Suriye fiyaskosunun faturası tehlikeli bir şekilde kabarıyor

02.07.2024 medyascope.tv

2 Temmuz 2024’te medyascope.tv'de yaptığım değerlendirmeyi yayına Gülden Özdemir hazırladı

Merhaba, iyi günler. Suriye ile ilgili peş peşe, birbiriyle ne derece alâkalı olduğunu şu anda tam kestiremediğimiz gelişmeler oluyor. Olayın bir yönünde, Türkiye’deki Suriyeliler meselesi var; bir diğer yönünde ise Türk devletinin Suriye’deki varlığı meselesi var. Kayseri’de önceki gece yaşanan olaylarda Suriyelilere yönelik birtakım ırkçı saldırılar oldu. Daha sonra bunun Gaziantep, Hatay, Konya gibi başka yerlere de sıçradığını gördük. Şu anda çok büyük çapta değil, çok şükür. Öte yandan, Kayseri’deki olayın hemen ertesinde, Suriye’de Türk ordusunun bulunduğu bölgelerden ilginç, çarpıcı görüntüler geldi; bunlar çok büyük rahatsızlık yarattı. Türk bayraklarının indirilmesi, yırtılması gibi; Türk tırlarının ya da araçlarının durdurulması gibi; Türkiye’nin, Ankara’nın denetimindeki, postane gibi birtakım yerlere saldırılması gibi. Bunları yapanların da Özgür Suriye Ordusu olduğu söylendi. Özgür Suriye Ordusu, mâlûm, Suriye’de Türk devletinin bulunduğu yerlerde Türkiye’nin desteklediği, beslediği, maaş verdiği gruplar. Türkiye’nin orada bir anlamda berâber çalıştığı, işbirliği yaptığı yapılar. Bu neden oluyor? Aslında birkaç gün öncesine gidersek, peş peşe gelen bâzı açıklamalar oldu. Ankara ile Şam arasında bir tür diyaloğun başlama ihtimâlinden bahsedildi ve Suriye’deki Türk hedeflerine yönelik saldırıların da bu görüşme ihtimâlini baltalamak için bir tür tehdit olduğu söylendi. Şimdi, iki taraflı sorun var. Bir yanda, Türkiye’de sayıları milyonları bulan Suriyeliler var ve bunlara yönelik olarak toplumun değişik kesimlerinde değişik düzeylerde birtakım tepkiler var, rahatsızlıklar var. Ve bunları işleyen, bu konunun üzerine çok ciddî bir şekilde giden, hattâ siyâsetlerini bu temele oturtan siyâsî partiler var ve burada yaşanan birtakım gerginlikler var. Bir diğer tarafta da Türkiye, Suriye yönetimiyle ilişkilerini düzeltmek istiyor, böyle bir niyet var. Ama burada 13 yıllık bir fatura var, 2011’den beri gelen bir fatura var. Erdoğan, geçtiğimiz günlerde ne dedi? “Biz Suriye’nin iç işlerine karışma taraftarı değiliz, böyle bir merâkımız yok” dedi. Ama bu vardı; en azından 2011’den îtibâren Türkiye, Suriye’nin iç işlerine çok ciddî bir şekilde karıştı. Hattâ Türkiye, Suriye’nin içine girdi; hâlâ da orada.
Şu hâliyle bakıldığı zaman, “Biz Suriye’nin iç işlerine karışmayız” dediğiniz zaman, birçok şeyi silmeniz gerekiyor. Bir fiyasko söz konusu. Bu fiyasko neydi? Emevî Câmii’nde namaz kılma beklentisiyle kendini ifâde eden bir stratejiydi. Yani Arap Baharı’yla berâber Arap dünyasında yaşanan, özellikle Müslüman Kardeşler hareketinin başını çektiği toplumsal hareketlerin bir tür isyânının Suriye’de de başarılı olması beklendi — ki Suriye’nin aslında bu noktada en kolay ülkelerden birisi olacağı varsayılıyordu. Çünkü Suriye’de Sünnîler çoğunlukta, ama azınlıkta olan Nusayrîlerin bir hegemonyası var, çok darbe yemiş olsa bile çok güçlü bir gelenek var. Sâdece Müslüman Kardeşler değil, ama esas olarak Müslüman Kardeşler, ama aynı zamanda ABD’nin Irak’ı işgâliyle berâber başlayan oradaki radikal unsurlar, Suriye’de de çok ciddî bir şekilde varlık gösteriyorlardı. Dolayısıyla Türkiye bir hesap yaptı ve bu hesapta çok kötü bir şekilde yanıldı. Bu hesap neydi? Suriye’de Esad rejimi devrilecek ve yerine Sünnî İslâmcı bir yapı gelecek; en azından onların başını çektiği bir yapı gelecek ve bu da Türkiye’nin lehine olacak gibi bir yaklaşım vardı. Bu yaklaşım adım adım açığa çıktı. Burada tabiî ki iki tâne önemli faktör var: birisi İran’ın, diğeri Rusya’nın Esad rejiminin yardımına yetişmiş olması. Her neyse; ama bir şekilde Türkiye birçok açıdan çok büyük bir stratejik yanlış yaptı. Stratejik yanlışlar peş peşe geldi. Öncelikle Suriye’de muhâlefeti desteklendi, ardından kapılar açıldı. Kapıların açılması iki yönlüydü: İlkin Suriye’den Türkiye’ye gelenlere kapı açıldı, bir de Türkiye topraklarından Suriye’ye girenlere — ki bunların içerisinde, dünyanın dört bir yanından gelmiş olan cihadcılar da vardı. Türkiye bunların giriş-çıkışlarını Türkiye üzerinden sağladı. Sâdece Türkiye’den girmediler tabiî; ama Türkiye bu giriş-çıkışları çok ciddî bir şekilde kolaylaştırdı. Daha sonra Özgür Suriye Ordusu’nu –“daha sonra” diyorum ama, başından îtibâren bir şekilde sâhip çıktı, silâhlandırdı, vs.. Türkiye her yönüyle bu olaya tam anlamıyla dâhil oldu. Bu öyküyü uzun uzun anlatmaya gerek yok. Ama başından îtibâren buna karşı çıkanlar vardı, her kesimden vardı. Şahsen ben de gazeteci olarak gördüğüm kadarıyla bunun Irak’tan sonra yeni bir mâcerâ olacağını defalarca söylediğimi ve yazdığımı biliyorum; bu yüzden de “Baasçı, Esadcı” olarak tanımlandığımı da biliyorum. Beni bir kenara bırakın, Türkiye’de bir grup aydın, meselâ “Üçüncü Bir Yol Mümkün” diye bir bildiri kaleme aldılar. İçlerinde İslâmcılar da vardı, solcular da vardı. Ve bunlar “hâin”, “Esadcı” vs. îlân edildiler – ki bunların haklı çıktığı hızlı bir şekilde anlaşıldı. Şimdi bir fiyasko var.
Ben baktım: 2017’nin Eylül ayında, “Suriye fiyaskosunun faturasını kim, nasıl ödeyecek?” diye bir yayın yapmışım. Başka yayınlar da yaptım. Özellikle “Transatlantik”te bu konuyu çok konuştuk ve bir fiyasko var, bunun faturası var ve faturayı tabiî ki öncelikle Suriye halkı ödüyor, ama aynı zamanda Türkiye ve Türkiye’deki halk ödüyor, ödemeye devam ediyor. Meselenin birçok boyutu var. İlkin, Suriye meselesi, Suriye’den gelen milyonlarca kişi meselesi Türkiye’de bir toplumsal ve siyâsî gerginliğin zeminini oluşturuyor. Bu mesele artık taşınamaz bir hâle çoktan geldi ve neyin nasıl yapılacağı hâlâ bilinmiyor — birinci mesele bu. İkinci mesele: Türkiye Suriye’nin içinde kalmaya devam edecek mi? Burada tabiî en önemli husus, Kürtlerin orada en azından özerk bir yapı kurmasından duyulan endîşe var. Başından îtibâren bu vardı. Hattâ bir dönem, IŞİD’e bu nedenle, Kürtlerle savaştığı için en azından kötü bakılmamıştı diyelim. Hatırlarsanız IŞİD’in Kobani kuşatması sırasında, “Kobani düştü düşüyor” dendi, ama düşmedi.
Türkiye Suriye’de kalmaya devam edecek mi? Bu bayağı ciddî bir operasyon, yıllardır süren bir operasyon ve bu olay stratejik anlamda çok önemli ve pahalı. Birçok açıdan, ekonomik açıdan da pahalı. Şu anda ekonomik bir krizin içerisinde olduğunu bildiğimiz ülkemiz için bu tür olayların, başka topraklarda asker bulundurmanın bayağı bir faturası var. Bu fatura ödeniyor, ödenmeye de devam edecek. Ama şimdi tam bir tıkanma hâli var. Bir şekilde bu iş bitsin isteniyor. En azından Erdoğan, hiçbir şey olmamış gibi, Esad’la tekrar barışmaya, hattâ âilecek görüşmeye hazır olduğunu söylüyor. Bunda bir engel görmediğini söylüyor. Ama bu iş öyle kolay olacağa benzemiyor. Çünkü birçok boyutu var. Öncelikle Esad’ın bunu isteyip istemediği meselesi var. Esad’ın böyle bir şeye yanaşmak için ne gibi şartlar koşacağı meselesi var. Birincisi bu var. Faturanın yeni bir boyutu olacak bu. İkinci mesele olarak şunu biliyoruz ki Esad, Türkiye’ye giden herkesin olduğu gibi geri dönmesine hiç de gönüllü değil. Bir diğer yandan, Türkiye’ye yerleşmiş olanlar da Esad’la Ankara anlaşsa bile geri dönmeye çok da fazla teşne değiller. Sonuçta Ankara’yla Şam arasında bir anlaşma olsa bile Türkiye’deki Suriyelilerin önemli bir kısmının Türkiye’de kalmaya devam edeceğini kabullenmemiz gerekiyor. Peki o zaman bu olay nasıl çözülecek? Bunun toplumsal, siyâsî, kültürel, ekonomik yönleri nasıl çözülecek? Bu konuda tam bir belirsizlik var.
Bir diğer husus, tekrar başta bahsettiğim o görüntülere gelecek olursak, Erdoğan’ın Şam’la, Esad’la görüşmesini istemeyen ve oradaki statükonun sürmesini isteyen gruplar var. Demin bahsettik: ÖSO. Şimdi ÖSO’cular bu olmasın diye ellerinden geleni yapmaya niyetliler, öyle gözüküyor ve daha ilk baştan çok tahrik edici bir şekilde bayrak yakarak vs. bunu gösterdiler. Ama orada yakılan bayrak, yırtılan bayrak Türkiye’de de çok otomatik bir şekilde neredeyse zâten var olan Suriyelilere karşı öfkeyi, kini, nefreti iyice teşvik ediyor ve bunlar birbirlerini besliyorlar. Böyle ilginç bir durumla ve açıkçası bir açmazla karşı karşıya Türkiye. Baktığım zaman açıkçası hiçbir işâret göremiyorum. Herhangi bir arayış içerisinde olduğunu söylemek mümkün değil iktidârın. Yani bir felç hâli söz konusu. Evet, “Esad’la görüşülebilir” deniyor, ama nasıl olacağı, ne verileceği, ne alınacağı konusunda hiçbir şey bilinmiyor. Çünkü geçmiş geçmedi. Yani şunu diyebilirsiniz: Meselâ Körfez ülkeleriyle Erdoğan birtakım atışmalar yaptı vs., sonra hiçbir şey olmamış gibi Körfez’le barıştı. Tamam, işin içerisine ekonomik unsurlar girdi vs., barışıldı. Orada bir beyaz sayfa açılabildi. Ama Suriye’de o sayfayı nasıl açacaksınız? Binlerce, on binlerce insan hayâtını kaybetti, yerini yurdunu kaybetti. Milyonlarca insan… ve bu hâlâ sürüyor, hâlâ bunları yaşıyoruz. Yani hiçbir şey olmamış gibi yapmanın imkânı olmayan bir durumla karşı karşıyayız. Ve açıkçası Ankara’nın şu aşamada bir oyun planı olduğunu ben görmüyorum. Varsa bile bu oyun planını, bu uygulamayı tek başına hayâta geçirebilme gücü yok. Yarın Astana görüşmesi var. Astana’da belli ki Erdoğan’a yine bunlar dayatılacak; özellikle askerini çekmesi, Türk ordusunu çekmesi vs.. Esad’la anlaşması gibi şeyler dayatılacak. Ama bu açıkçası hiçbir şekilde, “Tamam” diyerek hallolabilecek bir mesele değil. Yani siz Suudî Arabistan’la meselelerinizi Veliaht-Prens’le konuşarak, karşılıklı birbirinize birtakım sözler vererek halledebiliyorsunuz ya da Birleşik Arap Emirlikleri’yle bunu yapabiliyorsunuz. Çünkü oralarda sizin yaşadığınız olay, sâdece tepede yaşanan bir olaydı. Kamuoylarını, toplumları doğrudan ilgilendiren olaylar değildi. Ama Türkiye’nin Suriye politikası doğrudan Türkiye ve Suriye’deki halkları birinci derecede etkiledi ve baktığımız zaman, tam anlamıyla olumsuz etkiledi.
Şimdi sarılması gereken çok yara var. Bunu kim, nasıl saracak, kim buna niyetli? Dünyanın gündeminde Suriye’nin çok fazla bir yeri olduğunu sanmıyorum. Şu anda dünya, bölgede tabiî ki ağırlıklı olarak Filistin meselesine, Gazze’ye ve belki de devam edebilecek olan İsrail-Lübnan çatışmasına odaklı. Suriye’deki mesele büyük ölçüde hallolunmuş gibi görülüyor. O da nedir? Esad yerini korudu, bir şekilde düzeni tekrar inşâ ediyor — birtakım sorunlarına rağmen. Artık orada rejimin değişmesi gibi bir ihtimal yok. Esad’ın gitmesine yatırım yapanların hemen hemen hepsi –ki Türkiye de buna dâhil– bundan artık vazgeçti, bu realiteyi kabul etti. Ve diğerleri, birçok ülke, doğrudan sınırdaş olmayan birçok ülke, artık Suriye’yi çok fazla ilgiyle izlemiyor. Ama Türkiye’nin böyle bir lüksü yok. Yani Türkiye kalkıp Esad’la anlaşsa bile bu sorunun faturasını ödemeye devam edecek. Dün ben sosyal medyada kısa bir şey paylaştım; dedim ki: “Şu günlerde Erdoğan iktidârının Suriye politikasının tam anlamıyla iflâs ettiğini net bir şekilde görüyoruz.” İktidar yanlılarından tepki geldi. İşte, tabiî ki ilk akla gelen, “foncu moncu”. Yani şimdi, Erdoğan’ın Suriye politikalarının iflâs ettiğini söylediğiniz zaman Batı yanlısı mı oluyorsunuz? Halbuki Batı, zamânında Erdoğan’ın bu politikalarına büyük ölçüde destek vermişti. En azından karşı çıkmamıştı; çünkü Batı da Esad’ın devrilmesini istiyordu. Tabiî ki orada IŞİD ve benzeri yapıların güçlenmesini istemiyorlardı; ama Esad’ı da istemiyorlardı. Çünkü Esad, hem Rusya’nın hem İran’ın destekçisiydi. Yani burada, zamânında Erdoğan’ın Suriye politikasının aslında Batı’ya paralel olduğunu görmek lâzım. Ve o günleri tabiî ki insanlar unutmak istiyor; ama o günlerde Erdoğan’ın Suriye politikasının en sıkı destekçileri arasında, Türkiye’de açık bir şekilde “Amerikancı” olarak tanımlanabilecek kişiler ve kurumlar da vardı. Hep birlikte yaptılar bu işi, hep birlikte çuvalladılar. Ama diğerleri daha çaktırmadan, erkenden kayboldular, kendilerini unutturdular. Ama Erdoğan ve ona özellikle İslâmî kesimde destek verenler kalakaldılar.
Şimdi neden böyle bir rahatsızlık oluyor? Bunun adını koyuyorsunuz. Bu bir iflâstır, tam anlamıyla bir fiyaskodur ve hâlâ Türkiye bu konuda önünü göremiyor. Şimdi deniyor ki: “Tam Erdoğan Esad’la bir şeyler yapacakken Mossad devreye girdi, CIA devreye girdi”, vs. oldu, şu oldu, bu oldu. Şimdi birdenbire Esad’la görüşmek değerli bir şey oldu. Ve tabiî buradaki temel yaklaşım şu: Erdoğan ne yaparsa haklıdır. Dün Esad’ı devirmeye çalışırken haklıydı; ondan önce Esad’la birlikte âile fotoğrafları verirken haklıydı; sonra Esad’a savaş açarken haklıydı; şimdi Esad’la görüşmek istediği için haklı. Dönemler değişiyor, ama Erdoğan'ın haklılığı değişmiyor. Şimdi de Erdoğan’ın Esad’la yakınlaşmasını engellemeye çalışanların komplosundan bahsediliyor. “Daha önce Erdoğan’ın Esad’a savaş açmasını engellemeye çalışanların komplosu bunlar” deniyor. Bu yaklaşımlarla, yani “Ne yaparsak yapalım her zaman doğruyu yapıyoruz” yaklaşımıyla bir yere gitmek mümkün değil. Tabiî ki şunu da beklemek gerçekçi değil: Erdoğan kalkacak, diyecek ki “Ya, ben yanlış yaptım, biz yanlış yaptık”; ya da Ahmet Davutoğlu ya da bir başkası, “Bizim bütün bu planlarımız, işte, câmide namaz kılma vs. söylemleriniz, açık kapı politikalarımız, bu kadar milyonlarca insanın Türkiye’ye gelmesini teşvik etmemiz vs. –teşvik edildi bunlar biliyorsunuz– bunlar yanlıştı” demesini beklemiyoruz. Evet, onlar bunları yaptılar. En azından şu anda hem Türkiye’de hem Suriye’de insanlara bir borçları var. O da, bütün bu fiyaskonun sonuçlarını giderebilmek için akılcı, hayâta geçirilebilir ve insanlar tarafından da, her iki ülkenin toplumları tarafından da bir şekilde sıcak bakılabilecek bir program, bir strateji, bir yol haritası göstermeleri gerekiyor. Şu hâliyle bize, “Esad’la bir görüşelim bakalım” diyorlar. Sanki lütfediyormuş gibi Türkiye. Oysa Türkiye buna mecbur. Burada açıkçası Esad’ın kabul edip etmeyeceği daha önemli bir nokta olarak duruyor.
Neyse. Maalesef bu duruma geldik. Çünkü Esad, kanlı otoriter ya da totaliter bir rejimi babasından devralmış bir isim. Kendisi de aynı şekilde devam etmiş bir isim. Ve şu hâliyle bakıldığı zaman, Ankara yanlış politikalarıyla Esad’ın elini bir şekilde güçlendirmiş oldu. Ve şu hâliyle baktığımız zaman, açıkçası çok tehlikeli bir gidişat ihtimâli var. Hem Suriye’de yaşanabilecek hem Türkiye’de yaşanabilecek tehlikeli, istenmeyecek hususlar gelişebilir. Ve birileri, açıkçası Türkiye’nin ve Suriye’nin iyiliğini istemeyen birileri için de –bunlar hangi güçlerdir, nelerdir? İstediğinizi sayabilirsiniz, hiç önemli değil– bunların hepsinin ellerini ovuşturduğu bir ortamla, bir platformla karşı karşıyayız. Şu hâliyle Türkiye’deki Suriyelilere karşı birtakım provokasyonların potansiyeli var ya da Suriye’deki Türk varlığına yönelik birtakım provokasyonların potansiyeli var. Bir diğer husus da tabiî ki –şu anda çok söz konusu değil, umarım olmaz ama– Türkiye’deki Suriyelilerin içerisinden birtakım, özellikle cihadcı grupların tekrar organize bir şekilde Türkiye topraklarında bir şeyler yapma ihtimâli var. Daha önce yaptılar biliyorsunuz: Atatürk Havalimanı’na, Reina gece kulübüne, ama onun dışında Ankara Garı’na, Suruç’a, HDP mitingine, birçok yere saldırmış bir yapıdan, bir şebekeden bahsediyoruz. Bütün bunların hepsinin potansiyelinin olduğu bir dönemdeyiz ve şu hâliyle bakıldığı zaman, Ankara, bizim içimizi ferah tutmamıza, her şeyin kontrol altında olduğunu düşünmemize imkân verecek mesajlar sunmuyor. Bu yayını noktalamadan önce, bugün saat 18.00’de CHP’nin gölge dışişleri bakanı Prof. İlhan Uzgel ile tam da bu konuyu konuşacağım: CHP’nin Suriye meselesine nasıl baktığı konusunu. Bu konuda özellikle Özgür Özel çok düzenli bir şekilde mesajlar veriyor. En son CHP, bugün, yanılmıyorsam 10 maddelik bir program açıkladı. Bunları işte İlhan Uzgel ile konuşacağız. Onu da izlemenizi öneririm. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
01.09.2024 Ayrılar aynı yerde: Kuvvet komutanları, HÜDA PAR, MHP…
31.08.2024 Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Atatürk’le alıp veremediği ne olabilir?
28.08.2024 Sinan Ülgen ile söyleşi: Türkiye S-400'leri ne yapacak?
28.08.2024 Transatlantik: S-400’lerin geleceği - ABD-Çin ilişkileri - Erdoğan ve Netanyahu çatışması
25.08.2024 Arda Turan belgeselini izlemeye niçin karar verdim?
23.08.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (228): CHP içi tartışmalar – Yeni Anayasaya ihtiyaç var mı? – Mehmet Şimşek spekülasyonları
22.08.2024 Mehmet Şimşek hakkındaki spekülasyonların aslı
22.08.2024 Süleymancılar niçin güven vermiyor?
21.08.2024 Transatlantik: Biden’ın vedâsı – Sürpriz Kursk Harekâtı devam ediyor – Gazze’de ateşkes mümkün mü?
21.08.2024 Hani “fondaş” olan bizdik!
01.09.2024 Ayrılar aynı yerde: Kuvvet komutanları, HÜDA PAR, MHP…
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
11.02.2016 Hesabên herdu aliyan ên xelet şerê heyî kûrtir dike
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı