Fatma Zehra Fidan ile söyleşi: Türkiye’nin KHK’lılar gerçeği

13.06.2025 medyascope.tv

13 Haziran 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayında Gülden Özdemir hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Türkiye'nin KHK'lılar gerçeğini, içlerinden birisiyle, bu konuda çok ciddi çalışmaları olan Doçent Fatma Zehra Fidan'la konuşuyoruz. Zehra Hanım, merhaba.
Fatma Zehra Fidan: Merhaba Ruşen Bey.

Ruşen Çakır: Sizin geçen yaptığınız bir video çok çarpıcıydı, ‘‘Bize bayram haram’’ demiştiniz. Ben de onun etkisiyle, kışkırtmasıyla "KHK'lıların Yalnızlığı" diye bir yayın yaptım biliyorsunuz. Sizi o sayede keşfettim yakın bir zamanda ama sonra araştırdım, baktım ki siz çok eski bir KHK'lı olarak ve bu konuyu gündeme taşıyan az sayıdaki isimden birisiniz. KHK'lı binlerce kişi var ama bunu açıkça böyle kamusal alanda tartışan çok az kişi var. Bu da Türkiye'nin acı bir gerçeği. Zehra Hanım, öncelikle sizin öykünüzü kısaca bir anlatır mısınız? Din sosyolojisi değil mi sizin esas alanınız?
Fatma Zehra Fidan: Ben Ege Üniversitesi Sosyoloji bölümünü bitirdim. Muğla Üniversitesi Sosyoloji bölümünde yüksek lisans yaptım. Daha sonra Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi alanında kadın dindarlığı çalıştım. Sosyoloji, fakat benim uzmanlık alanım kadın çalışmaları, kadın yoksulluğu ve kadın dindarlığı bağlamında temayüz ediyor. Daha sonra da doktoradan sonra orada boşluk kalan yerleri doldurma açısından kadın çalışmalarına devam ettim. Bu konudayken, artık doçent olduktan sonra, kendi bakımımdan biraz doyuma ulaştıktan sonra çok eskiden benim merakımı uyandıran intihar eden kişi yakınlarıyla ilgili veri toplamaya başladım. O benim öğretmenlik yıllarımdan içimde kalan bir ukdeydi. O çalışmalarla ilgili veri toplarken 2016'da işimden ihraç edildim. Böyledir. Ruşen Bey, şöyle; benim aslında normal bir eğitim, normal derken "normal nedir?" o da tartışılır tabii ki, fakat bilindik kurallar dışında bir hayatım oldu. O ilk hikaye kitabımı 11 yaşında yayınladım, elimde kalemle doğmuş gibiyim. Yani okunan, kitap okunan bir eve doğdum. Fakat daha sonra bir dini rüzgara çarpıldım. Çok modern, dinselliğin ve dindarlığın hiçbir zaman ölçü olmadığı bir ailede büyüdüm ben. Fakat ergenlik dönemimde, böyle bir 80 Türkiye'sinde, 80'ler Türkiye'sinde bütün her şeyimi geri atarak, aileme de bir anlamda ihanet ederek, o eğitim geçmişime, o güzel başa… İhanet demeyeyim de o gencin kendi yürüdüğü yolda yürüyerek ben dedim ki, ‘‘Bir Müslüman, Allah'ın sevdiği bir insan olmak istiyorum’’ dedim. İslamcı kimlikle alakam yoktu, herhangi bir partiyle, ideolojiyle alakam yoktu. Ben tasavvufi bir arktan etkilenmiştim. Fakat çok küçük yaşta evlendim ve bu süreç benim hayatımda bir mağara dönemi gibidir. Orada kendi kişisel dindarlık inşamı gerçekleştirdim, öyle gördüm. Dışarıya, bütün dünyaya kapalı bir hayat yaşadım. Daha sonra dört çocukla boşandım. Bu boşanma sürecinde üniversite sınavlarına hazırlandım. Türkiye'de yüzde 5'lik dilimle üniversite sınavlarını kazandım. Okulu dereceli bitirdim. Böyle bir hayat yolculuğumdayken artık üniversitemde duvarıma gizli gizli "Aman Allah'ım, ben hayatta en sevdiğim şeyleri yapıyorum, bunun üzerine bana bir de para veriyorlar" dediğim bir dönemde bir terör örgütü sempatizanlığı gerekçesiyle işimden atıldım. İşimden atıldıktan sonra da sizin gibi böyle işkolik, işkolik bana biraz şey gibi geliyor, tutkulu bir akademisyenim. 6 kitap yazdım bu dönemde, bir sürü makale yazdım. Çalışarak mutlu oluyorum. Öyle yani, kısaca böyle.

Ruşen Çakır: Peki, şu KHK meselesi esas olarak 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yaşanan bir olay. Yani o zaman ne oluyor? Neredeyse 10 yıl oldu. Neredeyse 10 yıl oldu, dokuz yılı biraz geçti. Kaç kişiden bahsediyoruz? Mesela şöyle şeyler var: Bir cezaevleri var, bir işlerinden olanlar var, hem işinden olup hem cezaevine girenler var. On binler mi diyoruz? Nasıl bir durum?
Fatma Zehra Fidan: Yüz binler. Biz ilk verilerde 152 bin kişinin işten atıldığını devletin resmi verilerinden öğrenmiş bulunuyoruz. Burada tabii ki daha sonra Ruşen Bey, bakanlık emriyle çok fazla kişi işlerinden atıldı. Bunların sayılarını bilmiyoruz. KHK döneminden sonra KHK'sız işlerinden atılanlarla yaklaşık 300 bin kişinin işinden atıldığını öngörüyoruz, tahmin ediyoruz. Dolayısıyla 300 bin kişinin aileleriyle birlikte düşündüğümüzde milyonları aşan, iki milyonu aşkın bir kitlenin KHK rejimi olarak adlandırdığımız bu süreçte etkilendiğini görüyoruz. Burada şimdi şöyle, sayılar sorduğunuzda sayılar çok fazla değişkenlik gösteriyor. Fakat şu anda son verilere göre 2025 yılında 750 civarındaki çocuğun cezaevlerinde kaldığını, kadınların, yaşlı ve hasta mahkumların cezaevinde kaldığını biliyoruz. Bu sayılar değişkenlik gösteriyor çünkü sağlık durumu da devamlı bozuluyor Ruşen Bey. Sağlık durumları bozuluyor. Cezaevinde ölen 9 kişiyi biliyoruz. Fakat şu anda 9 yıldır, tahminimize göre yaklaşık 9 bin KHK'lı kişi içeride duruyor. Fakat şimdi bizim arkadaşlarımızın merakla beklediği infaz düzenlemeleri şu yüzden: Eğer bir çözüm getirilmezse 40-50 bin kişinin, özellikle kadınlar bekliyor bunu, 40 bin dolayında kişinin yeniden cezaevine girmesi söz konusu. Böyle bir popülasyondan ve bu hukuk dışı uygulamaların yaşandığı travmatik bir süreçten geçiyoruz.

Ruşen Çakır: Peki burada şunu sorabilir miyim, KHK'lılar derken hangi suçlamalar daha çok? Öncelikle Fethullahçılık, devletin tabiriyle FETÖ. Ben kullanmıyorum ama davalar FETÖ diye açılıyor. Ama biliyoruz ki sadece bundan değil, birtakım Kürt hareketine yakın ya da solcu isimler de oldu, daha sonra barış akademisyenleri oldu. Ama ezici bir çoğunluğun Fethullahçılık olayıyla alakalı olduğunu söyleyebiliriz herhalde, değil mi?
Fatma Zehra Fidan: Tabii ki, tabii ki. Şimdi şöyle, ben mütevazı kanalımda Yüksel Direnişçileriyle programlar yaptım: Sevgili Acun Karadağ, Alev Şahin, Nazan Bozkurt. Tabii ki Nuriye Gülmen cezaevinde olduğu için onunla herhangi bir şeyim yok. Bizim Barış Akademisyeni arkadaşlarımız bu meselenin yüzde kaçını teşkil ediyor? Sayılar bilinmediği için bu konuda da bizim kesin bir bilgimiz yok. Fakat biz kabaca %10'umuzu sol tandanslı arkadaşlarımızın oluşturduğunu düşünüyoruz. Benim suçlamalarımda Barış İmzacısı değilim ama Barış İmzacılarına Özgürlük Bildirgesi'ni imzaladığım için de üniversitede sorgulanmış bir akademisyenim. İşte Kürt meselesinden, Eğitim-Sen'den, KESK davasına, sol derneklere ve örgütlere yakınlık, PKK-KCK, barış bildirgesine imza, Kürt hareketlerine tabi olma veya devamlılık gibi gerekçelerle işlerinden edilen arkadaşlarımız var. Zaten biz KHK'lı Platformları Birliği'nde karma bir grup olarak beraber mücadele ediyoruz. Çoğunluk tabii ki cemaat gerekçesiyle atılanlar Ruşen Bey.

Ruşen Çakır: Burada şöyle bir olay var, benim dışarıdan gözlediğim kadarıyla; şimdi sol hareket ve Kürt hareketi zaten bu tür şeylere, devlette sorun yaşamaya zaten çok alışık ve onların birtakım mekanizmaları var, dayanışma ağları var. Mesela diyelim ki işinden atılan birisi, bir şekilde bir yerde iş bulabiliyor vesaire. Ama burada Fethullahçılık söz konusu olduğu zaman bu insanlar hayatlarında ilk defa böyle bir şey yaşadılar ve uzun bir süre, belki hala da etkisi vardır, bu tür bir sivil, nasıl söyleyeyim, hak arayışı ya da sorun dile getirme meselesinde çok düşük bir performans gördüm ben. Yanılıyor muyum?
Fatma Zehra Fidan: Yanılmıyorsunuz, çok haklısınız Ruşen Bey. Bu bence kimlik inşasıyla alakalı bir şey. Cemaat sempatizanlığı veya mensubiyetiyle ilişkili kişilerde her cemaatin kendi misyonu bağlamında ürettiği bir kimlik inşası var, bir ideal tip var. Bu ideal tipte sokaklara çıkmak, protestolar yapmak, hakkını, tırnak içinde, "ölçüsüz hareketlerle" aramak, yıllar boyunca, hani cemaatin başlangıcını biz 1970'ler olarak işaretlersek bu sokak hareketleri ve bu şekilde hak arama etkinlikleri kabul edilmez şeylerdendir. Ben çok arkadaşlarımızı gördüm. Cemaat tandanslı platformlarda belki gözyaşları içerisinde solcu arkadaşlarına, "Biz sizi eskiden terörist bilirdik. Biz eskiden gittiğiniz yolu kabul etmezdik. Biz sokaklardaki eylemleri terör eylemleri, olmaması gereken eylemler olarak tanımlardık fakat yanılmışız. Bu mücadele biçiminin karşısında olmaktan yanılmışız. Biz de bunu öğreniyoruz sayenizde" diyen çok fazla arkadaşımı gördüm ben. Şimdi bu tamamen yılların oluşturduğu bir prototiple sosyal yapıyla alakalı. Dolayısıyla, sevgili Bayram Erzurumluoğlu Hocamın kavramlarıyla konuşursak, sivil ve sosyal ölüme mahkum edilen, her anlamda Ruşen Bey, bunun kitabını yazdım, yayınevine gönderdim, yayınlanırsa Türkçe inşallah o zaman da oradan müzakere edilebilir. Aslında burada çok ciddi bir çelişki vardır. Kendi cemaat misyonu içerisinde dünyayı kurtarıcı bir misyonda inşa edilen ideal tip… Kurtarıcı nedir? Hak ve hakikati götürme, onlara öğretme. Yani öğretme derken bir üst kimlikten bahsediyoruz, bir özne kurulumundan, yüksek bir özne kurulumundan bahsediyoruz. Karanlık içerisindeki dünyayı aydınlatma misyonundan söz ediyoruz. Fakat kendi baba bildikleri devlet tarafından bu şekilde polarize edilen, bu şekilde yok edilmeye, yok edilmek istenen değil, buna kalkışılan bir sistemin aktörleri maalesef kendi başlarının çaresine bakamamıştır çünkü buna alışkın değildir. Böyle bir sistematiği yoktur, böyle bir alışkanlığı, egzersizi yoktur. Dini söylemler, sığınılan dini konsept buna uygun değildir. Bu anlamda dini duygu ve yönelimlerde cemaatlere, Gülen Cemaati'ne ve dini cemaatlere ilişkin bakış açısında ciddi bir değişim ve dönüşüm olduğunu işaretlemek isterim burada.

Ruşen Çakır: Burada şöyle bir husus var, demin siz bahsettiniz; sosyal ölüm, sivil ölüm de deniyor. Şimdi bu insanlar sadece işlerinden olmadılar ya da sadece hapse girmediler. Aynı zamanda bulundukları çevrelerde de bir tür, kötü bir tanımlama belki ama, vebalı muamelesi gördüler. Ama eskiden biliyoruz ki, özellikle Anadolu'da ama sadece Anadolu'da değil, bu kişilerin belli bir ağırlıkları vardı. Okullar vardı, okullar başarılıydı, vakıflar etkiliydi, iş insanları para veriyordu, sürekli haftalık toplantılar oluyordu ve bayağı ağırlıkları olan insanlardı. Ve birdenbire kimse onlara selam vermez oldu, selamı sabahı kestiler, değil mi? Yani bu çok mu abartılı? Bana çünkü yaptığım yayınlardan sonra çok e-posta geliyor. Mesela bir tanesi en son şey söylüyordu, bir polis: "Sadece kendi aramızda görüşebiliyoruz, kimse bize yanaşmıyor."
Fatma Zehra Fidan: Evet, doğru söylüyor. Şimdi sizin söylediğiniz bizim yaşadıklarımızın yanında Ruşen Bey çok hafif kalıyor. Şimdi Durkheim'ın intihar teorisinde üç alan vardır: Biz yurttaş olarak politik varlıklarız, devletimize bağlıyız. Devlet karşıtı olsak bile bir politik sistem içerisindeyiz, sosyal çevredeyiz ve aile kurumu içerisindeyiz. Birey bu üç sistemde var olur. ‘‘Bu üç sistemden birinde kötü bir deneyim yaşayan, yok sayılan, hiçlenen birey hiçlendiğinde intihara yönelir’’ diyordu Durkheim. Bu deneyimde ise devlet, bakın ‘‘damga’’ kavramı yetmiyor. Goffman'ın kulakları çınlasın, ‘‘stigmatizasyon’’ diyelim diyoruz kendi özünde kullanılan, bu da yetmiyor. Yani bütün kavram, ‘‘vebalı’’ falan hafif kalıyor. Foucault'nun ‘‘cüzzamlılar’’ı hafif kalıyor. Giorgio Agamben'in ‘‘murdar bedenler’’i hafif kalıyor. Henüz bunu işaretleyen bir kavram bulamadım ben, bu konuda başarılı olmadığımı düşünüyorum. Çünkü devletin, kendisini ‘‘yok olması gereken bireyler’’ olarak attığı kişiler sosyal çevre tarafından… Ruşen Bey, bunu birebir yaşadım. Birebir yaşadım. Takipsizlik alan bir akademisyenim ben. Takipsizlik. O kadar güveniyordum ki kendime, diyordum ki; ‘‘Ya ben kolaylıkla iş bulabilirim, çünkü dershanede çalıştığım dönemde başarılı bir insanım. Gider ekmeğimi kazanırım. Taştan kazanırım.’’ Ama gittiğim kapılarda karşılaştığım yüz ifadeleri… Başkasının deneyimlerini bırakın, ben sadece takipsizlik aldım. Bir de bunu cezaevi, ülkenin, hani hafızasında, toplumsal hafızada cezaevi, terörist, bilmem ne, bunların oluşturduğu anlamı düşündüğünüzde bu arkadaşlarımızın yaşadıkları tanımlanamayacak şeylerdir.

Ruşen Çakır: Peki burada şunu sorabilir miyim Zehra Hanım? Şimdi diyelim ki Anadolu'nun bir ilinde, farzımuhal Sivas'ın Suşehri ilçesinde bu olaydan dolayı dışlanmış, işinden olmuş insanlara diğer komşuları, şunlar bunlar, uzak duruyor, mesafeli duruyor. Buradaki temel motivasyon, ‘‘Ya ben buna selam verirsem başıma bir iş gelir’’ motivasyonu mu, yoksa özellikle darbe girişiminden sonra insanların bu yapıya, bu yapı içerisindeki insanlara bakışındaki bir değişimin etkisi mi, yoksa ikisi birden mi?
Fatma Zehra Fidan: Hepsi birden. Hepsi birden olmalıdır çünkü şöyle bir şey var: Bizim toplumumuzda sorgulayıcı düşünme, biz Antik Yunan kökeninden gelmiyoruz, bir aydınlanma yaşamamışız; muhafazakar beyinli bir toplumuz. Dolayısıyla devlet dediğimiz şey kutsaldır. Devletin yaptığı her şeyde bir hayır vardır, bir gerekçesi vardır. Cemaat gerekçesiyle atılan arkadaşlarımızın da tamamı dahildir bu düşüncede. Öncesindeki Türkiye'deki haksızlık ve hukuksuzluklara karşı tavırlarındaki duruşları da öyledir yani. Şimdi sorgulanamayan bir devlet sistem pratiği var. Bu insanların öncesi ne olursa olsun belki komşularımız, belki sosyal çevre öncesinde, dokunmak istedikleri, belki onları araçsallaştırarak bir iş bulmak falan, faydalanmak istedikleri kişiler aman Allah'ım bakıyorlar ki ya göründüğü gibi değillermiş ya da bunlar atılmışlar. "Devlet bunu yaptıysa hak etmişlerdir. Hak etmedilerse de bizden uzak dursun" diyerek… Bunun hepsi toplu faktörlerdir. Hepsi bir arada.

Ruşen Çakır: Peki, şeyi sorabilir miyim? Şimdi son günlerde tekrar çok duymaya başladık; intiharlar. Demin siz de bahsettiniz kısmen. Bunun sizin özel ilgi alanınız olduğunu biliyorum. Özellikle bunu soruyorum. Şimdi siz "umudun sosyolojisi" diye bir kavram kullanıyorsunuz bildiğim kadarıyla.
Fatma Zehra Fidan: Evet.

Ruşen Çakır: Yani burada insanlarda aslında normal şartlarda, bu tür intihara vesaire meyledebilecek insanlarda bunun az olduğunu herhalde yaptığınız çalışmada gözlediniz. Yanılıyor muyum?
Fatma Zehra Fidan: Hayır, böyle bir şey gözlemedim. Dinin intihardaki etkisinin çok az olduğunu gözledim. Şimdi normal literatürde, dinin intihara…

Ruşen Çakır: Dinden bahsetmiyorum, dinden bahsetmiyorum, pardon, din demiyorum, intihar duygusunun; yani bu yaşadıkları sorunlara rağmen intihar arayışının çok yüksek olmadığını saptadığınızı…
Fatma Zehra Fidan: Hayır, çok yüksek.

Ruşen Çakır: Yüksek mi?
Fatma Zehra Fidan: Çok yüksek. Şöyle, şunu demek istiyorum, ya ben anlayamadım, şöyle: Bu prototipte genel olarak kendisini Müslüman olarak tanımlayan ve dini yaşantısı olan, belli ölçüde dini yaşantısı olan insanlar. Hani genelde sosyolojiye baktığımızda, dinsel bütün dinlerin intihara mesafesi göz önüne alındığında bu kişilerin intihara çok mesafeli olması beklenir. Fakat öyle olmamıştır. 130'u aşkın intihar gerçekleşmiştir ve sayısını bilmediğimiz kadar intihar düşüncesi planlanmış fakat vazgeçilmiştir. Ben vazgeçen 11 kişiyle görüştüm. 11 kişiden biri sol tandanslıydı, dışlanma falan yaşamamıştı, ailesi, sosyal çevresi onur duyduğu bir kişi olarak arkadaşımız temayüz etmişti. 10 kişi cemaat gerekçesiyle işinden atılmıştı. Hepsi toplumsal dışlanma ve damgalanmayı dibine kadar yaşamıştı. Bunların bir tanesinde, birinde dini duygu ikincil faktör olarak, vazgeçiren etmen olarak karşıma çıktı. Hiçbiri ne Tanrı'yı düşündü ne dini düşündü ne Müslümanlığı ne öte dünyayı. Burada işte Camus'nun "Sisifos"un söyleminde, "Her şeyin bittiği yer, bütün sorunların çözülemediğine ilişkin umudun tükendiği nokta" olarak işaretler Camus intihar anını. Fakat dedim ki neydi? Hani o silah, silah elinde, silaha dokunabilir, yedinci kat balkona çıkmış, aşağı düşebilir. Yöntem hazır yani. Gitmiş metroya bir adımını atmış. Öyle hazır Ruşen Bey. Öyle kişilerle görüştüm. Bakın, bu insanlarda kendi hayatlarıyla veya dini inançlarıyla veya cemaat yönelimleriyle ilgili herhangi bir suçluluk duygusu yok. Yani "Bizi affetsinler, yaptığımız hatayı..." Böyle bir şey yok. Diyorlar ki, "Belki bir gün her şey değişir, belki bir gün adalet tecelli eder." ‘‘Buna duyduğum umut, hocam’’ diyor. ‘‘Ya olur ya, olur ya. Şimdi görünmüyor ama bir gün her şeyin değiştiği bir sabaha uyanabiliriz’’ diyerek… Tabii ki bu duyguyu uyandıran başta çocuklarının varlığı, aile üyeleri falan. Fakat temelde ‘‘umudun sosyolojisi’’ diyorum. Umut da hukukun kendi raylarına oturması sistematiğinde temellenmiştir.

Ruşen Çakır: Şimdi şöyle bir şey, benim gazetecilik hayatımda biliyorsunuz ben İslami hareketleri çok çalıştım. Orada iki şey dikkatimi çekti hep, hala böyle; bir insanın bireysel bir huzur arayışı, yani Tanrı'yla Allah'la ilişki kurmak, kimi zaman tasavvuf, kimi zaman başka bir şey; bir de ama aynı zamanda bir cemaat, topluluğun parçası olmak. Şimdi burada söz konusu olan insanların ezici bir çoğunluğu her ikisinin de altın dönemini yaşadılar. Yani hem iman anlamında hem de cemaat anlamında, çok güçlü olduğu yılları gördük. Türkiye'nin özellikle darbe girişiminden önceki yılları düşünürsek çok güçlü, çok etkili, iş hayatında, medyada, sendikalarda, devlette tabii ki çok güçlü bir yapıydı. Yani bu hareketin kenarında, çevresinde olmak çok tatminkardı.
Fatma Zehra Fidan: Ayrıcalıktı.

Ruşen Çakır: Ve aynı zamanda da burada işte Fethullah Gülen'in söyledikleri, şu bu ve işte değişik Nur Risaleleri ve bir iman boyutu da vardı. Şimdi ama birinci şey, cemaat boyutu dağıldı, yok böyle bir şey. Yani Türkiye'de yok, en azından Türkiye'de yok.
Fatma Zehra Fidan: Evet.

Ruşen Çakır: Öteki ne durumda, yani iman? Yani tutundukları bir şeyi gitmiş ve iyice bir mağduriyet yaşayan insanların dine bakışlarında sizin gözlemleriniz nedir? Yani daha mı dindar oluyorlar, yoksa onu da mı sorguluyorlar?
Fatma Zehra Fidan: Şimdi buna tekdüze birkaç cevap vermek bile yetersiz Ruşen Bey. Şimdi cemaat mensubiyetinin sadece, tırnak içinde, imanla, Tanrı'yla ilişkiyle ilişkilendirilebileceğini düşünmüyorum. Çünkü cemaat kavramına baktığımızda insanın kendini güvende hissetmesi, kendi birey olamama durumunun götürdüğü şeyler var, oraya girmiyoruz. Fakat iman dediğimiz şey zaten bizim ölçülerimizle ölçülebilir bir şey değil, hani bunun somut göstergeleri yok. Fakat burada ben KHK'lı kitle için önemli bir sayı olabilecek 415 kişiyle anket çalışması yaptım. 9 senedir bu arkadaşlarımla iç içeyim ve yine bu konuda uzman bir akademisyen olarak kadın gruplarıyla grup çalışmaları yaptım Ruşen Bey. Yani çok yakından dokundum, çok yakından dokundum kitleye. Bir grup çalışmamın 12 hafta, bir haftası üç saat olmak kaydıyla 12 hafta, son grup çalışmamın 8 ay sürdüğü düşünülürse bu çok uzun bir süreçtir onları anlayabilmem açısından. Burada tabii ki insanların Tanrı'yla nasıl ilişki kurdukları, tasavvufi boyutları, bunu gündelik hayata nasıl taşıdıkları bireylerden bireylere değişen bir şeydir. Fakat benim öncelikle karşılaştığım şey çok yoğun bir şaşkınlık ve hayal kırıklığıydı. Çünkü sağlam bir cemaat mensubiyetiyle hayatını sürdüren kişiler kendilerinin ayrıcalıklı kişiler olduğuna inanmışlardı. Bu, onların kendi tabirleriyle ‘‘önden giden atlılar’’dı. ‘‘Dünyada herkesten çok daha iyi biliyorduk’’ demiyorlar tabii ki ama böyle bir iddia, böyle bir inancı ve düşünceyi gerektirir. Hani birisine bir şey öğretiyorsan demek ki diğerleri bilmiyor demektir. Hani bütün dünyaya işte imanın, İslam'ın güzelliğini yayma misyonunu edinmiş olan ayrıcalıklı bir kitleydi ve bunlar hıfzediliyordu, korunuyordu. Hem Tanrı tarafından korunuyordu hem de cemaat gerçekten çok güçlüydü. Şimdi burada Tanrı'ya mı güveniyorlardı, cemaate mi güveniyorlardı? Burada bizim bir şey söylememiz imkansızdır. Fakat cemaat dağıldıktan sonra böyle paramparça olmak, oradaki birliktelik konusunda da çok ciddi bir savrulmalar yaşandı insanlarda: ‘‘Bir dakika, bir dakika. Allah'ım hani adaletsizin yanında değildin, hani mazlumun yanındaydın, neredesin?’’ Bir intihara girişen ve vazgeçen genç bir astsubay bana diyordu ki, "Hocam her şey yalanmış, Allah yardım etmiyor" diyor. Bu cümle, bu cümle… "Allah yardım etmiyor" diyor ya. Öfkeyle, ‘‘İçerideyim ben, bana diyorlar ki, ‘Bak dua et Allah yardım ediyor.’ Hani ya, Allah yardım etmiyor’’ diyor. Şimdi böyle şeyler var, hani Allah'ın yardımından umut kestikleri an, çevreden bütün vahşiliğiyle köşeye sıkıştırıldıkları an, ailelerinden ötelendikleri anda, her şeyin bittiğini düşündükleri anlarda ruhsal sağlıklarında da çok sıkıntı olduğunu gözlemledim. Anlatılardan öyle anlıyorum. İntihar ediyorlar, fakat ben mesela benim verilerimde, ankette açık uçlu sorular sordum. "Agnostik oldum," diyenler var, "Deist oldum," diyenler var, "Panteist oldum," diyenler var, "Daha iyi bir dindar oldum," diyenler var. "Ben öncesinde dini anlamamışım, yanlış yorumlamışım, benim Allah'la ilişkim çok daha iyi oldu, inancım kavileşti," diyenler var. Tabii ki bütün bunlar cemaat ideolojisi dışına taşmış zihinler oluyor. Hani belki dini cemaatsel bağlamda, Allah'la ilişkiyi cemaatsel bağlamda anlamlandırıyorlardı fakat bunun öznel bir ilişki olduğunun farkındalığını okuyorum ben. Böyle farkındalıkların geliştiğini görüyoruz. ‘‘Başka bir kimliğe geçtim,’’ diyenler var, çok çeşitli.

Ruşen Çakır: Burada peki, değindiniz ama, ayrıca özel olarak kadınlara bir ağırlık vererek yorumlarsanız, sizin kadın meselesini çok önemsediğinizi biliyorum ve çalıştığınızı da biliyorum. Mesela bu hareketi yıllarca gözleyen birisi olarak ben çok az kadın gördüm, genellikle ortaya çıkanlar hep erkekler oldu. Hep erkekler oldu, çok az kadın gördük. Ama sonra bir baktık ki çok sayıda kadın, öyle görüntüleri de var, tutuklandı, işinden oldu. Yani ama hareketin içinde kadınlar varmış. Şimdi burada bir kadın kimliğini keşfetme ya da daha bir farklı, erkeklerden farklı bir sorgulama gibi olaylar görüyor musunuz?
Fatma Zehra Fidan: Evet, tabii ki. Yine tarihin her döneminde olduğu gibi kadın uyanışı başta geliyor Ruşen Bey. Kadınlar tarihin her döneminde olduğu gibi düşünsel, duygusal cengaverlikleriyle KHK'lı kadın tipolojisinde de öne çıkıyor. Bir de şöyle oldu, ilk içeri alınanlar erkeklerdi. Çok önemli. Yani biz kadın çalışmacıları olarak, şimdi kimse buraya bakmıyor da korkudan, bunu 10 yıllar boyunca çalışsak bitiremeyeceğimiz kazı çalışmaları var burada. Fakat şöyle özetleyeyim: Buna birebir dokunduğum şahıslar, geriden gözlem de var fakat dokundum, grup çalışmaları yaptım ben. Benim telefonum durmaz, evime gelinir, edilir, biliyorum yani. Şimdi eşleri cezaevine giren kadınların, bakın eşlerin zihninde cemaatsel bir misyon var ve o misyonla içeriye girdiler. Orada tabii ki onun motivasyonuyla duadır, cevşendir, namazdır. Fakat bunlar tabii ki eğitimli ve çok zeki insanlar. Orada da dil de öğrendiler, başka üniversiteler de bitirdiler, kendi alanlarında yayın yaptılar. Fakat kendi tabi oldukları cemaatin bu işin içinde olabileceğine dair bir şüphesi olanların az olduğunu düşünüyorum. Bu konuda bir araştırma yapmadım fakat algıladığım şey bu. Eşler ise dışarıda bir karşılaşma yaşadılar. Eşleri içeride, bu kadınların çalışması, para kazanması lazım. Çocuklarına bakmaları lazım ve kendileri için iyice vahşileşmiş dünyada bir tutunmaları lazım, tutunmaları lazım. Bu bağlamda kadınların sorgulayıcı antenleri açıldı. Sorgulamaya, eleştirmeye, "Biz ne yaşıyoruz? Neden yaşıyoruz? Biz nasıl bir duruma geldik?" sorularını soranlar ilk önce kadınlar. Mesela grup çalışmalarını ben "KHK'lı kadınlar" diye açmadım ama %90'ı KHK'lı kadınlardı. Arayan kadınlardı, yola düşen kadınlardı. "Ne yaşıyoruz biz?" diyen, kendilik bilincine ulaşmak isteyen kadınlardı bunlar. Dolayısıyla eşler içeride kendi yolunda derinleşirken, bunlar bambaşka bir dünyada bambaşka bir kimliğe sahip oldular 4-5 senede. Eşler buluştuğunda Ruşen Bey, çok ilginç şeyler var. Birbirleriyle yabancı kişiler olarak karşılaşmalar görüyoruz. Adam diyor ki "Ben eski karımı istiyorum, nerede benim eski karım?" diyor. Çünkü karısı değişmiş, başkalaşmış, yeni bir meslek edinmiş. Cemaate bakışı değişmiş, dine ve dinselliğe bakışı değişmiş, kadın-erkek ilişkilerine bakışı değişmiş. Bunu belki eşi içerideyken üzülmesin diye sunamamış, edememiş, onu teselli etmiş falan. Ama farklı kimlikler olarak aynı evde yabancılar halinde yaşayan, boşanmayan, henüz boşanamayan çok fazla çift olduğunu biliyorum. Fakat burada şimdi Türkiye'nin 30 katı boşanmalar oldu. Burada da mesela beni sevindiren noktalar var. Cemaatlerin hiçbirinde boşanma iyi sayılmaz, cemaat sistematiği içerisinde boşanmaya cesaret edememiş ama kangren olmuş ilişkiler burada patır patır birbirinden kurtuldu. Bunlar boşandılar. Fakat daha sonra aralarında bir sorun olmadığı halde "Bu adamla yürürsem hayatım olmayacak" diye kocasından boşanan çok sayıda kadın oldu. Erkeklerdeki bu konuda boşanmalar, belki şaşıracaksınız, daha az. Çünkü ben soruyorum, çiftlere de rastladım, boşanmalarına şahit olduğum kişiler de var. Mesela adam iki üç dil biliyor, o kadar büyük bir yerden geliyor, gümbür gümbür her anlamda potansiyelli bir adam; eşi de ev hanımı, lise mezunu ama bu eş bunu, ‘‘Benim geleceğime taş koyuyor’’ diye boşadığı vakaları gördüm yani. Kadının işi yok mesela. Şimdi bu konu çok uçlu. Fakat şimdi içeriden çıkan erkekler de evde ayrı bir havayla, atmosferle karşılaştılar. Ve dışarının içeriden algılandığı gibi, belki içeriden farklı da doyuruluyorlardı; rüyalarla, başka bunun ayrı şeyleri var. Aslında olanın farklı olduğunu fark eden kişiler var. "Bir dakika bir dakika bir dakika" diyen erkekler de çok. Tabii ki bunun bir oranını vermek mümkün değil. Fakat Ruşen Bey şunu söyleyeyim: Yurt dışındaki arkadaşlarımızın duygusal, düşünsel değişimleri ve dönüşümleriyle alakalı bir şey diyemem fakat onlarda da ulaştıklarım, bana ulaşanlardan sorgulayıcı bir bakış açısı kazanan çok, çünkü onlar da bir çilenin içine düştü; göçmenlik. Meriç'ten geçtiler. Meriç'te 50'ye yakın can gitti. Entegrasyon sorunları vesaire. Onlarda da sorgulayıcı düşüncenin oluştuğunu düşünüyorum. Şunu söyleyeyim, ben yurt dışı düşünsel yapısını katamam çünkü bir araştırma yapmadım ama Türkiye'de Türkiye cemaat prototipinin eskisinin belki 10'da biri olması imkansızdır düşünsel açıdan da. Cin şişeden çıkmıştır. Fakat burada izninizle bir şey daha söyleyeyim: Devlet sistematiği bu yurttaşları kazanmak için eğer biraz merhametli, anlayışlı davransaydı, bu yurttaşlarını kazanma bağlamında böyle sert davranmasaydı politik iktidar…

Ruşen Çakır: Bu konuyu sona saklamıştım çünkü arada bir şeyi sormak istiyorum, çok önemli olduğunu düşündüğüm bir husus, bildiğinize de emin olduğum bir husus: Çocuklar. Şimdi cezaevlerindeki çocuklar bahsini biliyoruz, duyuyoruz, çok üzücü. Ama onun dışında şimdi baktığımız zaman sizin bu araştırmanızda görüyorum, cezaevlerindeki insanların yaş ortalamasına falan baktığımız zaman 40-60 yaş arası bayağı insan var. Yani bunların da herhalde ergen ya da gençlik dönemine gelmiş çocukları vardır diye varsayıyorum. Yani şu anda okul okuyan çok sayıda KHK'lı ailelerin çocukları var. Bunlar da tabii ki aynı dışlanmayı, belki damgalanmayı yaşıyor ama ayrı bir dünyada da yaşıyorlar. Bu dijital dünyada yaşıyorlar. Ben yurt dışındaki örneklerden biliyorum, çok çarpıcı örnekler gördüm. Yani böyle ailesinden tamamen farklı hayatlar yaşayan, bunu ama böyle bir sorun gibi, kavga gibi değil, normal bir şekilde yaşayan. Burada sizin gözlemleriniz nedir? Çocuklar, KHK'lı ailelerin çocukları ne yapıyorlar? Onlar da tabii travmanın bir parçası, onlar da travmadan nasiplerini alıyorlar tabii ki. Bununla baş etme konusunda neler yapıyorlar?
Fatma Zehra Fidan: Ruşen Bey, pırıl pırıl bir gençlik geliyor. Bu çocuklarla çok iletişimim var. Bence analarının, babalarının bilmediği kadar iyi biliyorum onları da. Bana kızarlarsa kızsınlar da… Çünkü yargısız bir atmosferde benimle çok daha kendilerini çocuklar paylaşıyor. Ben, 14 yaşındayken bu işle karşılaşmış, 17 yaşında, uzun konuşmalar yaptım çocuklarla. Çocuklarla çok uzun konuşmalar yaptım. Fakat çocuklar kendi duygu ve düşüncelerini ailelerinden doğrudan veya dolaylı saklama yoluna da gidebilirler. Onların o açıklıkta düşündüklerinden ailelerinin farkında olduğunu düşünmüyorum. Şimdi şuradan örnek vereyim, siz anlayın. Katılımcılarımdan biri 20 yaşında bir gençti, iki sene önce görüştüğüm. Çocuk, babası intihar ettiğinde 13 yaşındaydı ve cemaatin kurumlarında olimpiyat öğrencisiydi. Böyle zehir gibi zeki bir çocuk. Hatta ben annesiyle görüştüm. "O hocayla benim görüşmem lazım" diyerek kendisi beni sevince boğmuştu benimle görüşmek isteyerek. Bu çocuk şu anda böyle muhteşem bir şey, böyle yakışıklı, hoş, zeki bir çocuk. Bakın, bu çocuk 13 yaşında babasını, o hayran olduğu babasını intihar ederek kaybediyor ve annesinin ve kardeşlerinin bir aile reisi pozisyonunda buluyor kendisini. Bugüne geldiği durumunu açıklayayım, ‘‘Hocam, ben onunla iki kere görüştüm,’’ biraz içindeki öfkeyi sağaltmak, biraz da dokunmak istedim bu çocuğumuza. ‘‘Şimdi bu öfkeye göre yaşamayacağım ben’’ diyor. Fakat öfkesi kime dersiniz Ruşen Bey? Yarısı KHK rejiminin kurucularına, yarısı ise öncesinde onlarla birlikte olan ve bu ortaklarına. Şimdi her ikisine de çok büyük öfkesi var bu çocuğun. ‘‘Benim babam dindar bir insandı, hayatta gördüğüm en dürüst, en çalışkan insandı. Fakat bunları şu anki sistematiğimde düşündüğümde, bunların yolu aslında Tanrı'ya da şirk koşmak gibiydi şimdiki düşüncelerimde. Dini anlamda da bence sağlıklı değildi’’ diyor 20 yaşındaki bir çocuk. Dedi ki: ‘‘Ben idealimi şöyle belirledim; çok çalışkan olacağım, çok başarılı olacağım, yönetim kademelerinde yer alacağım. Fakat ne yapacağım biliyor musunuz? ‘Bizim yaşadıklarımızı, ne kadar zalim olurlarsa olsunlar, ne kadar onlardan nefret edersem edeyim onların çocukları ve torunları yaşamasın, birilerinin günahını onların çocukları çekmesin’ diyebileceğim, bunu sağlayabileceğim demokratik bir toplumun inşası için ben mücadele edeceğim’’ diyor. Büyükleri biraz kaldıramıyor arkadaşlar da, ‘‘Kendinize gerçekten bir rehber edinmek istiyorsanız çocuklarınızı rehber edinin’’ dediğim çok kişi var. Çünkü çocukları eleştirel düşünce, sorgulayıcı düşünce… Muhteşem çocuklar geliyor, muhteşem çocuklar geliyor. Meseleyi aslında çocukları, aileleri de göremedi Ruşen Bey başta, biliyor musunuz? Bir annenin itirafıyla, etrafındaki çocuklar görülemedi. Bu çocuklar ergenlik dönemini, bunalımlarını yalnız yaşadılar. Annelerine anne olmak, babalarına baba olmak, babalarına ebeveyn olmak durumunda kaldılar. Bunu kitabımda yazdım. Bunun altından kalkamayan çocuklar da intihar etti. Mesela 16 yaşında bir çocuğumuz cuma namazına gittiğinde… Şimdi cemaat mensupları camilerin önünden geçmek istemiyorlar, çünkü cuma hutbelerinde hep böyle o dört harfli sakızla insanları ikileştiren vaazlar verildi, hutbeler verildi. Bu 16 yaşındaki çocuk camiye gittiğinde işte bu FETÖ'cülerin çocuklarını da kendilerini de topluma bir nefret söylemiyle imam, vaiz konuşunca annesine geliyor diyor ki; "Anne benim babam dünyanın en iyi insanıydı. Bu insanlar böyle söylüyor benim hakkımda, benim de geleceğim yandı" diyen çocuk intihar ediyor. İntihar yaşları 14, 15, 16, 17, 18, 19, 20. Çok fazla çocuk yaşta intiharlar var Ruşen Bey. Fakat geride kalan tablo bence umut vericidir.

Ruşen Çakır: Peki, sonuçta demin başladığınız yerden toparlayalım. Şimdi bu devlete kutsallık atfeden büyük kısmı KHK'lılar ve devlet gerçeğiyle karşılaştılar ve çok ciddi bir süreç yaşandı, 9 yıldır yaşanıyor. Demin devletin bu kişileri yeniden kazanması gerektiğini söylediniz. Öncelikle bir kere tabii bunu istemesi lazım devletin ama bu sadece istemekle olacak bir şey değil. Diyelim ki istedi, diyelim ki mesela Kürt meselesinde olduğu gibi bir şeyi, hani çatışmanın sonlandırılmasını istiyor. Buradaki en önemli engeller nedir?
Fatma Zehra Fidan: Ben, devlet kendine neyi engel yaratıyor onu bilemem. Burada bir hukuk problemi vardır. Yasal olarak, terörist olarak kodlanan kişilerin terör eylemi yoktur, her şeyden önce bunu işaretlememiz gerekir. Yalçınkaya mahkemesi öyle karar vermiştir, Şaban Yasak kararı vardır, onu isterseniz hukukçular size ayrıntılı anlatır. Yani kanun sisteminde yasa dışı olmayan eylemler; bankaya para yatırmak, bir yerlerde çalışmak gibi, bu kişiler terörist olarak sorgulanmışlardır ve biz Birleşmiş Milletler'e, Avrupa İnsan Hakları Mahkemeleri'ne zaten hukuksal olarak rezil olduk. Bu bir kere hukuksal tarafıdır. Devlet bu hukuk sisteminin dışındaki kararlarından bir an önce çıkmalı ve ülkeyi kurtarmalıdır. Çünkü bunun ekonomik sonuçları, sosyal sonuçları sadece KHK'lıları ilgilendirmiyor Ruşen Bey. Biliyorsunuz Cumhuriyet Halk Partisi'nin başına gelenleri, Süleymancıların başına gelenleri, bu sadece KHK'lıların sorunu değil. Şimdi devlet, aslında devletin karşısına aldığı topluluğun prototipinin farkında değil mi, bilmiyorum. Benim 415 kişiyle yaptığım görüşmede "2016 öncesinde devlete dair düşünceleriniz nedir, 2016 sonrasında devlete dair düşünceleriniz nedir?"i karşılaştırmalı olarak sorduğumda sol güzergahta da bu düşünce değişmiyor, cemaat veçhesinde de değişmiyor. Sol diyor ki; "Bunlar zaten terör örgütlerinin finansörüdür, bu düşüncem değişmedi." Cemaat gerekçesiyle atılanlar da diyor ki; "Devlet kutsaldır, devletimiz hala kutsaldır fakat devletin yönetimi yanlış davrandıysa bu devlet sistematiğinin suçu değildir." Yani devlete başta kutsallık atfedip de sonra "Bunlar terör örgütünün finansörüymüş" diyen bir arkadaş yok. Fakat kendileri de baba bildikleri devletten böyle bir darbeyi gördükten sonra devlete ve hukuk sistemine güvenleri sıfırlanmış durumdadır. ‘‘Asla güvenmiyoruz. Hukuk sisteminin oluşması ve devletimizin bu yanlıştan kurtulması gerekiyor’’ diyorlar. ‘‘Devletimiz…’’ Size bir şey söyleyeyim mi, benim intihardan dönen arkadaşlarımızdan biri Akdeniz Yörüklerindendi, "Hocam," dedi, "Biz milliyetçiyiz, biz ülkücüyüz, ben de Akdenizliyim bilirsiniz" dedi. "Biz şehit cenazelerinde gözyaşı dökeriz ama ben yaşadıklarımdan sonra dağa çıkanları anladım" dedi. ‘‘Dağa çıkanlar’’ Ruşen Bey, bu cümlenin büyüklüğünü görüyor musunuz? Fakat ne olursa olsun "Benim devletimdir." Mesela şöyle, bu sürecin bana en büyük katkılarından biri çok kıymetli insanlarla tanışmam oldu. Bir doçent arkadaşım var tıptan atılan. Ne dedi? ‘‘Boyun, baş tümör tedavilerinde bir teknolojilerinin icadını yapıyor arkadaşımız, patent sahibi oluyor. 2015 yılında bunu özel ilaç şirketleri araçsallaştırmasın, bunun üzerinden para kazanmasınlar diyerek devletimize verdim ben onu hocam’’ diyor. ‘‘2016 yılında ben ihraç edildim’’ diyor. Yine içeride 7 yıl kalan matematik profesörü arkadaşımız, 2024 yılında ScholarGPS'te dünyanın en iyi bilim insanı seçildi, dün öğrendim. Çünkü içeride makale yazmış, tonlarca makale yazmış. Dışarıya çıkmış. O yayınlarıyla dünyanın en iyi bilim insanı seçildi. Bu insanlar kendi yurtlarını, ülkelerini, vatanlarını yaşadıklarına rağmen dışsallaştıran, ötekileştirildikleri yurdu terk etmek isteyen insanlar değil ne kadar öfkeli olsalar da. Dolayısıyla devlet sistemi bu iki ateş arasında kalan insanlara şefkat eliyle, anlayışlı ve empatik yaklaşabilse, bu kadar sert davranmasaydı… Hala bunun fırsatları vardır. Çünkü insan unutur. Bunlar unutulabilecek şeyler değildir de tedavi edilebilir, kısmen, büyük bir ölçüde tedavi edilebilir Ruşen Bey. Devlet, bu kadar kalifiye yurttaşlarına sahip çıktığında aslında sorgulayıcı ve eleştirel düşüncenin çok daha çabuk ortaya çıkmasını sağlayabilirdi. Şimdi bu insanlar nereye kaçacak? İnandıkları cemaat inandıkları tarzda çıkmamış, başka bir yere çıkmış yolları. Baba bildikleri devlet bunları yokluğa sevk etmiş. Aile ocakları "Oğlum gelme bu köye" demiş. Sosyal çevre sesini duymamış, etmemiş. Bu insanlara karşı dünyada görülmemiş bir dışlama ve yok etme stratejisidir bu. Bunu sona erdirmemiz lazım. Bu da bence devlet eliyle olacaktır. Devletin kendi iddiasıyla iyileştirici eliyle, anlayıcı eliyle olacaktır. Ben 30 kişiyle görüşme yaptım. 30 kişiden birinin eşi, ben burada bu bilgiyle iddia edebilirim ki, eşi intihar eden üç çocuk babası bir beyefendi. Eşi intihar ediyor. "Hocam hiçbir sorunumuz yoktu" diyor. Adam bütün varlığını çocuklarına bakmaya adıyor, emzikli bir çocuğu da var. Meğer işte bu kadın öldükten sonra işe döndürülüyor, beyefendi de döndürülmüş işe. Ben onu diğer intihar eden kişi yakınlarından daha böyle iyi görmüştüm. Bu iyilik halini merak ettim ve "Nasılsınız, nasıl gidiyor?" dediğimde "Hocam işe dönmek çok yaradı" dedi. Şimdi işe dönmek birçok toplum dünyasında, sosyal çevrede şüpheleri, dışlamaları, çocuklarının üstündeki baskıyı ötelediği için, bir anlamda işler yoluna girdiği için artık acılarını daha sağaltma yoluna girebiliyor insanlar. ‘‘Ayrımsız adalet’’ diye bir kavramımız var bizim. Dolayısıyla hukukun kendi raylarına oturmasını bekliyoruz, umut ediyoruz.

Ruşen Çakır: Evet, ne diyelim? Ülkede bu tür sıkıntıların bir an önce giderilmesi temennisiyle yayına son verelim. Çok teşekkürler Zehra Hanım gözlemleriniz, analizleriniz için. Siz de bir mağdursunuz ama mağdur olmanın ötesinde bütün bu olayı ele alan, tartışan, kamuya mal etmeye çalışan az sayıdaki kişilerden birisiniz. Onun için size takdirlerimi belirtmek istiyorum ve teşekkür ediyorum bu yayına katıldığınız için.
Fatma Zehra Fidan: Ben teşekkür ederim Ruşen Bey. Öncelikle ‘‘mağdur’’ kavramından ben hiç hoşlanmıyorum. ‘‘KHK mağduruyum’’ demedim hiç. Her önüme çıkan yerde yeniden kendi olmaya çalışan bir insanım ben. Hiç kendimi mağdur hissetmedim; çünkü bu 9 senemi ben hiçbir şeye değişmem Ruşen Bey. 9 senede ben kendi hücrelerimden bin kere daha yaratıldım, daha çok var oldum. Bu süreçte, sadece bu süreçte öğrenebileceğim şeyleri öğrendiğim için ben çok mutluyum gerçekten, çok umutluyum. Sizin de duyarlılığınız için çok teşekkür ediyorum.

Ruşen Çakır: Estağfurullah.
Fatma Zehra Fidan: Buna çok ihtiyacımız vardı. Umarım başka programlarda artık meseleler hallolur ve sağaltım konuları ne olabilir diye konuşuruz efendim. Çok teşekkür ediyorum.

Ruşen Çakır: Evet, sağ olun. Doçent Fatma Zehra Fidan'la Türkiye'deki KHK'lılar gerçeğini tüm boyutlarıyla konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
22.06.2025 “Öcalan Kürtleri satıyor” koalisyonu
20.06.2025 Özel mi, Erdoğan mı? Kim daha önce pişman olacak?
19.06.2025 Öcalan niçin İsrail’in karşısında, Ankara’nın yanında?
18.06.2025 “İç cepheyi tahkim”e İmamoğlu, Demirtaş ve diğer siyasi tutsakları tahliye ederek başlayabilirsiniz
17.06.2025 Ekrem İmamoğlu’nun duruşu
16.06.2025 Nedir şu Fethullahçılardan çektiğim!
15.06.2025 Öcalan’ın İsrail ile, İsrail’in Öcalan ile ne alıp veremediği var?
15.06.2025 İran’ın yanında, rejiminin karşısında
14.06.2025 Erdoğan CHP’yi yeniden istediği kıvama getirebilir mi?
13.06.2025 Gaziosmanpaşa’nın gösterdiği AK Parti realitesi
22.06.2025 “Öcalan Kürtleri satıyor” koalisyonu
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı