Pamuk hem ulusal hem de uluslararası kamuoyunun da etkisiyle, Biden yönetiminin başta sergilediği İsrail’e kayıtsız şartsız destek stratejisinden biraz geri adım attıklarını ve Netanyahu’yu biraz yumuşatmaya çalışacağını söylüyor. Gazze meselesi nedeniyle Biden’ın popülaritesi de düşmüş. Tabiî bu ne derece gerçekleşir bilmiyorum. Gazze şu anda kuşatılmış durumda. Karadan birtakım operasyonlar oluyor, ama o hep bahsedilen meşhur kara harekâtı, yani esas işgal olayı henüz net olarak başlamış değil. Türkiye’de de, Erdoğan insanları o mitinge getirdi, gösterdi; ama bunu çok büyük bir olay, bütün dünyanın konuşacağı bir olay hâline getirmedi. Anladığım kadarıyla, bir ayağını frende tutmayı tercih ediyor. Tabiî kara harekâtının başlaması hâlinde neler olabileceği hususunda herkes diken üstünde. Bu harekât kaç haftadır hep gündemde; ama çok şükür ki tam olarak kapsamlı bir işgal operasyonu başlamadı. Yine de “eli kulağında” lâfını haftalardır söylüyoruz. Gazze meselesi Türkiye kamuoyunda da artık eskisi kadar gündemde değil gibi. Tabiî çok ilgili olan insanlar var, ama pazar günkü miting, “Söyleyeceğimizi söyledik” gibi bir hava yarattı sanki.
Kemal Can: Evet, geçen hafta da konuştuk. Hastâne bombalanmasının hemen sonrasında Türkiye’de biraz kendiliğinden gelişen birtakım gösteriler, eylemler, protestolar, daha sonra çok hızlı biçimde yatışmıştı. O yatışmadan sonra Erdoğan’ın Hamas çıkışı oldu. Ama hatırlarsan, Hamas çıkışını geçen haftaki yayında yorumlarken, ben şunu düşündüğümü söylemiştim: Bence Hamas çıkışı Hamas’a ilişkin bir destek açıklamasından çok, Erdoğan’ın, elini kaldırıp Batı dünyasına, “Ben buradayım” demesiydi. Her olayda olduğu gibi, “Beni kaybetmeyi göze almak ister misiniz?” işâreti diyeyim. Her seferde bunun sonucunu alıyor mu emin değilim, ama bir kez tekrarladığını düşünüyorum. Blinken Türkiye’ye gelirse bunu daha net göreceğiz. 
Pazar günkü hâdise de kamuoyundaki genel havayı biraz sâkinleştirmek için; onu köpürtmek, o hassâsiyeti daha çok tırmandırmak değil, tam tersine biraz tansiyonu almak, biraz gazı almak için kullanıldı diye düşünüyorum. Çünkü o târihten sonra bildiğimiz gibi, evet, kara harekâtı başlamadı ama Gazze’ye saldırılar sürüyor ve ölen insan sayısında bir azalma olmadı. Ölen insan sayısı 10 bin civârına ulaşmış durumda.

Ruşen Çakır: Mülteci kampı bombalandı biliyorsun ve 50’den fazla kişi hayâtını kaybetti. 
Kemal Can: Evet. Dolayısıyla, zulüm, katliam, soykırım… her ne isim verirseniz verin, onda değişen bir şey yok; ama ona verilen reaksiyonlarda değişen bir şey var. Amerika’nın Netanyahu’yu biraz daha yavaşlatacağı meselesini ben biraz ihtiyatla ele alıyorum. Çünkü geçen hafta 11 Eylül benzetmesiyle hatırlattığım gibi, bu tür süreçleri biraz ağırdan almak, sanılanın aksine, bu intikamcı tarafın elini zayıflatmıyor, tam tersine güçlendiriyor. Zamâna yaydıkça, zaman zaman geri adım atıyormuş gibi veya genel kamuoyunu ya da uluslararası kamuoyunu dinliyormuş gibi yaparak, frene basıyormuş görüntüsü vermesi, aslında daha uzun vâdeli, daha vahşi planların kolay uygulanması için zemin oluşturuyor. Onun için bu tür değerlendirmelerde biraz ihtiyatlı olmak gerektiğini düşünüyorum.
Fakat büyük ihtimalle, Amerikan yönetiminin, özellikle Demokratların, kendi kamuoylarının, bu konuda hassas olan koalisyon kanatları açısından sıkıntılı bir sürece girdiği anlaşılıyor. Birileri onu bu yüzden dikkate alıyor olabilir

Ruşen Çakır: Yayına girmeden önce Lübnan'da Hizbullah lideri Nasrallah’ın konuşması vardı; iki saat geç başlamış. Nasrallah, 7 Ekim’deki saldırıyla ilgili olarak, “İsraillileri İsrail öldürdü” demiş.  Ama öte yandan, “İsrail'in sanıldığı kadar da güçlü olmadığını gördük” demiş. Ben konuşmayı bizzat izlemedim, ama bana aktarılan notlar bunlar.
Evet, burada noktaya koyalım Kemal.
Kemal Can: Peki, tamam.

Ruşen Çakır: Bu arada, CHP Kurultayı’ndan bahsederken sen hep kongre dedin, seni kara listeye alacaklar. Kurultay o.
Kemal Can: Tamam, peki, kurultay olsun.

Ruşen Çakır: Hayırlara vesîle olur inşallah diyelim ve bu haftayı da böyle noktalayalım. İzleyicilerimize teşekkürler, iyi günler. 
Kemal Can: İyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
06.10.2024 Özgür Özel üzerine bazı gözlemler ve notlar: Pirinç/bulgur paradoksu
29.09.2024 Bir yok edici melek olarak Erdoğan
27.09.2024 Özgür Özel, New York Türkevi hakkındaki rüşvet iddialarını niçin yalanlamış olabilir?
25.09.2024 Transatlantik: İsrail Lübnan’da ne planlıyor? S-400 sorunu çözülüyor mu? Erdoğan’ın Kıbrıs çıkışı
23.09.2024 Ruşen Çakır’la Hafta Başı (3): Narin Güran cinayetinde yaşananlar - Esad ve Erdoğan görüşecek mi? - Gelecek ve DEVA birleşiyor mu?
22.09.2024 Erdoğan ile Esad buluşmasını beklerken
20.09.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile “Haftaya Bakış” (232): 4. madde tartışmaları - İsrail-Hizbullah savaşı - CHP içi tartışmalar
18.09.2024 Transatlantik: İsrail’den Hizbullah’a siber saldırı - Trump’a ikinci sûikast girişimi - ABD Irak’tan çekiliyor
15.09.2024 Erdoğan’ın “din düşmanları”na ihtiyacı var
13.09.2024 Haftaya Bakış (231): İmamoğlu-Yavaş rekabeti - Narin Güran cinâyetinde tutuklamalar - Genç teğmenler krizi
06.10.2024 Özgür Özel üzerine bazı gözlemler ve notlar: Pirinç/bulgur paradoksu
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı