15 Temmuz’un üçüncü yılında Türkiye: Dönemin AK Parti İstanbul İl Başkanı Selim Temurci ile söyleşi

15.07.2019 medyascope.tv

15 Temmuz 2019’da Selim Temurci ile yaptığımız söyleşiyi yayına Ata Bilginperk ve Ara Altınman hazırladı.

Merhaba , iyi günler. 15 Temmuz Darbe Girişiminin 3. Yıldönümü’nde, o tarihte Ak Parti İstanbul İl başkanı olan, iki yıl sonra kendi isteğiyle istifa etmiş Selim Temurci konuğumuz oluyor. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi mezunu, ekonomi doktorası da var. Selim Bey, sizinle konuşacaktık, bugüne denk gelmesi iyi oldu. Önce size sormak istiyorum: Darbe girişiminde o sırada Ak Parti İstanbul il başkanıydınız ve köprüde bir şeyler oluyordu, insanların kafası karışmıştı. Bu olayın bir kalkışma olduğu, bir darbe girişimi olduğu anlaşıldı ve insanlar sokağa çıktı. Siz o tarihte il başkanı olarak bir tavır aldınız ve teşkilatla sokağa çıktınız. 
SELİM TEMURCİ: Öncelikle teşekkür ederim, tabii davetinizin böyle özel bir güne denk gelmesi de bizim için onur verici. O gece, 15 Temmuz’da, biz İstanbul İl Başkanlığı’nda rutin bir cuma günü görüşmesindeydik. Saat 21:00 gibi biz de herkes gibi tankları köprülerde gördük. O dönem seçimlerden çıkmışız, hendek terörüyle ilgili ciddi mücadelelerde bulunduk, 2015’ten sonra özellikle. Biz “Terörle ilgili olarak bir tedbir mi alınıyor, köprülerle ile ilgili bir durum mu var?” diye düşündük. Bizim siyasal geçmişimiz belli; eğitimimizden bahsettiniz, biz darbeler çocuğuyuz.
Benim yaşım 1980’i hatırlıyor; büyüklerimizden 1960’ları dinledik; 1970’lerde, 62’de, 63’te hep darbeler ile büyüdük. Türkiye’de 15 Temmuz’u hatırladığınızda, daha yeni %’49’la neredeyse halkın oyunun yarısını almış bir iktidar var. %52 ile seçilmiş bir Cumhurbaşkanı var. Böyle bir ortamda kimsenin aklına bu bir darbe girişimidir diye –21:00, 21:30 gibi– kimsenin aklına gelmiyordu. Hatta o sırada görüştüğümüz arkadaşlarla, “Şunu bir anlayalım” dedik. Ben o dönemki İstanbul valisine –şimdi Ankara valisi– Vasıp Şahin’i aradım. “Nedir bu durum?” diye, “Bir müdahale edelim” dedik. Vali’nin bir bilgisi yoktu, “Biz de araştırıyoruz” dedi. İl Emniyet Müdürü ile de benzer bir görüşme yaptık. Fakat o sırada farklı yerlerden farklı bilgiler gelmeye başladı. Sadece köprüde böyle bir durum yok; Bayrampaşa’da Çevik Kuvvet’te ve Beykoz’da hareketlilik var. Farklı yerlerden farklı sesler geliyordu. Bizi biraz daha tedirgin eden şey, doğrusu sahadan aldığımız ve sosyal medyada gördüğümüz bilgilerdi. Bir daha Vali ile görüştüğümüzde –zihinlerimizde o eski darbe senaryolarıyla–, işte, 1. Ordu Komutanı’na ulaşamadık. Ben yarım saat kırk dakika kadar bir telefon trafiği yaptım. İlginçtir, ulaşamadığımız insanlar oldu. En son Vali Bey ile telefonu kapatırken, “Sizin bilginiz yok, şu anda kimseye ulaşamıyoruz ve görüntü hiç iyi değil. Desenize, darbe oluyor!” deyip telefonu kapattığımı hatırlıyorum. O süreçten sonra, o dönem önümde bir defter vardı ve yazmaya başladım deftere. Orada bir ekip kurduk ve hemen ilçe başkanlarımızı arayıp, “Hemen kendi teşkilatınıza ve üyelerinize söyleyin, gelebilen ilçe başkanlıklarına gelsin ya da İl Başkanlığı’na arkadaşları yönlendirelim” dedik. Özellikle 2. Bölge’de, Beyoğlu ve Fatih’te. Belediye ve ilçe başkanlarına talimatı sözlü olarak verdik. Süreç 24:00’e kadar –sizler araştırmacı-gazetecisiniz–, yani 24:00’e kadar 15 Temmuz’un ayrı bir hikâyesine bakmamız lâzım. Geceyarısından sonra, Sayın Cumhurbaşkanımızın açıklamasından sonra kimin nerede olduğuna ayrı bakmak lâzım.
O süreç ve sonrası, biz derhal bu arkadaşlar ile iletişimi kurduktan sonra ilde bir koordinasyon sağladık. İl Başkanlığı’ndaki arkadaşlarımıza –ilde polisler var, Çevik Kuvvet’ten–, aşağıda olan bütün arkadaşlarımızın İl Başkanlığı’nın 4. katına, makam odasına çıkmasını istedik. Bu arada o talimatı verdiğimiz için, İl Başkanlığı’na gelen teşkilat mensupları oldu. Saat 22:30 civarı Bayrampaşa ve Beykoz’dan gelen habere göre askerler karakollara giriyorlar ve polislerimizin silahlarını topluyorlar. Şunu söylemişler: “Sıkıyönetim ilan edildi, silahlarınızı teslim edin.” Darbe yapıldığına dair cümleler kuruyorlar. Bunu duyduktan sonra ben derhal, Rahmi Yarar hocam vardı, İstanbul müftümüzü aradım. “Hocam, telefonlarımı kimse açmıyor, sizden bir ricam var” dedim. “Kimseye ulaşamıyoruz ve iktidar partisi il başkanı olarak bütün sorumluluğu alıyorum.” Şimdi üç yıl sonra bunları anlatmak bir hikâye gibi gelebilir; ama o gün bunları yaşarken hissettiklerimizi tam olarak ifade edemiyor olabilirim. Çünkü ben bunları söylerken, orada birlikte çalıştığım arkadaşlarım var. Bir hanım kardeşim, hiç unutmam, “Asla teslim olmayalım!” dedi. Çok farklı duygulardı bunlar. Biz Rahmi Bey’den şunu rica ettik: “Şu an sizde ricam, İstanbul’daki bütün camilerde sizlerden ricam — ben sizlerden şu âna kadar hiç talepte bulunmadım ve il başkanı olarak değil, bir vatan sevdalısı olarak ulaşıyorum: Vatan tehlikede. Sizden ricam bütün camilerimizde salâ ve ezan okutun lütfen.” “Başkanım, ne oluyor?” dedi. Birkaç cümleyle izah ettim, Cumhurbaşkanımıza ve hiçbir yetkiliye ulaşamadığımızı söyledim. Sorumluluğun bende olduğunu söyledim. Tatbikîde onların bazı yerlerden talimat almadan bunu yapmaları çok kolay değil. Üç saat içerisinde İstanbul’un salâ ve ezan okunan yerleri oldu; okunamayan yerlerde bizim arkadaşlarımız girip okudular. İstanbul’da bu iş kendiliğinden birden başladı. O süreç o kadar hızlı gelişti ki, ben o aşamadan sonra televizyonları aramaya başladım; çünkü Sayın Cumhurbaşkanı Muğla’daydı ve ne olduğunu bilmiyordu. Biz teşkilat mensuplarımıza saat 23:00 gibi, İstanbul’da sadece aktif durumlarda olan ilçelerde veya belediye başkanlarımıza zaten telefon ile söylemiştik. Bizim ikinci mesajımız saat 23:00 sularında: İstanbul’da iki milyonu aşkın üyeye sokağa çıkma talimatı verdik. Ben şimdi geriye dönüp baktığımda, biraz önce “Saat 00:00’e kadar olan süreci inceleyin” dediğimde, bu sebepten söyledim. O iki milyonu aşkın üyeye mesaj gittiğinde, ben bütün siyasî partilerin il başkanlarına telefon açtım. Buradan hepsini sevgiyle selamlıyorum. Gerçekten o akşam çok farklı şeyler yaşadık; o akşam çocukluğundan beri siyasetin içinde olan bir kardeşiniz olarak bu milletin zor şartlarda nasıl birlikte hareket edebileceğini bilen biriyim. Böyle bir milletin ferdi olmaktan onur duyuyorum.

Anlıyorum ki diğer partilerden de müspet…?
Şöyle: Diğer partilerden o gece benimle birlikte sahada olanlar oldu. Daha sonradan demokrasi nöbetlerinde, 27 gün hep birlikte oldu. Biz bu iki milyonu aşkın üyeye mesaj gönderdikten sonra –tabii 23:00 sularında yaptık bunu –, ben televizyonlara bağlanmak istedim. Hatta birçok yönetici arkadaşımız ile ilginç sohbetlerimiz oldu. Onlar da bizim anılarımızda önemli bir yer tutar. Dönemin başbakanı bir kalkışma olduğunu söyledi. Sahada şöyle bir tablo oluştu ki sosyal medyaya baktığınızda –vurulan insanlar, silahı elinden alınan polisler, askerin caddede yürümeleri– birçok resmi birlikte görmeye başladık. Tabii Türkiye’de şöyle bir tablo vardı Ruşen Bey — Türkiye’nin resmi: O dönem Boğaziçi Köprüsü şimdi 15 Temmuz Şehitler köprümüz, ikinci köprü, havalimanları… O kalkışmayı veya ülkeyi ele geçirmek isteyip işgal projesini yapanlar, Türkiye’nin resmini buralardan vermek istiyorlardı Dünya’ya. Şimdi geriye dönüp baktığımızda, saat 21:00’de başlattığımız eylem projesinin meyvelerini gördük. Örneğin Kısıklı’da Sayın Cumhurbaşkanı’nın evinin etrafında, ilçelerin diğer meydanlarında — yani Çatalca’dan, Silivri’den Tuzla’ya varana kadar herkes sokağa dökülmeye başladı. İl Başkanlığımızın önünde de ciddi bir kalabalık oluşmaya başladı.
Saat 23:00 sularında orada güvenlik âmiri kardeşimiz dedi ki: “70-80 asker zırhlılarla İl Başkanlığı’na geliyor.”

Tam onu soracaktım.
Şimdi, dördüncü kattan camı açtım: Gerçekten askerler yürüyor, zırhlı araçla geliyorlar. Onlar oraya geldiğinde bizim bazı konularda acele verdiğimiz kararların ne kadar doğru olduğunu arkadaşlarımızla müşâhede ettik. Çünkü askerler İl Başkanlığı’na geldiklerinde bomboş bir tablo görmediler, boş bir alan görmediler; milletin gelip oraya sahip çıktığı bir ortam ile karşılaştılar. Çok çok teşekkür ederim, 23:15’ten sonra biz televizyonlara bağlanmaya başladık. Şimdi birçoğu görevde olmayan arkadaşlar çok yardımcı oldu. Tek tek bütün televizyonlara bağlandık; araştırın, o gece bizi televizyonlara bağlamayan kimdir? Onlara bir bakın. Sizin araştırmacı yönünüze inandığım için bakın diyorum. Çünkü şu bizim için çok önemli Ruşen Bey: İstanbul’da o gece 99 şehidimiz oldu, 34 tanesi fiilen partimizin üyesiydi. Millet bir mücadele verdi. Ama biz o mücadelenin başında, benim il başkan yardımcım köprüde tankın üstündeydi. Beraber yıllarca çalıştığımız Erol Olçok ve oğlu, birçok kardeşimiz, Şehitler Köprüsü şehâdete yürüdü.

Erol benim çok yakın arkadaşımdı, tekrardan rahmet diliyorum.
Bunlar, yaşıyorsunuz, bunların toplumsallaşması için bir şeyler yapılması lâzım. Onun için bugün ben buradayım, sosyal medya üzerinden gerçekleştiriyoruz bu yayını. Gerçekten Türkiye’de sosyal medyanın, konvansiyonel medyanın o gece darbenin engellenmesinde, işgal projesinin durdurulmasında çok büyük bir yeri olduğunu düşünüyorum. Biz o gece –yine hatıralarımda unutamayacağım bir şey– bizim gençlerimiz aslında, Kurtuluş Savaşı’nda, Çanakkale Savaşı’ndaki gençler gibi, vazife almakta ve yerine getirmede sorgulamadan, birçok adam denilen adamdan daha büyük adam olduklarını o gece gösterdiler. Ben o gece buna şahit oldum. Onun için ham kardeşlerimizin verdiği fotoğraflar çok ilginçti. “İl’i teslim etmeyelim, mücadele edelim!” diyen insanlar ile çalıştım. Saat 23:15’ten sonra Türkiye’de neredeyse her yere bağlanarak insanları sokağa davet ettik. Demokrasiye sahip çıkmak için, yarın bu topraklarda bu mücadelenin içinde yaşamak isteyen herkesi sokağa davet ettik. O gece telefonlarını açıp destekte bulunan –burada adını anmamız lâzım–, bana telefon açıp İl’e gelen Metin Külünk Bey değerli bir işlev gördü bence. Onun haricinde sayın Cumhurbaşkanımız geceyarısı açıklama yapana kadar, bizim, teşkilatı ve milletiyle beraber yalnızları oynayan bir pozisyonumuz vardı.

Şimdi isterseniz bugüne gelelim, üç yıla gelelim. Şu an bir kalabalık var, hatta özellikle bazı şehit yakınları bundan şikâyet eder hale geldi. Kendilerini yalnızlaşmış hisseden, isimlerini zikretmeyelim ama birbirinden çok farklı şehit yakınları biliyoruz. O üç yılda ne oldu? Bu 15 Temmuz olayı ve 15 Temmuz’la hesaplaşma meselesinin suiistimali gibi bir olay yaşadınız değil mi — tanık oldunuz?
Öncelikle 15 Temmuz herhangi bir siyasî partinin, grubun, zümrenin, herhangi bir kişinin zaferi değildir. Dağılmış, ne olduğunu bilmeyen devletin içinde çöreklenmiş ve devleti ele geçirme noktasına gelmiş bir yapıyı… devleti bu millet sokaktan toplamıştır. Ben o 15 Temmuz Cuma sabahı, Mehmetçik olarak bildiğimiz ordumuz bu millete Boğaz Köprüsü’nde kurşun atacaklar, Saraçhane’de kurşun atacaklar, Ankara’da güvenlik güçlerimizin yaşadıkları yerleri bombalayacaklar deseler, ben bunlara asla inanmazdım. Bilmiyorum Türkiye’de herhalde kimse inanmazdı. İhtimal dışındaydı. Dolayısıyla 15 Temmuz, bu milletin, görüşü inanışı ne olursa olsun, demokrasiye, seçtiklerine, vatanına, bütün kutsallıklarına sahip çıktı. 15 Temmuz’un gerçek kahramanları, o gece ailelerinden helâllik alıp sokağa çıkanlardır. Gerçekten rüyalarını görmüş şehitlerimiz var — biz bunları yaşadık. 15 Temmuz’un gerçek kahramanları, kanlarını döken insanlardır. Ben bugün vesilesiyle bütün şehitlerimizi rahmet ve minnet ile anıyorum. Gazilerimiz var; biraz önce Bağcılar’da bir şehidimizin kabrindeydik, orada gazilerimiz ile birlikteyiz. Halen onların rehabilitasyonu devam ediyor. Bazı aileler için halen acılarını barındırarak devam ediyor. Sadece bu programda konuşuyor değiliz, biz o gece yaşadıklarımızın bir örnek olarak verip her yerde şunu söyledik. Bakın Sayın Cumhurbaşkanımız o gece açıklama yaptıktan sonra ben elime bir megafon aldım. Allah razı olsun kardeşlerimizden işte, Cumhurbaşkanımızın özel kalemi Hasan Doğan Bey şu an Sanayi Bakanımız oldu. O gece ben onlara ulaşabildim ve ben Cumhurbaşkanımızın İstanbul’a gelmesini ve bütün İstanbullular ile birlikte havalimanına doğru yürüyeceğimizi söyledik. Tabii bunun sebeplerinden biri, Çorlu’dan İstanbul’a doğru büyük bir askerî birliğin yürüdüğüne dair bilgiler geliyordu. Güneydoğuda, bölgedeki il başkanları — biz onlara 15 Temmuz il başkanları diyoruz, şu an birçoğuyla birlikteyiz. Bizim hayatımızda önümüzdeki süreçte 15 Temmuz bir dönüş noktasıdır. 15 Temmuz’dan sonra, sizin sorduğunuz “15 Temmuz’un gerçek anlamı neydi?” diye. Bakın, o megafon ile açıklamayı yaptıktan sonra, bir bölüm arkadaşımız Sayın Cumhurbaşkanı’nın Kısıklı’daki evinden havalimanına doğru yürümeye başladı. Biz Haliç’e çıktığımızda, yanımda CHP’ye gönül vermiş bir hanım kardeşim vardı bebeği ile birlikte. Ben şuna inandım: Mutlaka ideolojiler olacak, fikirler olacak; hep deriz: Farkındalıklarımız zenginliklerimiz olsun. 15 Temmuz’da bu millet şu ayrımı yapabildi, dedik ya: “Mesele vatan ise geri teferruattır”. Bu millet bunu gördü; bir ve beraber oldu. Bakın ayağı yalınayak insanlarla biz havalimanına yürüdük Ruşen Bey. Bu hikâye benim için önemli. Çünkü yaşadıklarımız var.
O geceden sonra ben İstanbul’un her bir noktasında, önümüzdeki dönemde 15 Temmuz böyle büyük bir kalkışmayı, bir işgal hareketini eğer Çanakkale’ye ve Kurtuluş Savaşına benzetiyorsak , bu milletin çocukları olarak daha fazla kardeşliğin, daha fazla birliğin, demokrasinin , hukukun ve bu milletin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma vasfının tekrar içselleştirmesinin günü olsun. Bu kurtuluş günü hepimizin ortak günü olsun. Merhamet, sevgi, kucaklaşama siyasetinin en çok da  İstanbul’a yakıştığını söyleyen bir kardeşinizim ben.
Onun için diyorum ki 15 Temmuz’un o birleştirici gücünü bizim herhangi bir siyasete, yapıya, gruba bağlamak gibi bir lüksümüz yok. Şehitlerimizin, gazilerimizin de bizim omuzlarımıza bıraktığı en büyük sorumluluğun bu olduğunu düşünüyorum. 15 Temmuz ya da başka bir gün; bu milletin birliği, beraberliği ve kardeşliği çok önemliydi.

İşte tam bu noktada bugün ben bir yayın yaptım, üçüncü yılı değerlendirdim ve şunu söyledim: Bu 15 Temmuz darbe girişimi kötü bir şey, ama Türkiye’nin demokrasi ve hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler konusunda birleşmesine çok ciddi bir zemin hazırladı. Fakat üç yıllık bilançoyu çıkarttığımda, Türkiye’nin demokrasiye daha yakınlaşmasına değil, Türkiye’nin demokrasinden daha da uzaklaşmasına tanık oldum. Ve burada Türkiye’nin demokrasiden uzaklaşmasına vesile olanlar da 15 Temmuz’u sürekli bir enstrüman olarak kullandılar diye bir yorum yaptım. 
Şimdi, biliyorsunuz ben daha genel bir ifade kullanmak istiyorum Ruşen Bey. Siyaset zor bir iş, tabii milletin gönlüne girmek lâzım. Ama Türkiye’de yeni bir dönemi bence hep birlikte başlatmamız gerekiyor. Hangi eğitimden, hangi kültürden, hangi inanıştan gelirsek gelelim, kutsallarımız var. Doğrusu ben kutsallarımızı –15 Temmuz da bunlardan biridir–, inancımızı, bayrağımızı, vatanımızı, dinimizi –her neye inanıyorsak–, bu ülkenin ortak değerlerini ve kutsallarını kullanarak kendi yanlışlarını ve haramlarını meşrulaştıran siyasî yapılardan bu milleti uzak tutmamız lâzım. Çok genel bir şey söylüyorum.

Ama çok net bir şey.
Ama önemli bir şey daha: Siyasetin içinde bulunan insanlar olarak, bizim sorumluluklarımız da var. Ben şimdi AK Parti’nin üyesiyim, hayatımda onur duyacağım, çocuklarıma bırakacağım en büyük miras. Her ne kadar benim ve benimle birlikte o gece İstanbul’da o dediğim 00:00’a kadar bütün Türkiye’yi ayağa kaldıran insanlar, hiçbir yerde ismi okunmasın, hamdolsun. Biz onu Allah rızası için ve milletimiz için yaptık. Bu anılsın diye de söylemiyorum, ama altını çizmek için söylüyorum. Şundan sonra, bizim o bahsettiğimiz Türkiye’yi aslında o gece biz yaşamıştık. Şimdi sormamız gereken bir soru var: Üç yıl geçti; AK Parti’de siyaset yapanlar, aktif ya da pasif, vazifesi ne olursa olsun, en tepeden en dibe kadar, sormamız gereken soru şu: Ne yaptık da biz?… Bakın, ben yıllarca anketlerin içinde çalışmış bir kardeşinizim, anketleri severim; o dönem, partinin ve Sayın Cumhurbaşkanımızın toplumda 15 Temmuz’dan hemen sonra, o 7 Ağustos sürecinde, toplumda yaptırdığımız anketlerde yüzde 65-70’lere çıkan bir kabulü vardı. Şimdi şu soruyu önce kendi nefsime, daha sonra da görev yapan yapmayan herkesin kendine sorması gerektiğini düşünüyorum. O da şu: Biz ne yaptık ki, milletin gönlündeki o yeri üç yıl içinde bu hale getirdik ve ne yapsak kendimizi affettiremiyoruz? Bu soruyu sormamız gerekiyor.

Peki, burada size şeyi sorabilir miyim? Siz İstanbul İl Başkanlığını kaç sene yaptınız?
Üç yıl.

23 Haziran seçim sonuçlarını öngörmüş müydünüz? yani 31 Mart’ı sormuyorum, 23 Haziran’ı…
O zaman 15 Temmuz’u kapadık. Allah bir daha bu millete 15 Temmuz gibi günler yaşatmasın. Ama gençliğimizin, 15 Temmuz gibi bütün durumlarda bu milletin bütün kutsallarıyla bütün milletimizin yine sahada olacağını bütün izleyenler de bilsin. Bizim herhangi bir yerde olmamız gerekmiyor. Şimdi 31 Mart’tan sonra, 31 Mart gecesi yaşananlar, bizim siyasî geleneğimize ve bu ülke ile ilgili hayallerimize uygun bir davranış şekli değildi. AK Parti’nin geçmişine, bu ülkede siyaset yapmış, demokrasiyi içselleştirmiş, hukuk devletinin ilkelerine inanmış hiçbir insanın kabul edemeyeceği olayların yaşandığı bir 31 Mart gecesi yaşadık. O gece, bizim için zaten bir travmaydı, nedenlerini konuşuruz. Ama o geceden sonra, özellikle Sayın İmamoğlu’nun mazbata alma süreci ve mazbatayı aldığı gün, ben büyük bir şey yaşadım, adeta çok duygusallaştım bugün. Biliyorsunuz Saraçhane bizim için çok önemli bir meydan. Ve o meydanda şehitlerimiz oldu bizim. Yani 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan sabah ilk geldiğim yerlerden biriydi Saraçhane Meydanı, Ruşen Bey. Ve orada şehitlerimizin ve gazilerimizin kanları o meydandaydı. Ben, yani orada mazbata alındıktan sonraki yapılan törende bazı fotoğraflar beni rahatsız etti. Yani seçilmişlerle ilgili bir rahatsızlığım yok, millet oy verdi seçildi. Orada problem yok. Herkesin bir kutlama biçimi var; ama orada, orada 3 yıl önce kutsalları için canını vermiş insanların olduğu yerde, biz nasıl oldu da Büyükşehir’i bu şekilde kaybettik? İçim çok acıdı doğrusu. Türkiye’de herhalde 15 Temmuz’dan sonra ilk önemli mesajımdır; yani sürecin doğru yönetilmediğini, seçimin ahlâken ve vicdanen kaybedildiğini, AK Parti’nin ışığının yanmış olduğu İstanbul’da bunu yaşamak istemediğimize dair cümleler kurarak bir tweet attım. Tabi, bizimki bir haykırış aslında. Biz samimiyeti, biz bizi biz yapan değerleri aslında geri istiyoruz, başka bir şey istemiyoruz. Ve ondan sonraki süreçte, malûm, seçimin iptali, seçimin yenilenmesi süreci oldu. Tabii dostlarımızla, arkadaşlarımızla ortamlarda yaptığımız görüşmelerde, beni şu an da izleyenler de bilirler, hatta görevli olan birçok arkadaşımıza, “Yapmayın, yapmayın,” dedik. Niçin yapmayın? 31 Mart’ta bir seçim kaybettik. Şayet bu seçimi, ki bana tahminim bile soruldu, “Minimum 500 bin oy fark olur” diyen biriyim ben. İptal edildiği gün, bunu söyleyen biriyim. 31 Mart’ta 13.000 oyla AK Parti kaybedebilir. Ama biz, eğer doğrularımızı geri getirebilirsek biz bunu, bu topu çıkartabiliriz yani. Ama biz, bize yakışmayan bir biçimde gerekçeleri, hiçbir şekilde Yüksek Seçim Kurulu’nun almış olduğu bir kararla örtüşmeyen, bir durumu millete izah etmekte zorlanırız. Ve hakikaten zorlandık. Burada bunu niye anlatıyorum? Bizim öngörümüz: Şayet bu seçim yenilenirse, AK Parti çok büyük bir oy oranıyla İstanbul’da kaybedecek ve bu seçimi yeniletme gayreti içinde olanların bir derdi de, AK Parti’ye ve Sayın Cumhurbaşkanı’na sıkılacak son kurşun gibi bunu kullanacaklar. Bu cümleyi kurmuş biriyim. Şimdi, geldiğimiz noktada hakikaten ne İstanbul teşkilatlarının, ne AK Parti’nin yaşamaması gereken bir travmayı, seçimi yenileterek bu millete yaşatmış oldular. Doğrusu, bazen kaybedersiniz, onurunuzla kaybedersiniz. Kaybettiğiniz, onurla kaybettiğiniz bazı şeyler yeni bir başarı hikâyesinin başlangıcı olabilir. Onu AK Parti teşkilatlarına çok gördüler. Onu çok görenlerle, onu çok görenlerle biraz önce söylediğiniz 15 Temmuz sonrası yaşananları, yani o güç devşirme meselesini yapanlar arasında çok ciddi bir ilişki olduğunu düşünüyorum.

Peki, Ahmet Davutoğlu hocanın faaliyetlerinin hemen hemen hepsinde sizin adınızı gördük. Beraber hareket ediyorsunuz belli ki. Hatta ben yaptığım değerlendirmelerde Davutoğlu’nun esas amacının partiyi –hani ne denir?– kuruluş ayarlarına çekme gayreti olduğunu gördüm; ama anladığımız kadarıyla ya da dışarıdan baktığımız kadarıyla –ki Elazığ’da en son yaptığı halka açık konuşmada bunun işaretlerini verdi–, pek beklediğini alamıyor ve bir hayal kırıklığı yaşıyor. Yani AK Parti içerisinde yeniden inşa imkânının önünün tıkandığı gibi bir izlenim edindim. Nedir bunun öyküsü? Yani burada sizlerin yapmaya çalıştığınız, tabii Davutoğlu Hoca’nın başını çeker göründüğü bu itiraz –uyarı, artık her ne derse–, bu nasıl başladı, nasıl gelişiyor?
Ya, şimdi tabii şöyle, Ruşen Bey: Ahmet Davutoğlu hocamız… sonuçta gerek 11. Cumhurbaşkanımıza gerek Sayın Cumhurbaşkanımıza danışmanlık, dışişleri bakanlığı, başbakanlık ve partimizin genel başkanlığını yapmış bir şahsiyetten bahsediyorum. Ve toplumun da “Hoca” diye adlandırdığı bir insandan bahsediyoruz. Dolayısıyla, sorumlulukları olan insanların, hele hele o sorumlulukları bir dönem üstlendikleri kurumlara karşı kendilerini bağlı görmeleri kadar doğal bir şey olamaz. Yani küçücük bir umudu bile korurlar ve umudu gelecek için kullanmak isterler. Şimdi, Ahmet Davutoğlu Hoca genel başkanlığımızı yaptı ve ben o dönem il başkanlığındaydım, daha sonra Binali Bey’le çalıştık. Daha sonra da Sayın Cumhurbaşkanımızla çalıştık. Üç genel başkanımızla çalışmış bir il başkanıyım. Tabii, Ahmet Hoca’nın… özellikle son dönemdeki biliyorsunuz, 15 Temmuz sonrası Türkiye neredeyse 6 ayda 8 ayda bir seçime girdi. Bizim şu anda temelde şöyle bir problemimiz var — aslında 15 Temmuz bağlamında da bunu değerlendirebiliriz: Doğrudur, ben büyükşehir belediye başkanlığı değişimini, Kadir Bey’in değişimi sürecinde yaşananları ve önce yaşadıklarımızı bir yere not ettik ve sağolsun Sayın Cumhurbaşkanımıza giderek kendisinden müsaade istedik. Bu tabloda yer almak istemediğimizi söyledik ve müsaade istedik. 15 Temmuz’da bu görevde olan insanlar niçin giderler ve müsaade isterler? Veyahut 15 Temmuz’da birlikte olduğumuz arkadaşlarımızın 70’i aşkın il başkanı, ne için metal yorgunluğu metaforuyla adeta temizlenir? Bunu yapan şey nedir? Nasıl bir aklın ürünüdür bu? Şimdi böyle bakılınca, aslında Ahmet Davutoğlu Hoca’yı ve yaşadığı süreci hep birlikte analiz etmemiz lâzım. Yani hakkı teslim etmemiz lâzım. Bakın bu ülkede 17-25 Aralık yargı darbesi yaşandı. Çok doğrudur, hakikaten FETÖ terör örgütü özellikle 2010 referandumuyla…, bunların hepsi bizim hatalarımızdı, yanlışlarımızdı. Ülkeyi, devleti ele geçirme… çünkü biliyorsunuz bunlar yargıyı, bunlar orduyu, bunlar emniyeti ele geçirmeye çalıştılar ve bu üç ele geçirmeyi de eğitim üzerinden planladılar. Bu alçak örgütün bir planıydı bu, 40 yıllık bir plandı. Biz inanan insanlar olarak, bu toprağın çocukları olarak, bu toprağın içinde böyle hainler çıkar mı düşünemedik. Yani Sayın Cumhurbaşkanımızın “Rabbim bizi affetsin, ne istediniz de vermedik” dediği bir ortamda hakikaten bu bir duygu patlamasıdır. Ve biz o dönemde 17-25 Aralık’ı yaşadığımızda, amaç neydi? FETÖ’nun amacı neydi Ruşen Bey? Sayın Cumhurbaşkanı’nı alaşağı etmekti. Doğru mu? Yargıyı kullanarak. İçimizdeki bazı yanlışları da buna vesile kılmışlardı, onun da altını çizelim. Peki, orada başbakanı alaşağı eden iradeyi, o FETÖ’yü yazalım, Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda en fazla konuşacağı meselelerden bir tanesi Pelikan Çetesi olacak. FETÖ o gün ne yaptıysa, Ahmet Davutoğlu’nun Pelikan Çetesi belgeleriyle başbakanlıktan uzaklaştırılması süreci benim zihnimde birbiriyle çok örtüşen iki zaman dilimidir. Onun için aslında o metafor, o metal yorgunluğu metaforu nasıl ortaya çıktı bilmiyorum, ama onun başlangıcı Pelikan Çetesi’nin önce seçilmiş son başbakanı görevden alınmasıyla başlamıştır. 

Bir tasfiye söz konusu diyorsunuz.
Bu böyle bir şey. Ne için? Çünkü 15 Temmuz sonrası, bakın her şey bize yapılabilir ama zulmedemeyiz. Adaletsizlik yapamayız. Biz değerlerimize karşı yanlış işler yapamayız. Biz yarın sokağa çıktığımızda –evet, bazen, ben rahmetli Erbakan hocamla siyaset yaptım, rahmetli Turgut Özal ile siyaset yaptık–, biz sokağa çıktığımızda başımız dik, alnımız ak olmalıyız. Biz bize yakışır gibi siyaset yapmalıyız. Ama, ahlâkî olmayan, değerleri olmayan ve sadece güce odaklı hareket eden insanlar, bu ülkenin 15 Temmuz sonrası o şehitlerin kanları üzerinden kendilerine başka bir gelecek tasavvuru planlamış olabilirler. Ve görüyoruz ki gidişat aslında o yüzde 65-70’lere ulaşmış desteği, bizim biraz önce bahsetmiş olduğumuz o demokrasi alanını genişleterek, o hukuk alanını genişleterek… Bakın, Türkiye bugün öyle bir durumda ki, yani AK Parti’nin iki temel ayağı var: Adalet ve kalkınma. Şu an problemimiz ne ? Adalet ve kalkınma. Biz şu anda bunu konuşmayacağız da, susacağız da ne zamana kadar bu devam edecek? İşte “Hoca”, aslında yapmaya çalıştığı şey, içeriden bir sesle, bunu daha önce hepimiz anlattık: Hoca da anlattı, hepimiz anlattık. Sesimizi duyuramıyoruz. Bakın biz şu anda bir sosyal medya yayını yapıyoruz. Siz niye televizyonlarda yoksunuz?

Böyle daha iyi.
Ahmet Hoca veya bu ülkede cumhurbaşkanlığı yapmış insanlar, bakanlar, neden televizyonlarda yoklar?

Kaderdaş olduk diyorsun.
Ama bakın, kaderdaşlık inşallah bu ülkede yeni bir geleceği de birlikte planlamamızın önünü açsın.

Peki, deminki sorumu şöyle formüle edeyim — demin söylediğiniz cümlede, “içeriden” dediniz. Şunu söylemeye çalışıyorum, sormaya çalışıyorum — tekrar edeyim: İçeriden gayretlerinizden sonuç alamayacağınızı görüp, dışarıdan bir oluşuma gitme eğiliminin öne çıktığı söylenebilir mi?
Şöyle: Biraz önce söylediğim o gerekçeler, yani biz aslında bu partinin kuruluşunda ortak bir akıl, ortak bir vicdan, ortak bir vizyon, istişare kültürü… hani diyorduk ya: “Aynı dağın yeliyiz, biz birlikte Türkiye’yiz”. Biz AK Parti’nin özgün ve özgür bir parti olmasını istiyoruz. AK Parti, kuruluş felsefesine, ilkelerine döndüğü zaman, örneğin ben bir profesyonel bir işte çalışan bir kardeşinizim. Siyaset eğer bana “Gel burada ihtiyaç var” derse siyasetin içine girerim. Benim siyaset yapma gibi bir mecburiyetim yok. Aynı durum hocam için de geçerli. Birlikte olduğumuz onlarca il başkanı, 15 Temmuz’da birlikte olduğumuz arkadaşlarımız için geçerli. Milletvekillerimizle ilgili geçerli, milletvekilliği yapmış bir sürü arkadaşımızla bu istişareler yapılıyor. Ahmet Davutoğlu hocamız da binlerce insanla istişare ederek –bu istişarelerin bazılarında bizler de bulunduk–, istişare ederek Türkiye’nin hem devlet mimarisi ile ilgili, özellikle yeni hükümet modeliyle, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle ilgili… Hep AK Parti’nin nereye gittiği ve neleri düzeltmesi gerektiğiyle ilgili uzun istişareler sonucunda, o ismi biz vermedik aslında, manifestoyu da vatandaşa bir manifesto olarak verdi. Bu manifesto özünde şunu söylüyor. Aslında aynı şeyi Ali Bey de söylüyor. İşte istifa şeyini gördüm, Ali Bey söylüyor, diyor ki “Bu parti ilkelerden ayrıldı, ben yarın hesap veremem” diyor; hepimiz bunu söylüyoruz ve aslında biz neyi istiyoruz? Biz, bizim olan AK Parti’yi geri istiyoruz. Biz, bizim değerlerimize uygun siyaset yapan, anayasasına uygun AK Parti’yi geri istiyoruz.

Vermezlerse?
Bakın, vermezlerse şöyle bir şey: Ev sizin, mücadele etmişsiniz –az önce anlattım, bizim için zor şeyler bunlar Ruşen Bey– sonuna kadar bu itirazları devam ettirmek gerekiyor, kişisel kanaatim bu. Bu itirazlar devam ediyor, işte, az önce dediniz, Elazığ’da konuştu, başka yerlerde de konuşacak. Ama gönlümüz şunu arzu ediyor, bu ülkede her görevde bulunmuş, her türlü suçlamayla, şu an Hoca’nın üzerinde hiç bir şey yok. Bizim de yok, hiçbir apoletimiz yok, hiçbir makam mevkimiz yok. Ama, insanların onurunu koruma adına bir şeyle suçlanıyor, bir şey söylüyor, ya da halkla bir şey paylaşacak, yani bugün televizyonlarda elbette çok önemli takip ettiğimiz, faydalandığımız kardeşlerimiz olduğu gibi, adeta televizyonların kadrolu memuru gibi her yerde gördüğümüz arkadaşların yerine, bir akşam da bu insanlar çağrılsa da bana sorduğunuz sorular onlara sorulsa, çok arzu ederim. Neden? Neden bu ülkede biz medya özgürlüğünü… Demokrasi ve medya ilişkisini tabii çok konuşmak gerekir. Çünkü vatandaşta böyle bir sorun da var; bunu yapmamız gerekiyor. Bunu yapmadığımız zaman, biz burada konuşabiliyoruz. Hoca şunu yaptı aslında, Türkiye’de hakkı da teslim etme adına söylüyorum. Bakın biz artık konuşmamız gerekir dediğimizde, o manifesto çıktığında, ondan sonra Türkiye’de korkunun o prangalara vurduğumuz zihinlerimizde yeni açılımlar görmeye başladık. Hoca bir şeylerin önünü açmaya başladı.

Ama ümmeti bölüyormuşsunuz?
Ümmet çok değerli bir kavram. O kadar değerli bir kavram ki Ruşen bey, siz de bu çalışmaların içinde çokça bulundunuz, kitaplarınızı da okudum. Ümmetin ne anlama geldiğini siz de benim kadar bilirsiniz, ama Türkiye ümmet için çok değerli bir ülke. Türkiye’nin ümmet adına o önemini bilen insanlar önce bu ülkede milleti bölmemesi lâzım. 

İsterseniz burada noktayı koyalım, çok keyifli bir söyleşi oldu. Bu vesileyle tekrar, üç yıl önce 15 Temmuz’da hayatını kaybetmiş olanları rahmetle analım. Erol’dan bahsettiniz, benim de çok yakın arkadaşımdı, tabii tek o değil, ama bütün hepsini rahmetle analım ve gazileri de, yaralı olarak da darbeye direnmiş olanları da analım ve Türkiye’nin demokrasi, hukuk devleti, temel hak ve özgürlüklerin güçlü bir şekilde egemen olduğu bir ülke olması temennisiyle 15 Temmuz darbe girişi sırasında AK Parti İstanbul İl Başkanı olan Selim Temurci ile çok verimli bir söyleşi yaptık. Selim Bey’e çok teşekkürler, izleyicilerimize de bizi izledikleri için teşekkürler, iyi günler.




Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
29.06.2025 Erdoğan ile Kılıçdaroğlu’nun birbirlerinden medet umması ne anlama geliyor?
28.06.2025 Kemal Kılıçdaroğlu mucizesi
27.06.2025 “Türkiye’de seçimle iktidar değişimi dönemi kapandı” mı gerçekten?
26.06.2025 Cübbeli olmak değil, Cübbeli kalmak zor
25.06.2025 Fatih Altaylı Ruşen Çakır’ın sorularını yanıtladı: “İspanya’dayken AKP’li bazı dostlar arayıp ‘gelme tutuklayacaklar’ dedi, sinirlendim ve geldim”
25.06.2025 Bir hayal kırıklığı olarak Kemal Kılıçdaroğlu
24.06.2025 CHP oyun bozmaya devam ediyor
23.06.2025 Yanıbaşımızda ülkeler birbirleriyle, biz ülke olarak birbirimizle savaşıyoruz
22.06.2025 “Öcalan Kürtleri satıyor” koalisyonu
22.06.2025 Fatih Altaylı’nın tutuklanması bize neler söylüyor?
29.06.2025 Erdoğan ile Kılıçdaroğlu’nun birbirlerinden medet umması ne anlama geliyor?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı