Dün Boğaziçi Üniversitesi’nde, Murat Akan’ın seminerinde bir grup siyaset bilimi yüksek lisans öğrencisiyle, benim ilk baskısı 1990’da yapılan “Ayet ve Slogan, Türkiye’de İslami Oluşumlar” adlı kitabımdan hareketle İslami hareket üzerine sohbet edip tartıştık. Doğal olarak tartışma, bu süre zarfında nelerin değiştiği üzerinde yoğunlaştı.
Türkiye’de İslami hareketin son 20 yılda yaşadığı evrimin başlıbaşına yeni bir kitabın konusunu oluşturduğu açıktır. Ve bu kitabın üç ana başlığını da AKP, Gülen hareketi ve Hizbullah’ın oluşturacağı da muhakkaktır. Kısacası diğer tüm parti, cemaat, grup ve çevrenin bu üç yapının gölgesinde kaldığını ve bu durumun daha bir müddet böyle süreceğini düşünüyorum.
İslamcılar devletin neresinde?
Öğrencilerden biri, günümüz Türkiyesi’nde radikal İslamcılarla devlet arasındaki ilişkiyi nasıl gördüğümü sorduğunda, tam da bu konuda bir yazı yazmayı planladığımı söyledim ki şu an okuduğunuz yazı odur. Seminerde de belirttiğim gibi Suriye konusu bu soruyu cevaplamada epey yardımcı olabilir. Şöyle ki yakın zamana kadar İslam dünyasını ilgilendiren bir dizi stratejik konuda aynı şeyleri söyleyen, beraber hareket eden Türkiyeli radikal İslamcılar arasında Suriye’ye bakış nedeniyle çok derin ayrılıklar, hatta kavgalar yaşandığını görüyoruz. Sayıca daha az olan bir grup Beşşar Esad rejimini desteklerken, rejimin devrilmesi için dış müdahale gerektiğini savunanların sesi daha fazla çıkıyor. Bunda sayıca fazla olmalarının dışında AKP hükümetiyle paralel düşünmeleriin etkisi de hayli yüksektir.
Müdahale yanlıları hiç kuşkusuz Esad rejiminin zulmünü ön plana çıkarıyorlar ki bu noktada malzeme bulmakta zorlanmadıkları muhakkak. Fakat zalimlikte Esad’ı hiç de aratmayan Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesi için dış müdahaleyi savunmayan, hatta karşı çıkan, örneğin Türkiye’nin Irak’ın işgalinin parçası olmaması için sokaklara dökülen insanların önemli bir bölümünün bugün hem müdahaleyi, hem de Ankara’nın aktif rolünü arzulaması son derece manidar.
Kaybeden sol-kazanan İslamcılık
Kimseyi döneklikle suçlama nyetinde değilim, sadece bu köklü değişimi anlamaya çalışıyorum. Bu açıdan ilk Körfez Krizi sırasındaki sol ile bugünkü İslamcılığı kaşılaştırmak işe yarayabilir. Küresel anlamda yenilmiş olduğu Duvar’ın yıkılmasıyla tescillenmiş olan sol yaşadığı travmanın etkisiyle Körfez Krizi’nde iyice savrulmuştu. Le Monde Diplomatique editörü Alain Gresh’in kendisiyle yaptığım söyleşide “İlk kez dünya çapında bir krizde hangi arkadaşımın nasıl bir tavır alacağını kestiremiyorum” demiş olmasını hiç unutamam.
Galiba benzer bir durum günümüz İslamcılılığı için geçerli; tabii çok büyük bir farkla: Biz solcular yenildiğimiz için savruluyorduk, İslamcılar ise galip geldikleri için. Çok spekülatif olduğunun farkındayım ama yıllar boyunca muhalefete mahkum olmuş, yeraltına çekilmek zorunda kalmış olan İslamcıların birdenbire iktidarla tanışınca bocaladıklarını düşünüyorum. Dolayısıyla Suriye’ye müdahalenin bayraktarlığını yapan İslamcıların, eminim çoğu bu tespitime kızacaktır ama, artık iktidarın diliyle konuştuklarını söyleyebiliriz.
Buradan hareketle Ahmet Davutoğlu’nda gözlediğimiz ve bazılarını çok şaşırtıp öfekelendiren değişimi de daha kolay anlayabiliriz. Uzun bir süre başta ABD olmak üzere Batılı güç odaklarının kendisine kuşkuyla baktığı Davutoğlu bu süreçte daha savunmacı ve ister istemez “muhalif” bir dile sahipti. Ama Obama yönetimiyle birlikte Washington kendisine bir “düşman” değil de “ortak” olarak bakmaya başlayınca gerçek Davutoğlu ile tanıştık.
Özetle Suriye tartışmaları bize İslamcılığın özünde sistem (ulusal ve küresel) karşıtı değil, sadece sistemin dışında kalmak istemeyip merkeze taşınmak isteyen bir hareket olduğunu gösteriyor, iyi de oluyor.