27 Nisan olayı AKP hükümetine TSK ile doğrudan hesaplaşmayı daha uzun süre erteleyemeyeceğini açık bir şekilde gösterdi. Artık, bu konuda çok uzun bir süredir hazırlıklar yapmış olan Gülen hareketiyle iş ve güç birliğine gitmeleri kaçınılmazdı ve öyle oldu
28 Şubat süreci hem Milli Görüş, hem de Gülen hareketine çok ağır darbeler indirdi. Fakat bu darbelerin söz konusu hareketlerin kaderlerine farklı etkileri oldu. Şöyle ki, Milli Görüş bölündü: RP’den sonra Fazilet Partisi’nin de kapatılmasıyla, Recep Tayyip Erdoğan’ın başını çektiği “yenilikçi” kanat ayrılıp AKP’yi kurdu. Gülen hareketiyse, tam tersine “ricat” (geri çekilme) halinde olmasına rağmen birlik ve beraberliğini daha da güçlendirdi.
Dünkü yazımızda sözünü ettiğimiz Erbakan-Gülen rekabeti bağlamında konuşacak olursak; 28 Şubat’ın kaybedeni Erbakan, kazananıysa Gülen oldu. Fakat Erbakan’ın kaybetmesi Milli Görüş’ün toptan kaybetmesi anlamına gelmiyor. Çünkü her ne kadar eski gömleklerini çıkardıklarını söyleseler de AKP’lilerin yıllardır ülkeyi tek başına yönetiyor olmaları 28 Şubatçıların hezimeti, Milli Görüş’ün de bir bakıma zaferidir.
Türkiye son beş yıldır, 28 Şubat’ta çile çekmiş olan bu iki kesimin (AKP ve Gülen hareketi) güçlerini birleştirip geçmişin hesabını sormalarına tanık oluyor. Tabii ki bu süreçte yalnız değiller. İçerde ve dışarda çok sayıda kişi, çevre, grup, cemaat... kimi zaman farklı, kimi zaman ortak saiklerle bu sürece dahil oldular. Sonuçta, ilk bakışta AKP hükümetiyle Gülen hareketinin bir ittifakı olarak görünen şey aslında çok daha geniş çaplı bir koalisyondur.
Ama öncelikle neden geç kalındığı, adına ister ittifak, ister koalisyon, ister işbirliği, ister başka bir şey deyin, sözünü ettiğimiz birlikteliği neden AKP iktidarının ilk yıllarında çıplak gözle gözlemediğimiz sorusunu sormamız gerekiyor. Benim bu soruya cevabım iki şıklı olacak: 1) Geçmişten gelen ve 28 Şubat’ta perçinlenen rekabet ve karşılıklı güven eksikliği; 2) Askerin ve kendilerinin gücünü tam olarak kestirememek.
Daha açık söylemek gerekirse, tıpkı içerde ve dışardaki birçok kişi gibi hem AKP, hem de Gülen cemaati de TSK’nın demokratik sürece müdahale edip etmeyeceğini; ederse başarılı olup olmayacağını kestiremiyordu. (Daha sonra ortaya çıkarılan darbe girişimleri de bu kaygıların hiç de boşuna olmadığını gösterdi.) Dolayısıyla söz konusu iki taraf da TSK’yı gereksiz yere ürkütüp tahrik etmemek için son derece dikkatli adımlar atıyordu. Ne var ki AKP hükümeti ile Gülen cemaati arasındaki ilişkilerin normalin altında bir düzeyde seyrediyor olması, her iki hareketin de ayrı ayrı güçlenmesine engel olmadı; hatta tam tersine güçlenmelerini kolaylaştırdığını da düşünebiliriz.
Sonuçta, 2007 Nisan ayının başında, yani bundan yaklaşık beş yıl önce, yine Vatan Gazetesi’nde yazmış olduğum gibi, Türkiye’de iktidar çekişmenin iki değil üç ana aktörü olduğu ortaya çıktı. Bu yeni durumu AKP hükümeti, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve Fethullah Gülen cemaati üçgeni olarak tarif etmiştim.
MİT krizinin, bu üçgenin unsurlarından birinin, yani TSK’nın iyice devre dışı kalmış olmasının doğal ama yine de beklenmedik bir sonucu olduğu kanısındayım. Fakat şimdilik bu konuyu bir kenara bırakıp beş yıl öncesine ve o dönemin ana akötlerine dönelim.
1) AKP tabii ki Gülen cemaatine daha yakındı. Ancak onunla özdeşleşerek TSK ile fazladan sorun çıkarmak istemiyordu.
2) Gülen cemaati de AKP hükümetinin geleceği belirsiz olduğu için “partilerüstü” konumunu korumaya çalışıyor, kendi bağımsız gündemine uygun strateji ve taktikler geliştiriyordu.
3) TSK üst kademelerinin düşman algısında Gülen cemaati, AKP ve diğer İslami yapıları, hatta PKK’yı da sollayarak en üst sırada yer alıyordu. Kulislerde TSK’nın Gülen hareketine yönelik topyekûn bir harekat planladığı konuşuluyordu.
Ama sonunda ava giden avlandı. TSK Gülen cemaatini etkisizleştirecek herhangi bir güçlü hamle yapamadan, bu hareketin alabildiğine aktif bir şekilde yer aldığı bir süreçle iktidar mücadelesinde devre dışı kaldı, tasfiye edildi. Burada dönüm noktası Şemdinli Davası olabilirdi, fakat hükümet ürkek davranınca yaklaşık bir buçuk yıl, yani 27 Nisan 2007 gecesi Genelkurmay Başkanlığı sitesine o meşhur muhtıranın konulmasını beklemek gerekecekti.
27 Nisan olayı AKP hükümetine TSK ile doğrudan hesaplaşmayı daha uzun süre erteleyemeyeceğini açık bir şekilde gösterdi. Artık, bu konuda çok uzun bir süredir hazırlıklar yapmış olan Gülen hareketiyle iş ve güçbirliğine gitmeleri kaçınılmazdı ve öyle oldu. Yani Erdoğan ile Gülen’in yollarını kesin bir şekilde yeniden birleştiren kişi dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’tan başkası değildi.
İş ve güçbirliği derken tarafların masa başında müzakereler yapmasını, protokoller imzalamasını kastetmiyorum. Zaten bu iki hareket doğalarının farklı olması, yani birinin siyasi bir parti, diğerinin toplumsal bir hareket olması nedeniyle bu türden bildik bir ittifak teknik olarak da mümkün değildi. Sonuçta ortaya çıkan “kendiliğinden ittifak”ta esas olarak Gülen hareketinin medya kuruluşlarıyla oralarda görev yapan bazı kişilerin bir tür kolaylaştırıcı işlevi görmüş olduklarını söyleyebiliriz.
Bu işbirliği ilk meyvesini 2007 genel seçimlerinde verdi. AKP’nin yüzde 47 gibi yüksek bir oy oranına ulaşmasında, yıllarca epey işlerine yaramış olan “partilerüstü” imajlarını açıkça riske atan Gülen hareketinin katkısı hayli yüksekti. Ama hareketin siyasi tarafını en bariz biçimde belli etmesi 12 Eylül referandumunda olmuştur. Referandumda elde edilen başarı da her iki tarafta da yaptıklarının doğru olduğu düşüncesini güçlendirdi.
Referandumdan kısa bir süre sonra yapılan genel seçimlerde AKP’nin yüzde 50’yi aşmasını, ülkede askeri vesayetin ölüm ilanı olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Ne var ki bu büyük seçim zaferinden kısa bir süre sonra yeni iktidar bloğunun iki ana bileşeni, AKP ile Gülen hareketi arasında sorunlar çıktığı söylentileri ortalığı kapladı. Taraflar daha bunları yalanlamaya fırsat bulamadan MİT krizinin patlak vermesiyle iddialar yepyeni boyutlar kazandı.
Bunları yarınki bölümde ele alalım.
Erbakan-Gülen buluşması