Prof. Ali Yaycıoğlu ile söyleşi: Değişen CHP Türkiye'yi değiştirebilecek mi?

01.12.2025 medyascope.tv

1 Aralık 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Amerika Birleşik Devletleri Stanford Üniversitesi'nden tarihçi, Prof. Ali Yaycıoğlu ile birlikteyiz ve ‘’Değişen CHP Türkiye'yi değiştirebilecek mi?’’ sorusunun cevabını birlikte arayacağız. Ali, merhaba.
Ali Yaycıoğlu: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Bayağı bir ara vermiştik seninle, ama telaffuz edelim. Konuşacak çok şey var ama esas olarak CHP'yi konuşalım. CHP 39. Olağan Kurultay’ını yaptı. Zaten son dönemde sürekli kurultay ve kongre yapıyor biliyorsun. Özgür Özel tartışmasız bir şekilde 4. kez genel başkan seçildi. “Şimdi iktidar zamanı” sloganıyla Kurultay’ını yaptılar ve biz de zaten başlığı oradan verdik. Hakikaten CHP Türkiye'yi değiştirebilir mi? Biliyorsun, ben 19 Mart'tan sonra özellikle CHP'de yaşananları tanımlarken bir mucizeden bahsediyorum.
Yaycıoğlu: Evet. Bugün de öyle bir yazı https://medyascope.tv/2025/11/30/chp-mucizesi-suruyor-rusen-cakir-yazdi/ yazmışsın.

Ruşen Çakır: Evet, yazı da var, ama ‘’Ekrem İmamoğlu Mucizesi’’ https://medyascope.tv/2025/04/25/ekrem-imamoglu-mucizesi-rusen-cakir-yorumluyor/ ve ‘’Özgür Özel Mucizesi’’ https://medyascope.tv/2025/03/25/rusen-cakir-yorumluyor-ozgur-ozel-mucizesi/ başlığıyla yayınlar da yaptım. Hatta ‘’Ekrem İmamoğlu Mucizesi’’ başlıklı yayınım nedeniyle yargılanıyorum biliyorsun. İddianamede böyle geçiyor.
Yaycıoğlu: O zaman bu yayında ‘’Mucize’’ kelimesini kullanmayalım, dikkat edelim.

Ruşen Çakır: Bir tarihçi olarak ne dersin? Atatürk'ün partisi, Cumhuriyeti kuran parti olarak CHP’nin tarihini göz önüne alırsak, 100 küsur yıl sonra Türkiye'yi değiştirme iddiasını ciddi bir şekilde gündeme getiriyor. Gerçekten bir mucize mi var sence de? Bana katılıyor musun?
Yaycıoğlu: Evet. Öncelikle şöyle başlayayım: Cumhuriyet Halk Partisi’nin tarihinin, tabii ki Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihiyle beraber ele alınması gerekiyor ve dünya siyasal partiler tarihinin de en ilginç bölümlerinden birisi. Yüz yılı aşkın bir parti, cumhuriyet rejimini kurmuş, ülke kurmuş bir parti. Ben öncesine, “Cumhuriyet Halk Partisi'nin arkeolojisi” diyorum. Öncesine gittiğiniz zaman, Osmanlı İmparatorluğu'nun ta derinlerine giden kökleri var. Aynı zamanda, 1920'ler, 30'lar, 40'lar, 50'ler, 60'larda, her dönem kendisini belli şekillerde dönüştürebilmiş. Dünyadaki siyasal trendlerle ilişkiye girebilmiş, Soğuk Savaş döneminde merkezin solu, daha sonra demokratik sol, sosyal demokrat bir parti kimliğine bürünmüş. Öncesi de çok ilginç aslında. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında, partinin yapısı, oradaki koalisyonlar da çok ilginç, ama daha geç döneme bakalım. Ve tabii 80 darbesinden sonra kapatılmış bir parti. Sonra, Sosyal Demokrat Parti SODEP, Halkçı Parti, Sosyal Demokrat Halkçı Parti, Demokratik Sol Parti, Cumhuriyet Halk Partisi gibi bir sol parti enflasyonu yaşanıyor bir dönem Türkiye'de. Sonunda birleşmeler oluyor vesaire ve Cumhuriyet Halk Partisi tekrar kuruluyor. Yeniden kurulduğu zaman ideolojik bir kriz yaşıyor.  Kendisini tam anlamıyla bir yere konumlandıramıyor. 90'larda daha devletin sahibi gibi bir pozisyon alıyor. Deniz Baykal, ‘’2002 yılından sonra, iktidar olmayı beklerken, tek başına muhalefet olduk” demişti; öyle bir ifade kullanmıştı. Ve o dönemde, âdeta 1950'lere dönüş gibi, CHP parlamentonun tek muhalefet partisi oluyor ve AKP ile olan mücadele başlıyor. O mücadelenin ilk safhasında yine o ideolojik kriz devam ediyor. CHP'ye karşı, farklı çevrelerden çok muazzam bir eleştiri var o dönemde. Bizim İlkerlerin falan Post-Kemalist eleştiri dediği, yani Cumhuriyet Halk Partisi'nin ideolojik kodlarının, yapısının, kuruluş formunun, aslında demokrasiyle bir gerilim teşkil ettiği, hatta çeliştiği üzerine muazzam bir eleştiri var. Aslında bakarsak, AK Parti bu eleştiri üzerine oturuyor. AK Parti bir anlamıyla İslamcı bir partidir. Kendilerini değiştirdiler tabii; bir dönem muhafazakâr Müslüman parti formuna girdiler, ama Türkiye şartlarında aslında bir anti-CHP partisidir. Yani kendisini 1990'ların Cumhuriyet Halk Partisi eleştirisi üzerine konumlandırmış bir partidir. CHP'siz yapamaz AKP, neredeyse onun antitezi olarak kendisini var etmiş bir partidir. Daha sonra, AK Parti rejiminin Cumhur İttifakı, darbeler, darbe teşebbüsü, Gezi olaylarının arkasından başlayan fırtınalı dönem, iktisadi kriz ve AK Parti-MHP koalisyonu, bu koalisyonun yeni bir rejim tasavvurunun yavaş yavaş şekillenmesi, buna karşı Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kemal Kılıçdaroğlu liderliğinde alternatif olarak muhalif koalisyon blokunu oluşturması. Bu, daha sonra Altılı Masa’yla şekillendi. Tabii burada büyük bir tarihi yenilginin yaşanmasının nedenleri üzerine uzun uzun düşünmek lazım.
Geçen gün Burak Bilgehan'la onun programı üzerine yazıştık. 2022, 2023 yılındaki tartışmalar ve bu iki sene, gerçekten Türkiye tarihinin en ilginç dönemlerinden biridir. Çok daha soğukkanlı, iyi bir metotla tartışılmayı hak eden iki yıldır, ama henüz o aşamada değiliz. Arkasından, Cumhuriyet Halk Partisi'ndeki değişim, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun başlattığı değişim hareketi, partide bunun karşılık bulması, Özgür Özel ve Ekrem Bey arasında bir rabıtanın oluşması ve 2024 yerel seçimlerinde de elde edilen büyük bir başarı. Tabii ondan önce 2019 seçimleri var, ama 2024 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi'nin yıllar sonra birinci parti olması, %37, %38'e yakın bir oy alması ve bir anlamda Cumhuriyet Halk Partisi'ni de şaşırtan derecede yüksek bir başarının gelmesi. Arkasından, iktidar ya da rejim çevrelerinden Cumhuriyet Halk Partisi'ne yönelik büyük taarruz. Daha önce başlıyor, ama ilk başta Ekrem Bey hedef alınıyor, diploması iptal ediliyor. 19 Mart günü gözaltına alınması, arkasından İBB'ye yönelik çok geniş bir operasyon, arkasından CHP'nin öbür belediyelerine uzanan bir yargı operasyonu ve CHP'nin bir noktada kurumsal kimliğine uzanan bir büyük taarruz. Buna mukabil CHP'nin de verdiği çok kuvvetli bir refleks var. Nedir o?  Cumhuriyet Halk Partisi’nin bir anda, 19 Mart, 20 Mart, 21 Mart'la başlayan, toplumun geniş kesimlerini mobilize eden bir partiye dönüşmesi, bir anda toplumda Ekrem Bey'e yönelik büyük bir teveccühün oluşması, 15 milyon kişinin oy vermesi. Bu, Türk demokrasisinin, dünya demokrasi tarihinin ilginç olaylarından birisidir. Arkasından, CHP'nin çok kuvvetli şekilde dik durabilmesi, onun ötesinde, sokakta, meydanlarda toplumun çok geniş kesimlerini mobilize eden bir muhalefet mücadelesini başlatması. Bu mücadele öyle bir mücadeleye dönüştü ki, Türkiye demokrasi tarihinin kaderiyle CHP'nin kaderini birleştirdi. Bu, çok önemli. Çünkü 1990'lardan itibaren Cumhuriyet Halk Partisi'ne gelen eleştiride, Cumhuriyet Halk Partisi'nin demokratik ayağının her zaman yapısal olarak güçlü olmadığı, CHP'nin devletçi reflekslerinin her zaman hâkim olduğu tezine karşı, şu anda Türkiye'nin demokrasisinin kaderiyle Cumhuriyet Halk Partisi'nin kaderinin birleştiği bir ânı, bir anlamda 1990'ların antitezini, 2000'lerin başlarının antitezini yaşıyoruz. CHP ve Türkiye demokrasisi tarihi açısından çok ilginç bir önemli eşikteyiz.

Ruşen Çakır: Peki, burada şunu sorabilir miyim? Sözünü unutma. Demin Kemalizm’den bahsettin. Orada bu konuyu biraz açmak lazım, çünkü çok hayati bir tartışma bu. CHP'nin Kemalizm’e bakışı, yeni bir Kemalizm ya da post-Kemalizm gibi bir yığın kavram uçuşuyor. Ben aslında son dönemde ‘’Kemalizm’’ tabirinden ziyade, Atatürkçülüğün, hatta Atatürk sevgisinin daha fazla öne çıktığını düşünenlerdenim. Kendisini Kemalist olarak tanımlayanlar mutlaka vardır, ama birçok kişi birbirinden farklı gerekçelerle, mesela Anıtkabir’de bir araya geliyor gibi görüyorum. Bu, daha çok sevgi gibi bir şey. CHP, Kemalizm’in kurucu partisi aynı zamanda. Kemalizm’in tarihi, CHP'nin tarihi. Sen nasıl kuruyorsun o ilişkiyi?
Yaycıoğlu: Şu dönemde, toplumda Mustafa Kemal Atatürk'e farklı bir yaklaşım var eskisine göre. Bazılarının Atatürk'ün sivilleşmesi olarak ifade ettikleri bir şey. Yani artık devletin değil, toplumun sahip çıkması ki zaten devlet artık sahip çıkmıyor Atatürk mirasına. Cumhuriyet Halk Partisi de bunun evidir tabii. Atatürk'ün kurduğu, Atatürk'ün hatırasını yaşatan, onun fikriyatını içinde yaşatan bir partidir. Şu aşamada, tarihsel bir ilişkisi olmakla beraber 30'ların, 40'ların Kemalizm’inin, Cumhuriyet Halk Partisi'nin şu anki ideolojisini, fikriyatını yansıttığını tabii ki söyleyemeyiz. Bunu düşünmek büyük haksızlık olur, çok anakronistik, tuhaf bir yaklaşım olur. Öyle bir durum yok. Ama Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhuriyeti, cumhuriyet anlayışının altını daha kuvvetli bir şekilde çiziyor. Cumhuriyet çok önemli bir rejim tarzı; yurttaşların eşitliği üzerinden şekillenmiş, içinde dayanışma ruhunun, özgürlük anlayışının olduğu çok önemli bir fikriyat ve yeni bir cumhuriyetçilik tartışması da var dünyada. Cumhuriyet Halk Partisi, cumhuriyetçilikle demokrasiyi birleştirme iddiasında. Bu iddia eski de bir iddiadır. Aslında Altı Ok'un halkçılık ilkesini demokrasi olarak ifade eden metinler vardır 1930'larda. ‘’Demos’’ halk demektir, demokrasi de halkçılık demektir. Daha sonra onu daha böyle korporatizmle ilişkilendirenler oldu ama çıkış itibariyle, Altı Ok’ta halkçılık ilkesi demokrasiye tekabül eder. Bu ilginç bir tartışma, üzerinde pek durulmadı bunun.
Ama şu an geldiğimiz noktada, dediğim gibi, cumhuriyetin de, demokrasinin de kaderi CHP'de kilitlenmiş durumda. Dolayısıyla ben, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kemalist bir parti olduğunu söylemem. Neo-Kemalist de demem. Ama Kemalizm’le ya da Kemalizm’lerle tarihsel bir ilişkisi vardır. 19 Mart'tan itibaren bu yaşadığımız dönem ve toplumun belli kesimlerinin, hepsinin olmasa da ciddi bir kesiminin Cumhuriyet Halk Partisi arkasında mobilize olması, Cumhuriyet Halk Partisi'ni dönüştürüyor. Şu anda heyecan biraz düşse bile, her an arttırılabilecek bir heyecan bence, öyle görüyorum. Yani Cumhuriyet Halk Partisi bu yaşadığımız anda dönüşüyor zaten. Bu, ‘’Oturduk bir yeni fikrî çerçeve yarattık ve partiyi dönüştürdük’’ gibi bir şey değil. Şu anda sokaklar, meydanlar, orada konuşulanlar, oradaki birliktelik, Silivri zindanları, Silivri konusunda toplum vicdanındaki o rahatsızlık, bu tarihi dönem, Cumhuriyet Halk Partisi'ni dönüştürüyor. Bu anlamda da çok ilginç. Mesela Cumhuriyet Halk Partisi'nin dönüştüğü yıllara baktığınız zaman, Ecevit’li dönemler, İsmet Paşa'nın 1960 sonrası, ortanın solu, daha entelektüel bir tartışmanın konusuydu. Tabii ki Türkiye'de sanayileşmeyle, işçi sınıfın ortaya çıkışıyla bağlantılıydı Cumhuriyet Halk Partisi'nin dönüşümü. Ama Cumhuriyet Halk Partisi sokaklarda dönüşmemişti. Bugün Cumhuriyet Halk Partisi sokaklarda, meydanlarda dönüşüyor. Ben bunu hem demokrasi tarihi açısından, hem de Cumhuriyet Halk Partisi'nin tarihi açısından çok önemli ve değerli buluyorum.

Ruşen Çakır: Tam da o bağlamda şunu sormak istiyorum. Şimdi Kurultay yapıldı ve yeni bir program sunuldu. Yeni bir iddia, yepyeni bir CHP diyoruz, değişen CHP diyoruz, program diyoruz. Hep şu söylendi biliyorsun. ‘’CHP muhalefet yapıyor, ama iktidara gelirse ne yapacağını söylemiyor ‘’türünde eleştiriler çok oldu. Şimdi bir program belirlendi, yazıldı, ama açıkçası ya medyadaki iktidar baskısı nedeniyle ya da birtakım başka nedenlerle, bunun kamuoyuna çok duyurulduğunu düşünmüyorum. ‘’CHP'nin programını gördünüz mü? Şu var, bu var’’ diye bir muhabbet olmuyor. Senin, programı incelediğini biliyorum. Ne diyorsun? CHP nasıl bir programla iktidara yürüme iddiasında, ne dersin? Ama tabii şu da var: İktidara gelirse ne yapacağından önce, iktidara gelip gelemeyeceği önemli. İktidara gelip gelemeyeceğini belirleyecek olan şey de, bir ölçüde programı.
Yaycıoğlu: Evet. Program uzun süre tartışıldı. İnsanlar çok fikir aldılar, yazılı aldılar, sözlü aldılar; komisyonlar kuruldu. Ben de biraz takip edebildim, belli konuşmalarım da oldu. Programın, bir Avrupa Sosyal Demokrat Partisi'nin, aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi'nin kendi geçmişiyle, Altı Ok'un hikâyesini, bir de, Anadolu’nun ve Rumeli’nin tarihi coğrafyasının kodlarını sentezledikten sonra, çağdaş bir sosyal demokrat parti programı olduğunu söyleyelim. Sosyal demokrasinin daha solunu çok tatmin edecek şeyler yok. Bugün Hayri Kozanoğlu'nun CHP’ 2025 programı üzerine yazdığı yazısını https://www.birgun.net/makale/chp-2025-programi-uzerine-672693 okudum. Orada ilginç eleştiriler vardı. Yani sosyalist solu, daha kamucu solu tatmin eden, heyecanlandıran unsurlar yok. Daha sosyal liberal sentez diyebiliriz, ama onun biraz daha sola yakını. Özellikle mâli politikalarda, vergi politikalarında ayrıntılı unsurlar var. Vatandaşlık meselesi, aktif vatandaşlık meselesi var, ki o önemli. Kürt sorunu karşısında aktif yurttaşlık, eşit yurttaşlık konusu var, ama o eşit yurttaşlığın içi tam açılmıyor. O ilginç bir kavramdır; yurttaşların eşitliği, eşit yurttaşlık nasıl tanımlanacak, eşit yurttaşlıkla ne demek isteniyor, orada bazı muğlâklıklar var. Anadilde eğitim hakkı var, ama anadilde öğretim yok. O da, önümüzdeki dönemde bu süreçle ilgili de önemli bir tartışma olacak belki, onu bilmiyorum. Evet, kötü değil, iyi bir program. İyi hazırlanmış, çok emek sarf edilmiş. Kelimeler, cümleler, ifadeler güçlü şekilde.
Yalnız bir soru var kafamda, onu söylemek istiyorum. Bu, bir eleştiriden ziyade bir gözlem. “19 Mart'tan beri, Cumhuriyet Halk Partisi sokaklarda şekilleniyor, meydanlarda şekilleniyor ve insanların vicdanında şekilleniyor” dedik. Hatırlar mısın, Yozgat'tan, ‘’Turbunan, şalgamınan devlet yönetilmez’’ diye bir slogan çıkmıştı kendiliğinden, Bu sloganlar gibi böyle birçok farklı ifadeler, alttan yukarı doğru çıktı. Şimdi, parti programında ben şunu göremiyorum. Yani bu mücadele nasıl verilecek? Otoriter bir rejime, otoriterleşen ve artık otoriterleşmede bir sıçrama noktasına gelen bir rejime karşı demokratik mücadele ya da bizim sevgili Murat Somer'in deyimiyle, ‘’olağanüstü demokratik mücadele’’ nasıl verilecek? Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi'ni asıl şekillendirecek şey, 19 Mart'tan beri de hızlanan, başlayan, mobilize olan bu mücadeledir. Ben burada bir kopukluk görüyorum; yani program sanki işler yolundaymış gibi gösteriyor ama işler yolunda değil. ‘’Türkiye krizde, tamam, iktisadi krizde, demokratik kriz de var. Çözülecek birçok sorun da var Türkiye'de. İşte bu da bizim programımız.’’ Ama öyle değil. Türkiye şu anda tarihi eşikte, çok ciddi bir noktadayız ve Türkiye’de önümüzdeki 10 sene bambaşka bir hikâye, bambaşka bir rejim ortaya çıkabilir. Demokratik gelenek tamamen berhava olabilir, cumhuriyetçi gelenek, laiklik, bütün kazanımlar ortadan kalkabilir. O aşamadayız. Dolayısıyla, Cumhuriyet Halk Partisi'nin programında, sokaklardaki o heyecana, o radikal çıkışa tekabül eden bir dil görmüyorum.

Ruşen Çakır: Bu rejim bahsini daha sonra seninle ayrıca konuşmayı düşünüyorum. O çok önemli bir husus ve seninle ne zamandır tartışa geldiğimiz bir husus biliyorsun. Onun öncesinde birkaç şey daha sormak istiyorum CHP ile ilgili. Mesela Ekrem İmamoğlu-Özgür Özel ilişkisini. Ben ‘’Kent Uzlaşısı’’ndan tutuklu, Reform Vakfı Direktörü Mehmet Ali Çalışkan’ı Buca'da cezaevinde ziyaret ettim biliyorsun. Onun bu konuda çok ufuk açıcı görüşleri var. ‘’Çifte liderlik’’ sistemini ilk ondan duymuştum. Kürt hareketinde ‘’eş başkanlık diye bir uygulama var, ama orada kadın-erkek birlikte bir uygulamayla başkanlık yürütülüyor. Burada eş başkanlık değil de, sanki çifte liderlik lafı var. Aslında eş başkanlık da denilebilir, bilemiyorum. Başta sanki şöyle bir hava vardı, katılır mısın bilmiyorum? Lider Ekrem İmamoğlu, Özgür Özel de İmamoğlu çıkana kadar işlere bakacak kişi olarak görüldü ve biraz küçümsendi. Hatta hiç unutmuyorum, 19 Mart'ın kısa bir süre sonrasında ‘Özgür Özel Mucizesi’ yayınını yaptığım için yine dayak yedim. ‘’Sen şimdi Ekrem İmamoğlu'nu karartıp onu mu öne çıkarıyorsun?’’ tepkileri geldi.
Yaycıoğlu: O da dava konusu olmamıştır umarım.

Ruşen Çakır: Yok, o olmadı, İmamoğlu yayını oldu. Biliyorsun, biz internet üzerinden yayın yaptığımız için her şeyi ölçebiliyoruz. Açıkçası, Özgür Özel'in ilk haberlerine, yayınlarına gösterilen ilgiyle, şimdikiler arasında çok fark var. Ya da onun gerçekleştirdiği mitinglerden paylaşımlar yapıyor biliyorsun. Onları kaç kişinin izlediğine bakınca bayağı bir ilgi olduğunu görüyoruz. Ama Ekrem İmamoğlu realitesi de bir yerde duruyor. Sen nasıl tanımlarsın bu ikisinin arasındaki ilişkiyi?
Yaycıoğlu: Evet, CHP tarihinde herhâlde ilk defa böyle bir şey oluyor. Şimdi Atatürk’le İnönü’yü düşündüm. Yani öyle değil bu, daha eşitler. Özgür Özel resmi olarak parti başkanı, İmamoğlu da resmi olarak Cumhurbaşkanı adayı. Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde biraz böyle ikili şeyler olur, değil mi? Başbakanla parti başkanı ayrıdır, ama ikisinin de gücü vardır. Mesela, Amerika’daki Demokrat Parti'de, Demokrat Parti başkanını kimse bilmez. Ama Alman Sosyal Demokrat Parti geleneğinde buna benzer şeyler var. Bu, Cumhuriyet Halk Partisi için yeni bir şey. AKP'de, Erdoğan ile Gül arasında böyle bir şey vardı. Başka da aklıma çok fazla bir şey gelmiyor. Demokrat Parti'yi düşünüyorum. Senin aklına geliyor mu böyle bir çifte başkanlık? Yani DEM Parti'de yoktur hiçbir zaman bu. DEM Parti'de zaten tabii Öcalan'ın bir gücü var, bir de, Selahattin Demirtaş'ın bir başka hikâyesi vardı. Onun dışında yeni bir şey sanıyorum.

Ruşen Çakır: Evet. Ben de düşünüyorum, dünyadaki örnekler çok alâkasız. Fidel Castro ile Che Guevara da böyle değildi. Che yönetime dâhil olmadan bıraktı. Devrimi birlikte yaptılar belki, ama Che ondan sonra bıraktı. Açıkçası aklıma gelmiyor. O senin söylediğin Alman Sosyal Demokratlar’da başbakan ayrı, parti başkanı ayrı konusunda da genellikle parti başkanları daha silik oluyor.
Yaycıoğlu: Nispeten daha silik oluyor, ama orada yine de parti başkanı, Amerika’daki Demokrat Parti'ye göre daha göz önündedir. Evet, yeni bir şey bu, dolayısıyla yeni tecrübe ettiğimiz bir şey. Burada, 19 Mart'tan beri Özgür Bey muazzam bir performans yürütüyor. Ben hayranlıkla izliyorum açıkçası. Hayranlıkla izlemenin ötesinde, bir de şöyle bir şey var. Mesela Özgür Bey bir şey dediği zaman, ‘Şimdi bir hata çıkar mı burada? Bir gaf çıkar mı buradan?’ gibi hisler oluşmuyor bende. Hayır, çoğu şeyi doğru yapıyor. O izlenimi veriyor, inandırıyor, güven telkin ediyor. Özgür Bey'in bu süreçte yükselişi çok ilginç oldu. Ben şunu önemsiyorum: Ekrem İmamoğlu ile Özgür Özel arasında, gördüğüm kadarıyla çok kuvvetli bir güven ilişkisi var. Ben buna ‘’kefalet ilişkisi’’ diyorum; birbirlerine kefiller bunlar ve bu çok değerli. Hatırlarsan, bu Altılı Masa sürecindeki en büyük sorun güven sorunuydu. Bu altılı lider o masada toplanıyorlardı. Akşam masa dağıldıktan sonra herkes kendi arkadaşlarıyla, dostlarıyla, partilileriyle birlikte buluştukları zaman o masayı çekiştiriyorlardı ya da öyleymiş; onu hep duyuyorduk. Birbirlerine karşı hiçbir güven yoktu ve onu zaten Meral Akşener'in infilak ettiği dönemde de gördük.
Bu güven ve kefillik ilişkisi siyasi partilerde ve böyle yapılan mücadelelerde çok önemli. Aslında burada beni mutlu eden, benim Ekrem Bey'in arkadaşı, dostu olmam; fakat Özgür Beyle öyle bir yakın tanışıklığımız yok; yazıştık birkaç kere, ama bu mücadeleyi çok önemseyen biriyim ben. Dediğim gibi, Türkiye demokrasisi ile Cumhuriyet Halk Partisi'nin kaderi birleşti neredeyse. Bu mücadele içinde Ekrem İmamoğlu ile Özgür Bey arasındaki güven, kuvvetli güven ve kefillik ilişkisi, birbirlerine kefil olmaları, bizim için, bu mücadele için çok önemli, çok değerli. Tabii ileriki dönemde bu nasıl şekillenir, onu öngörmek kolay değil. Özellikle Cumhurbaşkanlığı adaylığı meselesi bir süre sonra yeniden gündeme gelecek. Özgür Bey, ‘’Ekrem İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı adaylığı meselesi bizim “A, B, C, Z planımızdır’’ demişti; Bu çok doğru, oradan geri adım atılmamalı şu aşamada. Ama bir noktada, bu adaylık konusunda nasıl bir tartışma olacak bilmiyorum. Öyle bir aşamaya gelindiği zaman ne olacak, onu göreceğiz. Ama bu yeni dönemde öyle bir şey olursa, tabii ki Ekrem Bey'in, rızasından öte, şekillendirici bir rol oynayacağını düşünüyorum. Ama dediğim gibi bu yeni bir şey, yeni bir fenomen. Cumhuriyet Halk Partisi tarihi için yeni bir fenomen, Türkiye'de siyasal partiler tarihi için yeni bir fenomen. Ama aynı zamanda, bu ikisi arasında gerçek bir güven ve kefillik ilişkisi olması, ‘’bu yeni gelişme sanki bitecek, bir noktada bunların yolları ayrılır’’ fikrinden bizi uzak tutuyor. Beraber yürüyecekler, öyle anlaşılıyor. Kaderleri birbirlerine bağlı; birbirleriyle aralarında bir rabıta mevcut ve bu, CHP'yi güçlü kılıyor. Bir de, Ekrem Bey için şunu söylemek lazım: Bir siyasetçinin hapisteyken nasıl siyaset yaptığı da başlı başına bir meseledir. Mesela burada Demirtaş örneği var, Öcalan örneği var. Birçok örnek sayabilirsiniz tarihte de, mesela en son Brezilya'daki Lula da Silva örneği var. Yani hapisten siyaset nasıl yapılır? Ekrem Bey farklı şeyler deniyor ama, bazen etkili oluyor, bazen daha az etkili oluyor. Bir de işin şöyle bir tarafı var: Bir yanda parti başkanı var, bir yanda da hapiste siyaset yapan bir kişi var ve bu ikisinin kaderi birbirine bağlı. Çok ilginç bir dönem bu.

Ruşen Çakır: Ali, uluslararası bağlamla ilgili bir soru sormak istiyorum. Sen çok yakından takip ediyorsun, Oksijen’deki yazılarında da sık sık bunu ele alıyorsun. Dünya çapında yaşanan bir otoriterleşme var. Popülizm, özellikle sağ popülizm, sol popülizm de var, ama özellikle sağ popülizm var ve genellikle birtakım mevziler kaybediliyor, kazanımlar kaybediliyor dünyanın birçok yerinde. Böyle bir yerde, CHP'nin şu anda Türkiye'de sergilediği bir direniş var açıkçası. Bir direniş söz konusu. Bunun uluslararası bağlamda bir ilgi uyandırdığını düşünüyor musun? Hakikaten takip ediliyor mu, yoksa herkes kendi derdine mi düşmüş durumda?
Yaycıoğlu: Avrupa'da, özellikle sol partiler… Sosyalist Enternasyonal’de CHP çok aktif malum, orada takip ediliyor anladığım kadarıyla. Bu konuda bir dolu yazı çıktı. Amerika Birleşik Devletleri'nde de aslında daha yeni yeni uyanıyorlar diyeyim. Birçok yazı çıktı bu konuda, ama hâlâ tam olarak neyin ne olduğunu çok fazla düşündüklerini, anladıklarını söyleyemem. Tabii ABD’de yaşananlar o kadar dramatik ki kimsenin de dünyaya çok fazla bakacak hâli yok. Yalnız şunu söyleyebilirim: CHP’nin bu şuurla hareket etmesi gerekiyor, ki ediyorlar. CHP’nin, bu yaşanan mücadelenin, bir küresel mücadelenin bir parçası olduğu şüphesiz. Otoriter rejimler dünyayı çalkaladılar, silkelediler ve silkelemeye devam ediyorlar. Buna karşı demokratik mücadele veren hareketler, çeşitli yöntemler, çeşitli mücadele tarzları, direnç tarzları geliştiriyor. Bunlardan birisi Cumhuriyet Halk Partisi'ninki. Geçen gün Stanford'da bir tartışmada öyle bir şey oldu. Demokrasi üzerine bir panelde konuştuk. Bana, “Cumhuriyet Halk Partisi'nin verdiği mücadeleyi dünyadaki diğer mücadeleler içinde nereye koyabilirsin? Nerede duruyor? Bunu nasıl kavramsallaştırabiliriz?” diye sordular, bu beni düşündürdü bu. Bu konuda da yazmıştım önceden, ama üzerinde daha fazla düşünmek, yazmak gerekiyor. Mesela Cumhuriyet Halk Partisi'nin toplumla girdiği bu yeni ilişki tarzıyla toplum mobilize oldu; onlar CHP'yi dönüştürüyor, CHP onları dönüştürüyor. Böyle bir diyalektik bir ilişki kuruldu ve bu çok önemli. Amerika Birleşik Devletleri'nde Demokrat Parti’de bunu görmüyoruz. Demokrat Parti toplumsal muhalefetten oldukça koptu. Toplumda başka bir hareketlenme var. Bu, ‘’No Kings Hareketi’’ malum. Ama Demokrat Parti orada değil. Mamdani diye bir fenomen çıktı. Çok önemli bir başkaldırı o New York'ta. En son Trump'la birlikte tuhaf bir şeyleri oldu, görmüşsündür. Ama Demokrat Parti içinde böyle bir güçlü bir siyasal mobilizasyon yok Amerika'da. Buna mukabil, Cumhuriyet Halk Partisi toplumla beraber, muhalif kesimlerle beraber, birlikte, iç içe, sırt sırta bir mücadele yürütüyor. Daha genişlemesi lazım, daha güçlenmesi lazım bunun. O kesin.
Mesela bu konuda, toplum ve parti birlikte nasıl bir mücadele içine girer, bu konuda CHP'nin dünyaya söyleyeceği bir dolu şey var, aynı zamanda, dünyadan da öğreneceği çok şey var tabii. Mesela beni uzun süredir biraz rahatsız eden bir şey var. Bu mitinglerde otobüsün üzerinde partinin birtakım ileri gelenleri oluyor, halk da alt tarafta onları dinliyor. Tamam, güzel, ama yine de burada bir hiyerarşi kuruluyor. Daha farklı konfigürasyonlar denemek lazım.

Ruşen Çakır: Burada bir araya gireyim: Televizyonda izlediğinde görmüşsündür. Ben çok mitinge gittiğim için gördüm. Anladığım kadarıyla, Özgür Özel bu hiyerarşik meseleyi biraz olsun kırabilmek için, her vesileyle aşağıdaki insanlarla ilişki kurmaya çalışıyor.
Yaycıoğlu: Diyaloğa giriyor, evet. Bu kesinlikle çok etkili oluyor.

Ruşen Çakır: Özellikle, ambulans ya da sağlık görevlisi ihtiyacı olduğu zaman onları hiç kaçırmıyor. Bir de bazen insanlara laf atıyor, bazı insanlara cevap veriyor. Ama dediğin husus gerçekten de doğru. Biraz ‘’Yukarıdakiler- Aşağıdakiler’’ imajı oluyor, ama buna mecbur.
Yaycıoğlu: Başka türlü de göremezsin ki insanları. Yani yukarıda olmaları lazım. Ama Ekrem Bey birşey denemişti bir ara. O konuşurken, onun  arkasında bir grup da onu dinliyordu. Mesela bu etkilidir. Lider ya da konuşmacı konuşurken, o insanların reflekslerini, hareketlerini, ifadelerini görebilirsiniz. Farklı şeyler denemek lazım. Ama Özgür Bey'in kalabalıkla girdiği ilişki çok çok güzel. Hem etkileyici hem de çok sıcak. Bunu gözlemliyorum ben de ama daha farklı konfigürasyonlar denenebilir gibi geliyor. Bu konuda dünyada başka örnekler var. Mesela Zohran Mamdani'nin, farklı dillerde, kendi programına anlattığı klipler çekmesi çok ilginçti. Aslında o dilleri bilmiyor tabii. Mesela İspanyolcayı çok az biliyor ama çok iyi bir İspanyolcayla kendini anlattı. Ama daha sonra o İspanyolca klibi çekerken yaşadığı zorlukları da gösterdi klipte. Aslında bu bir samimiyet. ‘’Ben bunu deniyorum işte, çalışıyorum. İspanyolca bildiğimden değil ama işte yapıyorum bunu…’’ Böyle çok farklı şeyler denenebilir. Ama genel olarak şunu: Gerçekten çok önemli bir mücadele veriliyor ve dünyanın bunu takip etmesi gerekiyor. Onun için de hani Türkiye üzerine çalışanların, uzmanları belki bu meseleyi düşünmeleri gerekiyor. Yani bu 19 Mart'tan itibaren yaşanan şey gerçekten çok önemli. Bence şu anda Türkiye'deki en önemli olay bu. Ben bunun diğer süreçten daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Şimdi benim konuma, çözüm sürecine gelelim. Sen baştan beri bu konuda çok eleştirel bir pozisyonun var, biliyorum. Nasıl bakıyorsun bu süreç konusuna? Bir de, Cumhuriyet Halk Partisi'nin, İmralı heyetine temsilci vermeme kararı. CHP Komisyon’da var ama o heyete temsilci vermedi. Nasıl buluyorsun bunu? Her iki soruyu da birlikte ele alıp cevaplandırırsan.
Yaycıoğlu: Bu süreç meselesi uzun bir tartışma konusu. O konuda ben birkaç şey yazdım biliyorsun. Seninle de yazıştık. İleride daha uzun boylu da konuşulabilir. Çok özenli bir dil kullanmak lazım bunu konuşurken. Bu, hassas bir konu gerçekten. Ve bunu böyle basitçe reddetmek, karalamak ya da gönülden kucaklamak… Böyle yapmadan, daha soğukkanlı özenli bir dille tarihsel bir metodolojiyle yaklaşmak lazım. İlk önce bunu söyleyeyim. İkincisi, ben süreci baştan beri hem esastan hem usulden, çok sorunlu, buluyorum. Başından beri, bunun ne Kürt sorununu ne Türkiye'deki demokrasi krizini çözeceğine, otoriterleşmeyi yavaşlatan, durduran bir nitelik kazanabileceğine pek aklım yatmıyor. Bunun farklı nedenleri var. Nereden baktığımı çok kısaca ifade edeyim. Bir kere, sürecin üç önemli aktörü var: Devlet Bahçeli, Tayyip Erdoğan ve Abdullah Öcalan. Ve bu süreç, büyük oranda, devlet içindeki belli güvenlik bürokrasinin bir bölümü, Devlet Bahçeli ve Abdullah Öcalan'ın kurduğu mimaride oluştu ve Erdoğan da duruma bakıyor, müdahale ediyor, değerlendiriyor. Ama tabii sürecin asıl büyük hamisi, Cumhurbaşkanı olması hasebiyle Erdoğan.
Benim gördüğüm, bu üç kişinin de süreçten anladığı, birbirinden çok farklı. Aslında bunlar tam anlamıyla aynı anlayışta değiller. Bahçeli için bu, Öcalan'ın önderliğinde PKK'nın sonlandırılması. Aynı zamanda, Suriye'deki Rojova yönetiminin bir şekilde kontrol altına alınması. Ama onun ötesinde, Öcalan'ın, PKK'nın, ama onun ötesinde Kürtlerin de bir tür lideri olarak tasdiki. Bu noktaya nasıl geldi, o ayrıca ilginç bir tartışma. Devlet Bahçeli, Türkiye’de yeni bir Türk-Kürt ittifakından bahsediyor. Buraya doğru böyle bir stratejik gidiş. Türk Kürt ittifakı nedir? Nasıl kurulur? Bu, hukuksal zeminde ya da kurumsal zeminde nasıl karşılık bulur? Böyle bir ittifakın kurumsal zemindeki karşılığı nasıl olacağını somut olarak düşünüyorum, pek anlamıyorum. Ne demek bu Kürt-Türk ittifakı? Bunun üzerine acayip şeyler de yazılıyor. Bazı genç arkadaşlar var, çok heyecanlandılar. Selçuklulardan başlayarak çok garip garip tarihi referanslar veriliyor ve böyle fantastik bir tartışma da dönüyor. Ama Devlet Bahçeli'nin perspektifinin böyle bir somutlaşma şeklini aklımda açıkça canlandıramıyorum.
Tayyip Erdoğan açısından durum daha farklı. Tabii orada da Suriye meselesi var, PKK'nın silah bırakması var. O, Öcalan'ın bir tür Kürt halkının önderi olma fikrine çok sıcak yaklaşmıyor anladığım kadarıyla. Ama Tayyip Erdoğan için öncelik, muhalefet blokunun bölünmesi. Yani DEM Parti’nin ve Kürtlerin bu muhalefet blokundan çıkması ve bir anlamda CHP'nin yalnızlaştırılması ve belki de tasfiyesi. Erdoğan’ın önceliği, Suriye ile beraber bu gibi gözüküyor. O daha oportünist yaklaşıyor sürece.  Ama orada da riski görüyor. Yani Öcalan'ın Kürt milletinin önderi olarak ifadelendirilmesi konusu belli ki aklına yatmıyor. Bir de tabii Demirtaş konusu var. O konuda bir adım atmayacak, öyle anlaşılıyor. Demirtaş’a da güvenmiyor anladığım kadarıyla. Demirtaş çıkarsa ne yapacağı belli olmaz falan. Onu da hapiste tutarak, olayı siyasi çerçevesinde yürütüyor.
Öcalan'ın hikayesi ise daha farklı. Tabii Öcalan da tanınmak istiyor. Onun önceliği, rejimin, Türk Devleti’nin, bu cari rejimin onu tanıması, tasdiki, hatta bir anlamıyla Kürt halkının lideri olarak korone edilmesi. Bu tanınma ve tasdik olduktan sonra, başmüzakereci ve Kürt halk önderi olarak, Kürt toplumunun Öcalan’ın liderliğinde yeniden örgütlenmesi -PKK olmayacak artık- ve Öcalan'ın İmralı Adası’ndan bu örgütlenmeyi yürütmesi. Yeni bir partiden de bahsediyor biliyorsun. Belki de Türkiye'de Öcalan'ın fikriyatı çerçevesinde yeni bir demokratikleşme sürecine gitmesi. Bu o kadar öncelikli değil ama önce Öcalan'ın tasdiki önemli DEM Parti ve onun için. Burada biraz Bahçeli ile uyuşuyorlar. Yani Kürt halkının önderi olarak Öcalan’ın tasdiki ikisi için de önemli. Bahçeli bunu daha kaçınılmaz bir şey olarak görüyor herhalde.
Benim burada gördüğüm, bütün bu hikâyede bir demokrasi çerçevesi yok. Demokrasi şöyle var: Bu barış süreci olsun, demokrasi de bunun arkasından gelir. Hani ‘’biraz yetmez ama evet’’ gibi. İkincisi, burada Kürt meselesinin çözümü yok; ben öyle bir şey görmüyorum, öyle bir tartışma da görmüyorum. Kürt meselesinin tarihi üzerine ben de çalışıyorum. Hatta şu anda bir öğrencimin yazdığı, on altıncı yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'na Kürtlerin eklemlenmesi ve oradaki o çok karmaşık süreci yeniden ele alan muazzam bir doktora tezini okuyorum. Çalıştığım bir konu aslında. Ama burada Kürt meselesi yok, Kürtlerin talepleri yok. Onun ötesinde, Kürt halkının bugün çok monolitik bir halk olmadığını da biliyoruz. Geçen sene Çağdaş Kürt Edebiyatı üzerine ilk konferansı gerçekleştirdik Stanford’da. Ben orada yeniden gördüm. Gerçekten de Kürt olmak farklı, hem farklı yerlerde çok seslileşti. Yani Kürtlük artık Öcalan'ın da vizyonunun çok ötesinde artık. Onu yeniden oraya sıkıştırılabilecek bir yapı da değil Kürt sosyolojisi.
Bir de, PKK'nın silah bırakması, ki o çok iyi bir gelişme, ama orada da çok belirsizlikler var; daha hiçbir netleşme yok. Ama Kürt-Türk ittifakıydı iki milletli rejimdi filan bütün bunların kurumsal anlamda bir karşılığı yok. Yani demokrasi olmadan demokratik yurttaşlık, demokratik çerçeve, özgür bir tartışma zemini olmadan bu büyük soruna çözüm bulmamız zaten mümkün değil. Ben ‘’Cumhuriyet Halk Partisi ya da başka bir parti, Kürt sorunu hakkında şeyleri net bir şekilde ortaya koysun’’ demiyorum, bu da doğru değil. Bu sorunun çözülmesi için ilk başta bir tartışma zeminin oluşması lazım. Ve bu böyle bir senelik, iki senelik de değil. Bu da ancak demokratik bir çerçeve de olabilir. Bunları da bu açılımda görmüyoruz. Dolayısıyla burada biraz ‘’yetmez ama evet’’çilik yeniden var. ‘’Neyse işte tamam, silahlar bırakılsın sonrasına bakarız. Öcalan'da tasdik edilsin. Bu çok önemli, Kürt halkı için sembolik değeri var. Sonrasına bakarız’’ tavrı var. ‘’Yetmez ama evet’’çiliğin Türkiye'ye ne getirdiğini gördük.

Ruşen Çakır: İstersen bunu başka bir programda konuşalım. Çünkü 1 saati doldurduk.
Yaycıoğlu: Öyle mi?

Ruşen Çakır: Evet. Son bir soru soracağım, kısaca cevap vermeni istiyorum. Ama bu çözüm süreci meselesini başka biraz daha gelişmeler olduktan sonra, o zamana bırakalım. Biraz önce, rejimde çok ciddi bir kırılma olduğunu ve otoriterliğin daha da gelişebileceğini söyledin. Türkiye'nin demokrasiden, seçimden uzaklaşabileceği riskinden bahsettin. Ama CHP’nin Türkiye'yi değiştirme iddiası var. CHP, Türkiye’nin daha kötüye gitmesini gerçekten engelleyebilir mi sence?
Yaycıoğlu: Zurnanın zırt dediği yer. Bu gidişatı CHP liderliğindeki bir muhalefet engelleyebilir mi? Doğrusu, cevabını bilmiyorum. İki şey söyleyebilirim herhalde. Birincisi evet, Türkiye'de bir otoriterleşme hızlanarak devam ediyor. Çözüm süreci dahi bu otoriterleşmenin bir parçası olmuş durumda. Yani ona karşı ya da onu yavaşlatan bir şey değil, tam tersine, onu hızlandıran bir şey olmuş durumda maalesef. Ben Mehmet Uçum’un yazılarını dikkatle okuyorum, orada bazı şeyleri daha net görebiliyoruz. Güçlü bir otoriter rejim sıçraması için şartlar oluşturulmaya çalışılıyor. CHP'ye yaşatılan ya da CHP'nin uğradığı taarruz da bunun bir parçası. Veya CHP içinde de rejimle işbirliği yapan unsurlar az da olsa var, öyle gözüküyor. Evet, böyle bir gidişat var. Burada yerel yönetimlere karşı genel olarak bir şey alınacak, öyle anlaşılıyor. Yeni bir mali yönetimler yasası çıkarılmasından bahsediliyor. Orada yerel yönetimlerin mali özerklikleri tamamen ortadan kaldırılacak. Mali özerklikleri. Geçen hafta Mehmet Uçum’un yazısında o net bir şekilde vardı.
Yalnız şu var: Evet, yeni bir rejim tasavvuru var ama bu siyasi kadronun bunu gerçekleştirebilecek kapasitesi, bir iç uyumu var mı? Bir rejim kurmak da kolay bir şey değil açıkçası. Öyle, ‘’kurduk’’ diyerek kurulmuyor rejim. AK Parti MHP ve etrafında şekillenen hem siyasi partiler hem parti olmayan başka unsurların, yeni ve işlerlikli bir rejim, otoriter bir rejim kurabilecek kapasitelerinin olduğu konusunda şüphe taşıyorum. Kapasitelerinin, vizyonlarının, dünyayı algılama şekillerinin, toplumu, Türkiye'yi algılama şekillerinin olduğunu sanmıyorum. Dolayısıyla ‘’yeni bir rejim kurulacak mı?’’ Ya da ‘’bu kurulma süreci böyle garip ve zorlu şekilde gidecek mi? Bir noktada bu dağılacak mı?’’ sorusu bence önemli. Bu iktisadi koşullarda, bu dünya koşullarında ve Türkiye'de yaşanan sosyolojik dönüşüm koşullarında, sanki bu iş yürümeyecek gibi geliyor bana. Bu, rejimle ilgili.
Cumhuriyet Halk Partisi, neyi yapabileceği ya da yapamayacağı konusunda kendi gücünü iyi görmeli, iyi tartmalı. Kendi gücünü çok abartmamalı, gerçekçi olmalı. Rejimin bu dönüşümünü, sosyolojisini, bu sosyolojik siyasal dönüşümü, yaşadığımız krizi iyi tetkik etmeli ve burada yeni bir çerçeve Türkiye'ye sunmalı. Tabii Kürt sorunu konusunda da bunu çok ciddi bir şekilde yapmalı, doğru, ama genel olarak Türkiye için büyük yeni bir çerçeve sunmalı. Bu program onun sadece bir başlangıcı olabilir. Aynı zamanda rejimin bu yaşadığı krize müdahale etmeli. Yani o krizi iyice görünür kılmalı, ifşa etmeli. Biliyorsun ben çok optimist bir insanım, seninle o konuda anlaşıyoruz, bu iş kolay gözükmüyor; yakın bir dönemde, demokratik geri dönüşün, hukukun geri dönüşünün olabileceğini pek kestiremiyorum. Ama orta vadede, bu rejim kurgusunun, kurulmak istenen bu yeni yapının böyle kurulamayacağını düşünüyorum. Burada CHP'nin de bir rolü olacak, ama rejimin kendi içindeki o çatlamaların, kapasitesizliğin, aynı zamanda dünyadaki gelişmelerin de rolü olacak. Bu küresel otoriter dalga, bir yönüyle de aslında sönümlenecek gibi gözüküyor. Yani yerine daha demokratik bir şey de gelebilir, daha kötü bir başka bir şey de olabilir.

Ruşen Çakır: İstersen burada noktayı koyalım Ali, çok teşekkürler.
Yaycıoğlu: Ben teşekkür ederim. Aslında ekran orucum vardı, çıkmıyordum hiç, bana bozdurdun. Artık yeniden orucuma dönebilirim, çünkü kitap yazıyorum.

Ruşen Çakır: Çok teşekkür ederim Ali. Stanford Üniversitesi'nden Prof. Ali Yaycıoğlu’yla "Değişen CHP Türkiye'yi değiştirebilir mi?" sorusuna cevap aradık. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
21.12.2025 Mehmet Akif Ersoy operasyonu: “İlk taşı aranızda günahsız olan atsın”
21.12.2025 Habertürk’ün faturası kadınlara kesiliyor
20.12.2025 Süleyman Soylu’nun suçu ne?
18.12.2025 Dindar nesil diye diye…
17.12.2025 Habertürk’ün laneti sürüyor
16.12.2025 Bondi Plajı kahramanı Ahmed el Ahmed bize ne söylüyor?
15.12.2025 Öcalan olunca zor, Öcalan olmayınca imkansız
14.12.2025 “Meşe”den sonra “İlke”den de oldum, gizli tanıksız kaldım!
14.12.2025 19 Mart sonrası seçmen tercihleri nasıl değişti? İzmir örneği: Dr. Serkan Turgut ile söyleşi
14.12.2025 Mehmet Akif Ersoy’un yalnızlığı
21.12.2025 Mehmet Akif Ersoy operasyonu: “İlk taşı aranızda günahsız olan atsın”
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı