Hollanda seçimlerinin ardından: Batı’da İslâm düşmanlığı yükselirken Müslümanlar ne yapıyor?

23.11.2023 medyascope.tv

23 Kasım 2023’te medyascope.tv'de yaptığım değerlendirmeyi yayına Cenk Narin hazırladı

Merhaba, iyi günler. Hollanda’da dün bir seçim yapıldı ve seçimin birinci partisi olarak Geert Wilders’in lideri olduğu Özgürlük Partisi birinci parti çıktı; 17 milletvekili vardı, be sefer 36 çıkardı. Hollanda Parlamentosu’nda 150 milletvekili var; yani hükûmet kurmak için 76 milletvekilinin desteği gerekiyor. Wilders 40 milletvekili daha bulursa başbakan olacak. Büyük bir ihtimalle kuracak, ama kurmama ihtimâli de var.

Bunun dışında diğer partilerden merkez sağ parti, Dilan Yeşilgöz’ün lideri olduğu parti, 11 milletvekili kaybetti, 24’te kaldı. Diğer milletvekilleri ise sol partiler ve çok sayıda parti arasında paylaşıldı. Niye bunu önemsiyoruz? Çünkü Wilders çok açık bir şekilde İslâm düşmanı ve zâten yükselişini de büyük ölçüde buna borçlu olan aşırı sağcı bir siyâsetçi.

Çok net bir şekilde, İslâm temelli eğitim veren okulları kapatacağını, hattâ câmileri kapatacağını söylemiş birisi. İslâm için “gerizekâlı bir kültürün ideolojisi” demiş birisi — bir kereliğine söylediği lâflar değil bunlar. Hollanda’da çok ciddî sayıda bulunan Faslılar –yani önemli bir göçmen grubu– için “pislik” demiş birisi. Hz. Muhammed için söylediklerini burada söylemek gerçekten yakışık almaz. Öyle ki, Pakistan’da İslâmcı bir grup kendisi için fetvâ bile yayınlamıştı. Bu da tabiî ki onun hoşuna gitti. Böyle bir şahıs.

Wilders Batı dünyasında ilk öne çıkan İslâm karşıtı, hattâ İslâm düşmanı siyâsetçi değil; değişik yerlerde bunların olduğunu biliyoruz. Tonları farklı oluyor, ancak bu sağcı popülizmlerinde İslâm karşıtlığını, Müslüman karşıtlığını çok sık bir şekilde kullanan kişiler var ve Batı’daki İslamofobiyi çok ciddî bir şekilde kaşıyan ve buradan güç alanlar var. “İslamofobi” denen husus çok açık bir realite. Bunun birçok nedeni var; ama esas olarak 11 Eylül 2001 El Kaide saldırılarıyla berâber bayağı zirveye çıkan bir husus. O târihten îtibâren dünyada Batı toplumlarının –“Müslüman olmayan ülkelerin” diyelim, ama özellikle Batı toplumlarının– İslâmiyet’e ve Müslümanlığa bakışında çok ciddî anlamda negatif bir trend yaşıyoruz. El Kaide’nin sönmesinin ardından IŞİD’in çıkmasıyla berâber bu tekrar hayâta geçti. Özellikle Batı’da gerçekleştirilen terör eylemleri –11 Eylül kadar olmasa da– Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de, değişik yerlerde düzenlenen ve çok sayıda kişinin hayâtını kaybetmesine yol açan canlı bomba eylemleri –en son Belçika’da iki İsveçlinin hayatını kaybettiği bireysel bir saldırı da olmuştu–, bütün bunlar İslamofobiyi çok ciddî bir şekilde besliyor ve Batı toplumlarında Müslümanlarla uzun bir süredir bir arada yaşayan kesimlerin Müslümanlara bakışında gerçekten negatif anlamda çok büyük değişiklikler oluyor. Wilders gibi siyâsetçiler de bunun üzerinde sörf yapıyorlar.

Burada İslamofobi konuşulurken genellikle Batılılar suçlanıyor. Tabiî ki bu fobiye sâhip olanlar var, ama bu fobiyi besleyenler de var. Özellikle Türkiye’dek Erdoğan yönetimi dünya çapında “İslamofobiyle mücâdele” adı altında birçok faaliyet yapıyor, ama bunlardan bir sonuç alması pek mümkün olamıyor; çünkü büyük ölçüde tek taraflı bakılan bir husus. Ama bunu besleyen kaynakların başında, küresel anlamda faaliyet gösteren ve İslâm’ı referans alma iddiasındaki terör şebekeleri geliyor — El Kaide ve IŞİD bunlardan ilk akla gelenler. Bunların saldırıları son dönemde değişik yerlerde, özellikle Afrika’da iyice arttı. Bir ara Irak ve Suriye’de çok vardı. Kendi insanlarına karşı da acımasızlar; meselâ Suriye’de Nusayrîlere yönelik ya da Irak’ta Arap olmayanlara, Sünnî olmayanlara yönelik saldırılar da yapabilmiş yapılar var. Bunların hepsini bir şekilde kayda geçirmek ve bunlara karşı bir perspektife sâhip olmak gerekiyor. Bunlara karşı, Batı’yı karıştırmadan… yani belli ölçülerde Batı’yı karıştırmadan olmuyor, ama Müslümanların kendilerinin buna karşı söyleyecek bir lâflarının olması gerekiyor. 11 Eylül’den bu yana böyle davranılmadı. Komplo teorilerine îtibar edildi. Meselâ “11 Eylül saldırısı olmadan önce İkiz Kuleler’deki bütün Mûsevîler işe gitmemeleri için uyarılmıştı” gibi komplo teorileri var. Ne demek isteniyor? Bunun aslında İsrail’in, Mossad’ın bilgisi dâhilinde yapılmış olduğunu, hattâ bunu doğrudan Başkan Bush’un yaptırdığını söyleyenler de var. Ama bir diğer yandan da, El Kaide’ye toz kondurmayanlar var. Bunlarla yüzleşmeyi –IŞİD konusunda da aynı şekilde yüzleşmeyi– Müslümanlar tam olarak yapmadılar, ürktüler. Bunlara karşı tavır almaları hâlinde, Müslüman olmayanların elini güçlendireceklerinden korktular.

Târih boyunca bunu görüyoruz. 21. yüzyıla damgasını vuran bir süreçten bahsediyoruz. Burada tek tek Müslümanların çok fazla gücü olmayabilir, ama Müslümanların örgütlü olduğu, meselâ Batı’daki câmiler, birtakım vakıflar, dernekler, şirketler vs., buralarda da kendi içerisindeki İslamofobiyi besleyen kaynaklarla mücâdele konusunda çok ciddî birtakım seferberlikler olmadı. Daha önemlisi, tabiî ki, “İslâm ülkeleri” diye tanımlanacak ülkeler bu konuda hemen hemen hiçbir şey yapmadılar. Kendi dertlerine düştüler, yapmadılar. Yapmaya çalışanlar da genellikle, demin örneğini verdiğim gibi, Erdoğan yönetimi örneğinde olduğu gibi tek taraflı bir şey yapmaya çalıştılar. Londra’da bombalar patladığı zaman –bunu bir “Gomaşinen”de anlatmıştım– ABD’de gazetecilik yapıyordum ve Erdoğan oraya bir toplantıya gelmişti, Sun Valley diye bir turizm merkezinde Amerika’nın kalburüstü insanlarıyla buluşmaya gitmişti. Orada bir konferansta konuşma yapmıştı. Biz de gazeteciler olarak izlemeye gitmiştik. Ertesi gün, sabah bir basın toplantısıyla programı bitecekti; saat farkı da olduğu için, Londra bombaları haberi geldi.

Ertesi gün Erdoğan’ın bütün gündemi o oldu. Orada Erdoğan’ı izlediğimde, çok iyi hatırlıyorum, Faruk Loğoğlu o sırada Washington Büyükelçisi’ydi, o da oradaydı ve tabiî ki Erdoğan’a eşlik ediyordu. Orada kendisiyle tartıştığımızı hatırlıyorum. Erdoğan’ın basın toplantısında söylediklerinin çok zayıf olduğunu söylemiştim. Erdoğan ne demişti? “İngiltere halkının yanındayız. Çok üzgünüz” falan, ama siyâsî olarak İslâm dünyasına yönelik herhangi bir mesaj, El Kaide tarafından yapıldığı tahmin edilen –ve öyle çıktı zâten; Pakistan’da eğitim gördükleri saptanan kişilerdi bunlar, sonra o da çıktı– bu saldırılar karşısında hiçbir duruş sergilememişti. O bir fırsattı aslında; kötü bir olaydı, çok acı bir olaydı, ama meselâ Erdoğan orada çıkıp o eylemi gerçekleştiren zihniyetle bir hesaplaşma içerisine girseydi ve bunu sürdürseydi, bambaşka bir şey olabilirdi, olmadı. Olmaması şaşırttı mı? Çok da şaşırtmadı.

Dünyada İslâm’a karşı gelişen hareketler, yükselen partiler ve özellikle Batı dünyasında yaşayan Müslümanların işlerinin giderek daha da zorlaşması konusunda Türkiye’ye çok büyük roller düşüyor. Çünkü diğer ülkelere baktığımız zaman, meselâ İran bunlardan çok fazla rahatsız değil. Birçoğunda bir demokrasiden bahsetmek mümkün değil. Körfez ülkeleri vs. kendi derdine düşmüş durumda ya da Batı’yla ilişkileri zayıf ülkeler, ama Türkiye’de iyi-kötü bir demokrasi vardı, artık o da yok. Avrupa Birliği’yle tam üyelik müzâkereleri yapma hakkını kazanmış bir ülke olarak Türkiye aslında bu anlamda İslâm dünyasının Batı’daki bir sözcüsü olabilirdi; ama bunun yerine Türkiye, Avrupa Birliği sürecini Erdoğan’la durdurdu, Avrupalıların da hoşuna gidecek şekilde, karşılıklı yapılan bir şeydi bu. Erdoğan Batı karşıtlığını sürekli kendi iç politika malzemesi olarak kullandı ve aradaki mesâfeyi açtı. Halbuki Türkiye ile Batı’nın arası o kadar kapalı değildi, iyice açıldı. Bir ara Türkiye’de birileri Hollanda’yı protesto etmek için portakalları kesmişti. Neydi olay? İnanın ben hatırlamıyorum, kim bilir neydi? Şimdi o Hollanda’nın, her halükârda Wilders’in yönettiği Hollanda’dan kötü olma ihtimâli var mı? Yok. Türkiye’de Hollanda’yla olan sorunlar ya da Almanya, Fransa veya ABD ile olan sorunlar, böyle birtakım iç politika hesaplarıyla Batı karşıtlığı üzerinden kurulmayıp başka türlü yapılsaydı, daha ılımlı bir şekilde yaklaşılsaydı, başka şeyler olabilirdi.

Burada şimdi bakıyoruz ki, bu tür hareketlerin güçlenmesinde Türkiye ve Erdoğan’ın da çok ciddî bir payı var. Wilders’in özellikle Erdoğan’la çok uğraştığını biliyoruz. Her vesîleyle Erdoğan’a sataştığını da biliyoruz. Bakalım şimdi ne olacak? Türkiye-Hollanda ilişkileri ne olacak? Portakalların hepsini kessek de protesto için yetmeyecek bir yere doğru gidebiliriz. Her ne kadar Wilders câmi kapatmak falan gibi şeylerden geri adım atacağının sinyallerini verse de, onun çok net bir şekilde İslâmiyet’e ve Müslümanlara karşı birisi olduğunu biliyoruz ve onların hayâtını zorlaştırmak için her türlü fırsatı değerlendirecektir. Hollanda’da hatırı sayılır ölçüde Türkiye’den gitmiş insanlar da var; ama özellikle Kuzey Afrika’dan giden Faslıların sayısının çok daha yüksek olduğunu, Endonezya’dan da gidenlerin olduğunu biliyoruz. Kuşaklar boyu giden bir göçmen topluluğu var ve normal şartlarda buna çok sıcak bakmış, bundan rahatsız olmamış bir ülkenin bir dönüşümünden bahsediyoruz. Ama bu sâdece Hollanda’ya özgü değil. Dünyanın birçok yerinde, Batı ülkelerindeki birçok yerde, meselâ İtalya’da da aynı şekilde aşırı sağcı bir yönetim geldi ve burada da yine aynı şekilde mülteciler, sığınmacılar, Müslümanlar, “İslâmî terör” gibi kavramları bol miktarda kullandılar. Fransa’da Ulusal Cephe bir şekilde hep direkten dönüyor, belki bir sonraki aşamada onların da sırası gelecektir. Onların da en iyi argümanlarından birisi bu. Batı’da, Avrupa’da İslâm düşmanı ya da İslâm’a antipatik bakan siyâsetçi denince akla ilk gelen isimlerden birisi de Macaristan’ı yıllardır yöneten Viktor Orban. Viktor Orban’ın en yakın mevkidaşlarından birisi kim? Recep Tayyip Erdoğan. Bir de böyle acayip bir olayla karşı karşıyayız. Türkiye ile Macaristan ilişkileri bayağı bir gelişiyor. Sık sık birbirlerini ziyâret ediyorlar, birlikte fotoğraf veriyorlar. En son İsveç’in NATO üyeliği konusunda iki ülke ayak sürüyor: Macaristan ve Türkiye. Bayağı bir yakınlık var, ama bütün bunlar yapılırken Orban’ın Müslümanlara yönelik antipatisi falan gündeme gelmiyor. Belki aralarında konuşuyorlardır, ama Erdoğan’ın Orban’ı daha İslâmiyet’e sıcak bakar bir yere getirdiği de söylenemez; çünkü bir yerden sonra artık, otoriter liderler otoriterlikte birleşiyorlar. Din konusunda dile getirdikleri İslâm karşıtı, İslâm yanlısı yaklaşımlar vs. bütün bunlar bir yerden sonra çok anlamlı değil ve Türkiye ile İslâm dünyasının bu son derece riskli gelişmeler karşısında yapmaya çalıştığı şeyler bir yerden sonra göstermelik olmaktan öteye gidemiyor.

Sonuçta bu gelinen noktadan tabiî ki faşist görüşlere sâhip olan siyâsetçiler ve onlara destek verenler esas sorumlu. Ama onları adım adım buraya sürükleyen, onların adım adım güçlenmesine katkıda bulunan, yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla, cesâret edemedikleriyle, dünya Müslümanları ve İslâm ülkeleri, İslâm ülkelerini yönetme iddiasındaki siyâsetçiler ya da krallar, prensler vs. hepsinin vebâli çok büyük. 21. yüzyıl gerçekten dünyada Müslümanların durumunun daha da kötüleşeceği bir yüzyıl oluyor. Bu arada bir notu da özellikle düşmek istiyorum. Bütün bu süreçte Müslümanların bir şekilde kazandıklarını kaybetmeye başlamaları ve yeni kazanımlar elde edememelerinin Batı’da öne çıktığı bu süreçte, Müslümanlar arasında çok ciddî bir şekilde dinden uzaklaşma eğiliminin de yükseldiğini kayda geçirmek lâzım. Çünkü bir yerde bu, Batı’dan gelen baskılardan korkmaktan ziyâde, belli ölçülerde Batı’yla iç içe yaşayan kişilerin, Batı kültürüne az buçuk sindirmiş olan kişilerin bakışlarının da değişmesiyle alâkalı bir şey. Meselâ Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi lideri Dilan Yeşilgöz –tam İslâm kapsamına girmeyecek bir şey, ama meselâ mülteciler konusuna girebilecek bir şey–, kendisi de bir göçmen olmasına rağmen göçmen politikası konusunda aşırı sağa bayağı yakın görüşler savunabiliyordu. Bunun örnekleri değişik yerlerde, Almanya’da ve başka yerlerde de var. Dolayısıyla o değişen kuşaklar da bir dönüşüm yaşıyor ve İslâm topluluklarının, İslâm ülkelerinin sürece müdâhale etmemesi, edememesi, etmek istememesi nedeniyle, özellikle Batı’da yaşayan Müslüman kökenli birçok insan, kendi bacaklarından asılmak yoluna gidiyorlar ve farklı farklı tercihlere doğru gidebiliyorlar. Bu gidişat hiç iyi değil. Wilders, başbakan olsun ya da olmasın, ilk örnek değildi, son örnek de olacağa benzemiyor. Bunun sonucunda bu faturanın esas olarak çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde yaşayanlar ve özellikle de oralardan Batı ülkelerine göçenler tarafından ödendiğini ve ödeneceğini ve faturanın giderek kabarmakta olduğunu vurgulamak istiyorum. Durum hiç iç açıcı değil. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan insanlar kendi dinî inanışları ne olursa olsun bundan etkilenecekler. Şunu diyenler olabilir: “Benim nasıl olsa dinle alâkam yok. Ben deistim, ateistim ya da başka dinlere inanıyorum.” Ama unutmayın, bir yerden sonra siz Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşıyorsanız, herkesin gözünde aynısınız. Kimse size vize almaya gittiğinizde dinî inancınızı falan sormuyor ve zâten dikkat edin, özellikle son dönemde Türkiye’de orta sınıflar da Batı tarafından çok sıkı engellemelere mâruz bırakılıyorlar. Eskiden şöyle bir şey vardı: Batı’ya ev tapusu olmayan, şu bu belgesi olmayanları almıyorlardı. “Almasınlar” diyenler şimdi sıranın kendilerine de geldiğini görüyorlar; çünkü olay, giderek daha kapsayıcı bir hal almaya başlıyor. Sadece İslâm ülkelerinin alt sınıflarını değil, orta sınıflarını, üst-orta sınıflarını da hedef alan bir dışlama politikasını yaşadığımızı söyleyebiliriz.

Maalesef durum böyle. Ne yapılır bilmiyorum, ama “İslamofobiyle mücâdele” diye yapılan sempozyumların pek bir işe yaramadığını özellikle vurgulamak istiyorum. Son olarak şunu da söyleyeyim: Yıllar önce Danimarka’da bir üniversitedeki İslamofobi toplantısına çağrılmıştım ve ben İslamofobinin yanlışlığı üzerine bir konuşma için yapmak için gittim, ama meğer toplantıyı düzenleyenler ve katılımcıların büyük bir çoğunluğu zâten İslamofobiyi savunanlarmış ve bunların büyük bir kısmı da aslen İslâm ülkeleri olarak tanımlanabilecek yerlerde doğmuş insanlardı. Bu dediğim olay 15 yıl önceydi. O zamandan bu zamâna olayın çok daha vahim bir noktaya gelmiş olduğunu bir kere daha belirteyim. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
05.05.2025 Sırrı Süreyya'yı gözyaşlarıyla uğurladık
04.05.2025 Kürtler bu iktidara niçin ve nasıl güvensin?
04.05.2025 Necati Özkan ile söyleşi: “Millet ile devletin karşı karşıya geldiği her durumda kazanan millet olur”
04.05.2025 Erdoğan 19 Mart gibi vahim bir hatayı neden yaptı?
03.05.2025 "Heybede duran büyük turplar" ne zaman dökülecek?
01.05.2025 Prof. Evren Balta ile söyleşi: Dünyada ve Türkiye'de otoriter rejimlerin geleceği
30.04.2025 Dalga dalga fiyasko
29.04.2025 Sahiden hepimiz aynı gemide miyiz?
29.04.2025 Zafer Partisi ve Ümit Özdağ realitesi
28.04.2025 Erdoğan saldırdıkça İmamoğlu kazanıyor
05.05.2025 Sırrı Süreyya'yı gözyaşlarıyla uğurladık
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı