Soli Özel ile söyleşi: Dünya Savaşı Ortadoğu’dan mı başlayacak?

01.08.2024 medyascope.tv

1 Ağustos 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tana Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Hamas’ı, İsrail’i ve Ortadoğu’yu konuşmaya devam ediyoruz. Bugün konuğumuz Soli Özel. Soli, merhaba.
Soli Özel: Merhabalar.

Ruşen Çakır: Seninle neredeyse 40 yıldır tanışıyoruz. Ben gazeteciliğe başladığımda sen de üniversitede ilk derslerini vermeye başladığından beri muhabbetimiz daha çok Ortadoğu üzerine oluyor. Bu kadar berbat bir dönem daha önce de yaşandı herhalde, ama şimdi berbatın zirvesinde bir dönemden geçiyoruz, değil mi?
Özel: Çünkü sorunların çözümü ertelendikçe aslında bir yığın oldu ve eninde sonunda bir yerden patlayacaktı. İki mesele var bununla ilgili. Birincisi, Oslo Anlaşmaları imzâlandığında, Arafat, hiçbir zaman açıkça söylemese bile, 1948-1949 mültecilerini satmış oluyordu. Tabiî bu Filistinliler açısından Hamas’ın yaslanabilir bir acısı oldu. İkincisi, İbrahim Anlaşmaları imzalandığında, aslında 11 Eylül'den sonra ya da İkinci İntifada’n sonra, ‘’Filistin meselesi artık Ortadoğu açısından merkezî önemini yitirmiştir. Filistinliler bastırıldı. İsrail bildiğini okuyabiliyor. “Bizim derdimiz İran’ladır; dolayısıyla Ortadoğu için yeni bir güvenlik mîmârîsi geçerlidir” diyenler oldu. Bunu söyleyenler kimdi? Giderek güç merkezi Mısır’dan ve Maşrek’ten Körfez’e kaymış olan Arap dünyasındaki petrol zengini, paraları olan, dünya ekonomisiyle entegre olmaya çalışan Körfez ülkeleri. Onlar açısından birinci mesele İran meselesiydi. Birleşik Arap Emirlikleri büyük bir coşkuyla, Bahreyn başka çâresi olmadığı için, Fas başka beklentileri olduğu için bu işe giriştiler ve hakîkaten, kimsenin aklında artık Filistin meselesi diye bir meselenin büyük bir maraza çıkaracağı yoktu.
Hatırlarsak, Hamas’ın saldırısı 7 Ekim’de gerçekleşti. Bu arada tabiî İsrail de Hamas’ı paraya boğarak bir şekilde idâre edebileceğini düşünmüştü. 7 Ekim’de Hamas’ın saldırısı gerçekleşti. 4 Ekim’de, Amerikan Ulusal Güvenlik Danışmanı Jack Sullivan, “Ortadoğu uzun zamandır bu kadar rahat, huzurlu, sâkin ve istikrarlı olmamıştı” gibi, ancak körlükle açıklanabilecek bir açıklama yaptı.

Ruşen Çakır: Sözünü kestim Soli ama, dünkü “Transatlantik” yayınımızda https://medyascope.tv/2024/07/31/transatlantik-iran-haniye-suikastine-nasil-cevap-verebilir-erdoganin-israile-meydan-okumasi-harris-trumpin-onunde-mi/ Ömer Taşpınar da söyledi bunu. Sullivan, Foreign Affairs dergisindeki yazısında belirtmiş bunu. Ama sonra Hamas saldırısı başlayınca, derginin internet versiyonunda o giriş cümlesini silmişler.
Özel: Evet, bu doğru, sildiler. Dediğim gibi, bu ancak körlükle, bir de çok mekanik bir güvenlik anlayışıyla açıklanabilecek olan bir şey. Sonunda patlayacak olan şey patlayıveriyor. Nitekim 7 Ekim’de bir anda bütün denklem değişiverdi gibi gözüküyor. Önümüzdeki dönemde ne olacağını tam olarak bilemeyiz. Ama şöyle düşün: Doğru dürüst işlemeyen bir Irak Devleti var. Irak’ta, Amerikan Savaşı sonucunda iktidârı ele geçirmiş olan Şiî Araplar’ın, bu gücü Sünnîler’le kolay kolay paylaşmaya niyetleri yok. Suriye’de devlet çökmüş vaziyette, 10-13 yıldır bir iç savaşın pençesinde kıvranıyor, nüfûsunun yarısı ülkenin içinde ya da dışında mülteci oldu. Mısır, ancak milletin verdiği sadakalarla ayakta kalabilen, geçmişinden çok daha ötede ceberrutluk sergileyen bir ülke hâline geldi. Arap dünyasında bir birlikten bahsetmek mümkün değil ve Arap isyanlarının çıkmasına yol açan koşulların düzeldiğine dâir de en ufak bir emâre yok. Günün birinde aynı koşullar farklı şekillerde yeniden ortaya çıkacak ve hakîkaten Arap devletler rejimlerinin değişime bu kadar kapalı olabilmeleri, her türlü değişim talebini bu kadar şiddetle bastırabilmeleri, bunu yapabilecek manevra alanını kendilerine yaratabilmeleri de dünya siyâseti açısından çok ilginç bir durum aslında.

Ruşen Çakır: Çok zor iki soru var aslında.  Biliyorsun bir süredir 3. Dünya Savaşı muhabbeti gidiyor. Hakan Fidan da bunu dillendirdi. Aslında iktidar da bunu bir şekilde sürekli gündemde tutmaya çalışıyor. Bir diğer olay ise Ortadoğu’daki bölgesel savaş. Şimdi bir de üçüncü bir teori ortaya çıktı: “Eğer 3. Dünya Savaşı çıkarsa, bu Ortadoğu’dan da başlayabilir”. Sorularım şunlar: Kademeli olarak gittiğimizde, sen bölgesel bir savaş bekliyor musun Lübnan’ı, İran’ı da doğrudan içine alacak şekilde? İkincisi, eğer böyle bir bölgesel savaş çıkarsa, bu 3 Dünya Savaşı’nın da tetikleyicisi olur mu?
Özel: Bir bölgesel savaş çıkma ihtimâlinin yükseldiğine dâir iki gündür pek çok yazı çıkıyor. Bu programa çıkmadan önce, Washington Post’un hem Ortadoğu’yu çok iyi bilen hem de kaynakları çok güçlü olan ve meşhur “One Minute” olayında da oturum yöneticisi olan David Ignatius’un yazısını okudum. O da yazısında, Haniye’nin öldürülmesi, ondan önce de Fuat Şükrü’nün öldürülmesiyle, yeniden Avrupa Birliği’nin, Amerika’nın ve başka arabulucuların devreye girmiş olduğundan bahsediyor. Yazısını da, “Bir gün gelecek bu arabulucuların çabaları para etmeyecek ve bu savaş patlayacak” korkusunu dile getirerek bitiriyor. Benim bütün okuduklarımdan, konuştuğum çeşitli yerlerdeki arkadaşlarımdan ve kendi kafamdakilerden vardığım sonuç şu: İran rejiminin bu iki saldırıya, tabiî en çok da Haniye’nin İran'da, üstelik de çok korumalı olması gereken Devrim Muhafızları’na âit bir bölgede nasıl olup da bu kadar kolayca vurulabildiğini gördükten sonra ve bunun yarattığı büyük mahcûbiyetten sonra nasıl cevap vereceği ile alâkalı. İranlılar çok sert bir cevap vermeye kalkarlarsa, İsrail’de, Hizbullah’la birlikte ya da tek başlarına sivil öldürecek olurlarsa, o zaman eli kaşınan İsrail hükûmetinin de buna çok sert cevap vermesi olasıdır. Yani iki ay önceki o füzelere karşı pimpirik saldırı gibi değil, çok daha ciddî bir cevap vermesi ihtimâli var. “Bu, bitirilebilecek bir savaş olur mu? Muhâsebesi önceden yapıldı mı?” konusunda okuduğum bütün yazılar, İsrail açısından Hizbullah’ı yok etmenin pek kolay olmayacağını söylüyor. Ama Lübnan yok olabilir. Dolayısıyla şu anda durduğumuz yerde bir bölgesel savaşın çıkıp çıkmayacağı, büyük ölçüde İran’ın nasıl bir cevap vereceğine, geçen krizde olduğu gibi arabulucuların İran’ın cevâbını kalibre edip, İsrail’in buna yine son derece sâkin ya da kontrollü bir cevap vermesini sağlayıp sağlayamayacaklarıyla ilgili. Benim en azından şu an için bu konularda pek bir bilgim yok.
Geçen sefer Türkiye’den İran’a –ki o zaman cumhurbaşkanı sağdı– başka ülkelerden gittiği gibi mesajlar gittiğini, Amerikalılar’ın bu konuda ricâcı olduğunu okumuştum. Bugün Türkiye benzer bir konumda mıdır değil midir onu bilmiyorum. İsrail tarafının pek söyleyebileceği bir şey olduğunu sanmıyorum. İranlılar’ın ne yapacağına bakmak lâzım. Korkum da şu: İran’da yeni bir cumhurbaşkanı var. Bu cumhurbaşkanı, dinî lider tarafından bilerek ve isteyerek adaylığı kabul edilmiş birisi. Dünyayla daha yumuşak bir ilişki kurma taraftârı. Hamaney’in, her şeye rağmen rejimin meşrûiyeti için bu seçim işinin ne kadar önemli olduğunu anladığını gösteren bir tercih bu. Benim bütün okuduklarımdan çıkardığım sonuç bu. Şimdi böyle bir olay, her ne kadar istihbârat İran’da sertlik yanlılarının elindeyse de, bu, daha yumuşak bir ilişki taraftarı olan yeni cumhurbaşkanının altındaki zemini zayıflatır diye korkuyorum.
İkincisi, sen sormadın ama onu da söylemiş olayım: İsrail son yıllarda kevgire döndürdü; İran’da yapmak isteyip de yapamadığı hiçbir şey yok. Mühendis öldürüyor, gidiyor 200 bin belge çalabiliyor, bombalar patlatabiliyor. İşte, son örnekte de neredeyse eliyle koymuş gibi Haniye’yi bulup vurmayı ve öldürmeyi becerebildi. Dolayısıyla, ben İran rejimi içinde çok ciddî bir çatlak olduğunu düşünüyorum. Yani bu istihbârat sâdece İsrailliler’in İran’daki varlığıyla kolay açıklanamaz gibi geliyor bana. Ama bunlar benim bildiğim karanlık yerler değil, o nedenle ancak spekülatif olarak söylüyorum. Bugün Financial Times’ta, İsrail İstihbârâtı’nın, 7 Ekim’deki çuvallamanın ardından kendi kredibilitesini yeniden inşâ etmek için de bunları yaptığını, bu nedenle bu mesajların çok sert verildiğini söyleyen bir yazı çıktı — ki başka yerlerde de benzer yazılar var.

Ruşen Çakır: Geçen gün AK Parti sözcüsü Ömer Çelik, net bir şekilde, “İsrail bölgesel bir savaş istiyor ve Haniye sûikastı ile bunun ilk tetiğini çekti” açıklamasını yaptı. Sence bu tespit doğru mu? İsrail gerçekten bölgesel savaş istiyor mu? Yoksa, savaşı bölgeye sıçratma gibi bir tehditle bir şey mi yapmak istiyor? İsrail’in bölgesel bir savaştan nasıl bir hesâbı olabilir çok emin olamadım, sana sormak istiyorum.
Özel: Sen emin değilsen benim emin olmam için de bir sebep yok, yani İsrail Kabinesi’nde oturmuyorum, ama yine okuduklarıma istinâden şunu söyleyebilirim: İsrail, “Hamas'ı nasıl olsa hallettik, Katar’dan para gidiyor. Bunlar orada iktidarlarını giderek güçlendiriyor. Biz de arada girip çimenleri bir biçiyoruz, düzleştiriyoruz” gibi bir rahatlıkla, son 4-5 yılda özellikle kuzey sınırına, yani Hizbullah meselesine odaklanmış, bütün savaş hazırlıklarını Hizbullah’a göre yapmışlar. Dertleri de şu: Hizbullah 2006’da varılmış olan anlaşmaya uymayarak kendi birliklerini Litani Nehri’ne doğru çekmiyor. Onların yerine Lübnan ordusunun gelmesi gerekirdi, buna izin vermiyor. Dolayısıyla arada bir İsrail’le de böyle bir atışmaları oluyordu. Şimdi elleri çok kaşınan ve “Fırsat bu fırsattır, Hizbullah’a da gününü gösterelim” diyen, “Bu arada Lübnan’ı da yok edersek çok önemli değil” diye düşünen birtakım adamlar belli ki var İsrail’de.
İkincisi, Netanyahu açısından da bu savaşlar ne kadar devam ederse, kendi iktidârını korumak, dolayısıyla hapse girmekten kurtulmak çok daha kolaylaşacak. Karşısında da, bizim 2024 öncesini hatırlatan, o kadar etkisiz, beceriksiz, odun kafalı bir muhâlefet liderleri kadrosu da var. Yani 7 Ekim gibi bir felâket bu adamın başbakanlığı sırasında gerçekleşti. Yüz binlerce insan haftalardır bu adam istifâ etsin diye yürüyor ve savaş sırasında hâlâ yürümeye devam ediyorlar. İsrail toplumu için çok önemli olan rehineleri kurtarma meselesi belli ki bunun umûrunda değil. Bunlara rağmen sâdece iktidarda kalabilmekle kalmıyor, aynı zamanda gücünü de artırıyor. Yani yarın bir seçim olduğu takdirde Bibi Netanyahu’nun kaybedeceğinden emin olamayacağımız bir durumdayız. Evet, İsrail’in içinde bir bölgesel savaşı isteyenler vardır ve eninde sonunda, Amerika’nın, istemese bile –ki istemiyor– böyle bir savaşta İsrail’in yanında yer alacağını hesap ederek de bu riski göze alabilirler. O nedenle İran’ın vereceği cevâbın dozu ve bu dozun, Nisan ayındaki saldırıda olduğu gibi araya girenler tarafından ayarlanıp ayarlanamayacağı, önümüzdeki günler içerisinde, bölgesel savaş ihtimâlinin güçleneceğini mi yoksa zayıflayacağını mı gösterecek.

Ruşen Çakır: Peki, Türkiye ne durumda? Bir ara Türkiye gerçekten birtakım şeyler yapabiliyordu. Hattâ hatırlarsan, Türkiye İsrail’le Suriye’nin arasını bulmaya çalışıyordu.
Özel: Evet, doğru.

Ruşen Çakır: En azından bir zemini vardı, iki ülkeyle de arası iyiydi. Erdoğan Rize’de bir konuşma yaptı biliyorsun. Konuşmasının bir yerinde, “Karabağ’a, Libya’ya nasıl girdiysek buraya da gireriz. Yeter ki birlik olalım” dedi. Bu konuşmadan bir iki gün sonra Haniye sûikastı patlak verdi. Ve tabii gözler Türkiye’ye, Erdoğan’a çevrildi. Erdoğan’ın yaptığı açıklama, kendisinden beklediğimiz sıradan bir açıklama. Dün “Transatlantik”te Ömer’le (Taşpınar) de konuştuk bunu. Ömer askerî akademide hocalık yapıyor. Oradaki askerler de, “Erdoğan nereye girmekten bahsediyor?” diye ona sormuşlar. Çünkü o bile bir sorun. Ama sanki şöyle bir formül var: Eğer Savaş Lübnan’a sıçrarsa ve Lübnan hükûmeti destek isterse belki; yoksa Türkiye’nin Gazze’ye, Filistin topraklarına müdâhil olması… Sen ne dersin? Ne yapabilir Türkiye?
Özel: Doğrusu ben çok anlam veremiyorum. Bir kere, Türkiye’nin Karabağ’a girdiğinden haberim yoktu. Yani Türkiye Azerbaycan’a yardımcı oldu da Karabağ’a mı girdi bilmiyorum. İkincisi, tamam, “İsrail’e gireriz” dedi de, unutma, birkaç ay önce, “Gazze düşecek olursa İsrail Türkiye’ye saldıracaktı” diye, haritaya bakan herhangi birinin anlamakta zorluk çekeceği bir şey de söylemişti Cumhurbaşkanı Erdoğan. Hatırlattıklarınla da yetinmeyelim, yanılmıyorsam 2007 yılıydı, Türkiye’nin parlamentosunda, herhalde dünyanın başka hiçbir parlamentosunda gerçekleşmeyen bir şey gerçekleşmişti. Önce hangisi konuştu hatırlamıyorum; ama İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’le, Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas aynı gün Meclis çatısı içinde Türkiye’de milletvekillerine hitap etmişlerdi. 2008’de, senin hatırlattığın gibi –ki bu, Cumhurbaşkanı’nı çok kızdıran bir şeydi–, İsrail Başbakanı Ehud Olmert Suriye işlerini konuşmak için buraya gelmişti. Sonradan duyduklarımıza göre İsrail’le Suriye arasında doğrudan görüşmelerin başlamasına yönelik çok önemli mesâfe katedilmişti; bir tek kelime üzerinde anlaşmazlık kaldığı söyleniyordu. Ardından, İsrail’in Gazze’ye saldırısı başladı. Cumhurbaşkanı aldatıldığını ya da oyuna getirildiğini düşündü ve çok öfkelendi. Zâten o meşhur “One Minute” olayıyla Davos’ta bu taçlandı diyelim. Türkiye bundan dolayı bir bedel ya da çok sert tepkilerle de karşılaşmadı aslına bakarsan.
Şimdi, o günkü Türkiye’den, yani İsrail’le Filistin’i barıştıracak, İran’daki nükleer programla ilgili konuşmalar burada yapılacak, Türkiye buna taraf olacak, Suriye ile İsrail arasında doğrudan görüşmeler başlayacak, bunlara katkıda bulunan bir Türkiye’den, bugün istediğiniz kadar oraya buraya seyâhat edin, devrelerin dışında kalmış olan bir Türkiye var. Yapılan hiçbir önemli toplantıdaki masada Türkiye yok. Çok üzülerek söylüyorum bunu. Bu kullanılan dil nedeniyle sâdece İsrail’le ilişkilerin çok gerildiğini sanmıyorum, aynı zamanda Arap devletlerinin de bu kadar sert bir dilden çok hoşnut oldukları izlenimi yok bende. Çünkü iki tarafı var bunun. Birincisi, muhâfazakâr Arap Devletleri –ki Mısır da bunların arasında–, zâten Hamas’tan pek hazzetmiyorlar. İkinci olarak da kendi kamuoyları, etkili bir pozisyon almadıkları için çok öfkeli. Türkiye’den de bu tür lâflar geldiğinde, kamuoyu ne kadar ciddîye alıyor onu bilmesem de, kendi üzerlerindeki baskının da arttığını düşünüyorlar ve bundan da çok hoşnut değiller. Yani Türkiye burada bir takım oyuncusu gibi hareket etmiyor gibime geliyor ve bu söylemle de bence biraz “keskin sirke küpüne zarar verir” konumunda da kalıyor.
Son olarak, dediğin doğru: Haniye Türkiye için önemli bir kişilikti. Hattâ kaç kez Türkiye’ye geldi. 7 Ekim’de İstanbul’da olduğunu biliyoruz, belki pasaportu da vardır, bilmiyorum. Türkiye’nin kendisine bu kadar yakın bulduğu bir Filistinli liderin, Hamas liderinin öldürülmüş olması, elbette Türkiye’yi rahatsız edecektir. Bir de şunu eklemek lâzım: İsrail’le ilgili o lâfların edildiği sırada sanıyorum, “Biz Mahmut Abbas’ı dâvet ettik, reddetti. Bizden özür dilemesi gerek” dedi Erdoğan.

Ruşen Çakır: Evet, zâten oradan başladı.
Özel: Abbas bir dâveti reddettiği için niye özür dilemek zorunda onu ben bilmiyorum, ama sonunda galiba “Geleceğim” dedi. Bugün İletişim Başkanlığı’nın, 14-15 Ağustos’ta Mahmut Abbas’ın gelip Meclis’te konuşma yapacağına dâir bir açıklaması vardı. 

Ruşen Çakır: Evet, hattâ şöyle bir formül bulunmuştu: Abbas ve Haniye birlikte geleceklerdi; ama Haniye öldürülünce…
Özel: Demek ki Haniye’nin tek başına çağrılmasının yapılmaması gereken bir şey olduğunu birileri anladı ki öyle bir formül buldular. Ama şimdi Haniye yok, yerine kimin geçeceği de şu an için belli değil bildiğim kadarıyla.

Ruşen Çakır: Peki, şunu sormak istiyorum. Netanyahu’nun Amerikan Kongresi’ndeki konuşması ayakta alkışlandı.
Özel: Evet, korkunç.

Ruşen Çakır: Demokrat temsilcilerin bir kısmı katılmadı, boykot ettiler; ama büyük bir çoğunluğu gitti ve ayakta alkışladı. Hattâ Elon Musk gibi figürler de oradaydılar. Bu konuşmadan hemen sonra, önce Beyrut’ta Fuat Şükrü’ye yapılan saldırı, ardından Tahran’daki İsmail Haniye sûikastı bir tesâdüf müdür? Daha doğrusu, Netanyahu’nun Amerika’da bir güven tâzelemesi yaptığı net değil mi? Yani bir tür açık çek aldı ya da aldığını düşündü. Ne dersin?
Özel: Ben buna katılmıyorum. Geçtiğimiz 9 ay boyunca Bibi Netanyahu, Biden hükûmetinin kendisine yaptığı uyarıları çok iplemiştir de bu sefer açık çek aldı, rahatladı diye bir şey yok. Bibi’nin 9 aydır yapamadığı bir tek şey söyler misin bana? Yapmak istediğini iki gün ya da 10 gün ertelemiş olabilir, Refah’ta yaptığı gibi. Şöyle biraz durdu, ardından ne yapmak istediyse yaptı. Hayır Biden’ı hiç takmadığını, Biden yönetimini çok zayıf bulduğunu düşünüyorum; Biden yönetiminden kendisine bir yaptırım gelemeyeceğine o kadar emin ki istediğini yapmaya devam ediyor. Ben meseleyi biraz geri alıp bir bağlam çizeyim. Ben ne Kamala Haris kampanyasının ne Trump kampanyasının, Amerikan seçim kampanyası üzerine bu savaşın gölgesinin düşmesini istediğini sanmıyorum. Trump biraz daha rahat olabilir, “Şu işi bir an önce bitir” diye bir şey söylemiş olabilir; ama asıl mesele Biden yönetiminde. Biden yönetimi İsrail’in elini tutabilecek olan adımların hiçbirini atmıyor, silâh göndermeye devam ediyor. Bir kere “Bir duracağım, vuracağım” dedi diye kıyâmet koptu. Aslında orada da biraz süngüsünü indirdi. Bana sorarsan, Bibi’nin özel olarak bir açık çek almasına pek de gerek yoktu.
Amerikan sistemi İsrail devletine bu olup bitenlerde daha sâkin olması, her şeyi kendi kafasına göre yapmaması, bölgeyi ateşe atacak olan adımlar atmaktan kaçınması için baskı yapmaktan âciz. “Belki çok işlerine geliyor” diyebilirsin. Hizbullah yok edilirken Lübnan yok edilse, bunun yaratacağı mülteci krizi de olabilir, siyâsî istikrarsızlık da olabilir, dalga dalga pek çok zayıf ülkeye de yayılacak. Ürdün’e, Mısır’a yayılacak; Körfez ülkelerini de rahatsız edecek. Ben bunun Amerika’nın genel çıkarlarına neden ve nasıl uygun olabileceğini göremiyorum. O nedenle, Bibi’nin bir açık çeke ihtiyâcı yok. Unutma, Kamala Haris de Biden’dan çok farklı olarak, Gazze’de Filistinli sivillerin çekmiş olduğu acılardan, o katliama tahammül edilemeyeceğinden, şunlardan bunlardan bahsetti; ama ardından buluştular ve “İsrail’e desteğimiz var” dedi. Bibi de zâten cebine Kongre’deki görüntüleri koymuş olarak geri döndü ve bu hamleleri de yaptı. Ama şu olabilir: “Bunları yaparsam çok da büyük bir tepki almayacağımdan emin oldum” diye dönmüş olabilir ya da Amerikan sistemi içinde sertlik yanlıları ona bu konularda, “Sen yürü kardeşim, sana bir şey olmaz” diye yüreklendirmiş olabilirler.

Ruşen Çakır: Soli, son olarak şunu sormak istiyorum. 7 Ekim sonrası, İsrail’in Gazze’de sivillere yönelik katliamlarıyla beraber Hamas’ın elinin daha da güçlendiği ve Filistin içerisindeki etkisini daha da artırdığı, hattâ Batı Şeria’da da bayağı hegemonik güç olduğu yolunda değerlendirmeler yapılıyor. Bu, senin gözlemlerinle de uyuşuyor mu, yoksa Filistinliler içerisinde yeni arayışlar söz konusu olabilir mi?
Özel: Yeni arayış olsa da kimi bulacaksın. Anladığım kadarıyla Batı Şeria’da Hamas’ın Gazze’den daha popüler olma ihtimâli bir hayli yüksek. Unutma: Gazze’nin nüfusunun üçte ikisi evsiz barksız. Kırk bin insan öldü. Hattâ bir İngiliz dergisine göre bu sayı çok daha yüksek, belki bunun dört katı kadar insanın ölmüş ve yaralanmış olma ihtimâli var. O nedenle, Gazze’dekilerin, bu işler olup bittikten sonra Yahya Sinwar’a bir hesap sorma ihtimalleri var — tabiî kendisini görürlerse. Bu, işin bir tarafı.
İkincisi, öldürülen İsmail Haniye Hamas liderliği içinde daha ılımlı bilinen biriydi ve bu ateşkes görüşmelerini de yürüten kişiydi. O anlamda da aslında önemli birisiydi ve onunla, her şeyi asıl kontrol eden kişi olan Yahya Sinwar’la, yani 7 Ekim saldırısını da tasarlamış olan ve şu anda Gazze’deki silâhlı gücü kontrol eden kişi arasında ciddî kavgalar olduğuyla da ilgili çok rapor çıktı. Bu arada Sinwar’ın ikinci adamı Muhammed Deif de 1 ay önce yapılan saldırıda –ki daha o kanıtlanmadı– öldürülmüştü. Bugün İsrailliler bunu kesin bir bilgi olarak dünya medyasıyla paylaştılar. Buna karşılık, Batı Şeria’da olmayan, meşrûiyeti sıfırın altına inmiş Mahmut Abbas başkanlığındaki Filistin yönetimi var. Hattâ sizin programlarda da söylemiştim bunu: Ben Hasan Cemal’le birlikte 2005 yılında Mahmut Abbas’ın başkan seçildiği seçimlere gitmiştim, basın toplantısında kendisine soru da sormuştum. Mahmut Abbas 5 yıllığına seçildi, aradan 19,5 yıl geçti. Tamâmen çürümüş bir şey. Ve bu arada da, herkes Gazze’ye odaklanmışken, Batı Şeria’da topraklar Filistinliler’in elinden alınıyor, istimlâk ediliyor, yerleşimciler köylere saldırıda bulunuyor, insanların can ve mal güvenliği yok, onları koruyan kimse yok. Bütün bunları bir araya koyduğunda ve savaşın asıl büyük bedelini de onlar da ödemediklerinden, evet, Batı Şeria’da Hamas’ın popülaritesinin yükseldiğine şüphe yok.
Bir de bu son sûikastların sonucunda, Deif de gitti, geriye iki kişi kaldı. Birisi Yahya Sinwar, tünellerin içinde olduğu varsayılıyor; diğeri de Halid Meşal, o da Katar’da yaşıyor. Bunlar da gidecek olsa ne olacak? İsrail ilk defa Hamas lideri öldürmüyor, yerine birileri geliyor. Sonuç olarak mesele, işgalden kaynaklanmış olan bir durumdur. Hamas öyle bir örgüttür ya da böyle bir örgüttür ya da “FKÖ öyle bir örgüttü, şöyle bir örgüttü” meselesi değil bu. “Savaşı kazandın, herkesi öldürdün, bundan sonrası için gördüğün siyâsî çözüm nedir?” sorusuna İsrail bir cevap veremiyor. Hattâ Birleşmiş Milletler’in Uluslararası Adâlet Divânı’nın aldığı, “’İsrail işgali gayri kanunîdir, uluslararası hukuka aykırıdır” karârının ardından, Bibi, “İki devletli bir çözüm asla olmayacaktır. Bu toprakların hepsi bizimdir” dedi. Siyâsî meseleden kaynaklanan bir şiddet ve o şiddetin boyutları, yapılışı, şusu busu, 7 Ekim’de olduğu gibi eleştirilir kınanır, ama siyâsî çözüm nedir? Bunun çerçevesi ne olacak? İsrail Devleti’nin böyle bir niyeti olmadığı, İsrail toplumunun da 7 Ekim’de yaşamış olduğu travma nedeniyle böyle bir şeye hiçbir şekilde destek vermeyeceği de ortada. Bibi’den nefret ediliyor, ama yaptıkları destek görüyor. Bibi’nin muhâlefetinden birileri çıkıp da, “Tabiî iki devletli bir çözüm olsun da bundan kurtulalım” diyemiyor. Emekli istihbâratçılar, emekli askerler bunu söylüyor, ama yetkili konumdaki herhangi bir siyâsetçiden böyle bir şey gelmiyor.
Sen sormadın, ama son bir şey olarak onu söyleyeyim. Bir de bu arada %99’u neredeyse tamamlanmış olan bir Amerika-Suudî Arabistan Güvenlik Antlaşması var. Bu Güvenlik Anlaşması’nın imzâlanmasının olmazsa olmaz koşulu, İbrahim Anlaşmaları’nda Arap devletleriyle olduğu gibi, Suudî Arabistan’ın İsrail’le diplomatik ilişkiler kurması ve ilişkilerin normalleşmesi. Şimdi bu olayların ardından, Suudî Arabistan Amerika’yla çok istediği güvenlik anlaşmasını imzâlamak için bu koşulu kabul edebilir mi? Bu, önemli bir soru işâreti olarak ortada duruyor. Söyledikleri lâf var: “Bir Filistin devletine yönelik inandırıcı süreç ortaya konmadığı takdirde biz bu anlaşmayı imzâlamayız” dediler. Eğer o noktada duracaklarsa, İsrail Devleti’nden de bu yönde herhangi bir ışık gelmediği takdirde bu işler nasıl olacak hakîkaten bilemiyorum.
Başa dönelim: İranlılar’ın ne karar vereceği, senin sorduğun “Bölgesel bir savaşa gidip gitmediğimiz” sorusunun cevâbını da içeriyor. Ortadoğu’da başlamış olan bir savaşın bir 3. Dünya Savaşı’na yol açacağını, şu andaki bilgim dâhilinde, sanmıyorum.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Soli. Bu durumda, İran’ın ne cevap vereceğini ve İran’ın vereceği cevâba İsrail’in ne cevap vereceğini de bekliyoruz.
Özel: Arabulucuların iki üç ay önceki gibi durumu idâre edebilecek bir formülü bulup bulamayacaklarına bağlı.

Ruşen Çakır: Ama Katar’ın son açıklamasında da gördüğümüz gibi, arabulucuların “Ben artık yokum” deme ihtimâli de var. Çünkü arabulucu olarak görev yaparken, birdenbire Haniye gibi çok önemli bir isme sûikast yapılınca, bütün çabalar boşa gidiyor işte.
Özel: Eh gidiyor tabiî. Ama iyi ki Katar’da öldürülmedi.

Ruşen Çakır: Evet, çok sağ ol Soli.
Özel: Ricâ ederim.

Ruşen Çakır: Soli Özel’le birlikte “Ortadoğu’da bir savaş olur mu? Bu, 3 Dünya Savaşı’nı tetikler mi?” konusunu değerlendirdik. Kendisine çok teşekkürler, sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
12.01.2025 Kürtler Türkleri “satışa” mı getiriyor?
10.01.2025 Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi: Erdoğan ve AKP'ye Suriye dopingi
05.01.2025 Esrarengiz bir süreç üzerine notlar
03.01.2025 Haftaya Bakış (248): Yeni çözüm sürecinde neler olacak? | DEM Parti'nin temasları | Kürşad Zorlu'nun istifası
02.01.2025 Mümtaz'er Türköne ile söyleşi: "Bu sürecin en büyük kaybedeni AK Parti ve Erdoğan olur"
29.12.2024 Ve yeni “Çözüm Süreci” başladı
27.12.2024 Ruşen Çakır ve Kemal Can ile Haftaya Bakış (247): Asgarî ücret ve CHP’nin tavrı, Suriye’de Türkiye damgası, Gelecek ve DEVA’dan istifâlar
25.12.2024 Transatlantik: Yeni Suriye’de Türkiye’nin rolü - Yemen İsrail’in hedefinde
24.12.2024 Altılı Masa’nın lâneti
22.12.2024 CHP ne zaman “Türkiye’nin birinci partisi” gibi davranacak?
12.01.2025 Kürtler Türkleri “satışa” mı getiriyor?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı