Önceki gün Diyarbakır Nevruz Meydanı’nda bana en büyük hayal kırıklığını Leyla Zana yaşattı. Geçen yıl aynı yerde düzenlenen kutlamalarda önce Kürtçe, ardından Türkçe konuşan Zana, gerek Türk kamuoyuna, gerekse doğrudan Başbakan Erdoğan’a seslenerek dikkat çekici ölçüde pozitif ve yapıcı mesajlar vermişti. Birkaç ay sonraysa hükümetin Kürt açılımını ilan etmesi, Zana’nın hiç de boşuna konuşmadığını bizlere göstermişti.
İşte bu nedenle önceki gün Zana’nın konuşmasını büyük bir merakla ve onun tıkanmış olan açılımın kaldığı yerden devam etmesine katkıda bulunacağı umuduyla bekledim ancak olmadı. Çünkü Zana hiç de kısa olmayan konuşmasını Kürtçe yaptı ve Türkçe bir şey söylemeden kürsüden indi. Kendisine “Neden?” diye sorduğumda “Bugün Türkçe konuşmak hiç içimden gelmedi” cevabını aldım. Ardından Kürtçe bilen meslektaşlarımdan çeviri için yardım istememi önerdi.
Böyle bir ihtiyaç hissetmedim çünkü o andan itibaren Zana’nın ne söylemiş olduğu benim için önemli olmaktan çıkmıştı. Eğer Kürt siyasi hareketinde, “Türk kamuoyu” nun duyarlık ve kaygılarını en fazla ciddiye alan isimlerden biri olan Zana’nın Türkçe konuşmak istemiyor olmasının çok derin sembolik ve buna bağlı olarak siyasal anlamları olduğunu düşünüyorum.
Gerçeklerle yüzleşmek
Kürt sorununda mümkün olduğunca samimi olmanın ve gerçeklerle çekinmeden yüzleşmenin zamanı geldi ve geçiyor. Dünkü gazeteler, Nevruz kutlamalarını genellikle olaysız ve şenlik havasında geçmiş olmalarıyla işlediler. Bunda bir mahsur yok. Ama bunun ötesine gitmek gerekiyor. Örneğin şöyle bir soru soralım: Her yaş ve cinsiyetten, her sosyal katmandan on binler, hatta yüz binlerce insan nasıl bir motivasyonla, güneşin altında saatlerce bir şenlik havasında bir araya gelir. Yine aynı insanların hatırı sayılır bir bölümü, nasıl Öcalan’ı, PKK’yı ve PKK’lıları övmek gibi kanunlara göre suç sayılan şeyleri hiç çekinmeden, hatta göstere göstere yapar?
Kimseyi ihbar ediyor filan değilim. Sadece şunu söylemek istiyorum: Geçen yıl ve dün Diyarbakır’daki Nevruz kutlamalarında sadece bir bayram şenliğine değil aynı zamanda siyasi bir kimliğin, duruşun aleni deklarasyonuna tanık oldum, olduk. Nevruz’u sadece asayiş açısından ele alan medya, katılımcıların sayısını komik bir şekilde düşük göstermeye çalışan güvenlik güçleri böyle yaparak Kürt sorununun çözümüne katkıda bulunmuyor, tam tersine çözüm imkanlarını sabote ediyor.
Tekrar başa, Zana’ya dönecek olursak: Türkiye’de her geçen gün daha da netleşen bir gerçek var: Ülkemizde birçok konuda (asker-sivil ilişkileri, laiklik) olduğu gibi Kürt sorunu söz konusu olduğunda, hatta en çok o zaman, iki farklı kamuoyuyla karşılaşıyoruz. Basitçe “Türk” ve “Kürt” sıfatlarıyla ayrıştırabileceğimiz bu kamuoyları yaşanan her gelişmeye tamamen zıt tepkiler veriyor. Örneğin Kandil ve Mahmur’dan dönüşler Kürt kamuoyunu sevindirip coştururken Türk kamuoyunu tedirgin etti. Her iki kanadın önde gelen isimleri de, kendi tabanlarını ötekilerin hassasiyetlerini dikkate almaya çağırmadı, belki de çağıramadı. Sonunda açılım sekteye uğradı.
Öcalan duyarlığı
Kamuoyu farklılıkları kuşkusuz en fazla Öcalan ve PKK gündeme geldiğinde belirginleşiyor. Ülkenin bir bölümünün tepeden tırnağa nefret ettiği Öcalan, sayıları hiç de az olmayan bir kesim tarafından “önder” olarak görülebiliyor. Örneğin Nevruz kutlamaları sırasında Öcalan’ın uzun bir mesajı okundu ve Nevruz konusunda eskiden yaptığı konuşmalardan derlenmiş bir sinevizyon gösterisi yapıldı. Ama benim dikkatimi en çok, “Öcalansız bir dünyayı başınıza yıkarız” yazan dev Öcalan posteri çekti.
Dünkü “Mesafe kötü bir şekilde açılıyor” başlıklı yazıma kimi okurlar “Bütün bunlar açılım yüzünden” diye tepki gösterdi. Çok feci yanılıyorlar. Bütün bunlar yılların birikimi. Ve bu birikimin ülkemizde kardeşçe bir arada yaşamamızı yok etme ihtimalini ortadan kaldırabilmenin tek yolu Kürt sorununu çözmektir. Yani bizi açılım bu noktaya getirmedi. Tam tersine açılım bizi bir felaketin eşiğinden döndürebilir. Bu nedenle hükümetin seçimleri filan beklemeden, cesaretle, açılımı kaldığı yerden sürdürmesi gerekiyor.