BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın, Leyla Zana’nın Hürriyet Gazetesi’ne verdiği söyleşinin ardından sarf ettiği “Leyla’yı Leyla yapan Mecnun’un aşkıdır” sözleri şaşırtıcıydı, ona hiç yakışmıyordu, nitekim kendi siyasi kariyerinin eksi hanesine kalın harflerle işlendi.
PKK yöneticilerinden Mustafa Karasu’nun Özgür Politika Gazetesi’nde kaleme aldığı yazıda Leyla Zana’nın inisiyatifini Iraklı Kürt liderlerle ilişkilendirmesi ve “Zana’nın söyledikleri çözüm ve barış için bir değer ifade etmiyor. Sadece Kürdistan’da etkisizleşen AKP’ye bir nefes verme anlamına geliyor” demiş olmasıysa hiç şaşırtıcı değildi. Türk basınında “Zana’ya PKK’dan tepki” kapsamında yer bulmasa bu sözler belki de pek dikkat çekmeyecekti.
Şaşırtıcı olmayan bir başka açıklama da PKK’nın üst düzey isimlerinden Duran Kalkan’dan geldi. Zana’nın AKP hükümetiyle birlikte çözüm aradığı sırada Kalkan, Fırat Haber Ajansı’na verdiği söyleşide “AKP gitmeden Kürt sorunu çözülemez” dedi. Kalkan’ın söz konusu mülakatta sadece Zana’yla değil, “askeri çözüm sürecindeyiz” diyerek, Öcalan’dan sonra örgütün en önemli ismi olan ve “müzakere yanlısı” bilinen Murat Karayılan ile de ters düştüğü görülüyor.
İki temel kavram
Aslında yeni bir durum değil yaşadığımız. Değişik dönemlerde Kürt siyasi hareketinin yasal, yarı-yasal ya da yasadışı kollarından farklı kişilerin kritik konularda çok farklı pozisyonlar aldıklarını görmüştük. Bu görüntüden hareketle kimi yorumcular söz konusu hareket içinde çokbaşlılık olduğu sonucuna vardılar. Bazıları daha ileri giderek, doğru mu yanlış mı olduğunu asla bilemeyeceğimiz bol sayıda “istihbarat bilgisi”nden de yararlanarak, PKK içinde bir “derin PKK” olduğunu ileri sürdü.
Bu tür değerlendirmelerin ve bunlardan hareketle ortaya atılan “Hangi PKK?” gibi soruların işlevsiz ve dolayısıyla yanlış olduğunu düşünüyorum.
Çünkü eğer Kürt siyasi hareketini ve içindeki farklı dinamikleri sahiden anlamak istiyorsak öncelikle “tavan”a değil “taban”a bakmamız gerekiyor. Kürt hareketinin tabanı, birilerinin göstermek istediğinin tersine son derece “çoğul”: Burada her sınıftan, yaştan, eğitim durumundan, cinsiyet ve cinsel yönelimden ve en önemlisi siyasi tercihten insan yer alıyor.
“Siyasi tercih” deyince bundan yaklaşık 7-8 yıl önce bir belediye başkanının bir sohbette söylediği sözler aklıma geliyor: “Ben aslında liberal biriyim. Kendimi merkezde görüyorum. Ama bizim hareketin tepesinde sol, hatta sosyalist soldan gelenler ağır basıyor. Şu Kürt sorunu bir çözülse de hepimiz kendi siyasi partilerimizde yer alsak, çok iyi olacak.”
Gerçekten de, özellikle son dönemde İslamiyet konusundaki bariz yumuşamayla birlikte dindarları da daha fazla kucaklamaya başlayan Kürt siyasi hareketini, Kürtlerdeki bütün renkleri biraraya toplayan bir “geçiş dönemi koalisyonu” olarak adlandırmak yanlış olmaz.
Tavandaki tutuculuk
Sorun esas olarak, tabandaki bu “çoğulluk”un tavana aynı oranda yansımaması; hareketin önde gelen kurumlarının yönetimlerinin “çoğulcu” bir görüntü vermemesinden kaynaklanıyor. Diğer bir deyişle bu hareketin köşebaşlarını tutmuş olanlar, bir yandan tabandaki olağanüstü gelişim ve dönüşümden (diğer bir deyişle çoğullaşmadan) yararlanırken, diğer yandan mevcut iktidarlarını koruyabilmek adına bu çoğulluğun gereği olan çoğulculuğu engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar. “Ellerinden gelen” derken ilk olarak her vesileyle “savaş ve çatışma dili”ne ve şiddet eylemlerine başvurmalarını kastediyorum. Ancak tabandan gelen güçlü “barış” talebi yüzünden tavandaki savaşseverlerin giderek daha fazla yalnızlaştıklarını söyleyebiliriz.
Sonuç olarak Leyla Zana’nın girişimini, Kürt hareketi içindeki bu temel kırılma, yani tabandaki çoğulluğun tavana yansımaması bağlamında değerlendirirsek daha isabetli olacaktır.