Erdoğan’ın, krizini milliyetçilikle aşması mümkün mü?

22.08.2019 medyascope.tv
Read in English

22 Ağustos 2019’da medyascope.tv'de yaptığım değerlendirmeyi yayına Gamze Elvan hazırladı.

Merhaba, iyi günler. 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinde, ama özellikle de 31 Mart öncesinde Cumhur İttifakı, söylemini, propagandasını tamamen beka üzerine, terörle mücadele üzerine inşa etmişti ve çok büyük bir yenilgiye uğramıştı — bir hezimet oldu. 23 Haziran’da yenilenen İstanbul seçimlerinde bundan uzak durmaya çalıştı, ama artık iş işten geçmişti. Ardından Ekrem İmamoğlu’nun “Her şey çok güzel olacak” sloganı çok tutulan bir slogandı, birçok şeyin değişmesi beklenirken, pazartesi günü kayyum atamalarıyla birlikte tekrar bu milliyetçilik kartının, beka kartlarının iktidar tarafından kullanıldığını ve şu anda da işe yarar gibi olduğunu görüyoruz. Çünkü bu olayın ardından gelen tepkiler –HDP’nin tepkilerini saymazsak– çok sınırlı, çok temkinli. Buradan sınırlı ve temkinli dememin nedeni, “sokağa çıktılar, çıkmadılar” meselesinin ötesinde, burada atılan bu adımlara karşı muhalefetin bütünlüklü bir duruşunu göremiyoruz. Halbuki o duruş 31 Mart ve 23 Haziran öncesinde çok net bir şekilde vardı. HDP aleni müttefik olarak kabul edilmiyordu; ama HDP’nin tavrı, özellikle büyük şehirlerdeki seçimlerin kaderini birinci dereceden etkilemişti. Ama şimdi yaşanan ve doğrudan HDP’nin mağdur olduğu olayda, aynı birlik havasını göremiyoruz. Tabii ki kınandı, Kılıçdaroğlu da kınadı. İYİ Parti kınadı mı, kınamadı mı, tam anlamak mümkün değil; çünkü bir taraftan eleştirirken, öte taraftan da “Hiç kimse seçildi diye suç işleme hakkına sahip değildir” diyor — ki o aslında zaten herkesin kabul ettiği bir şey; ama ortada suç isnadı yok, kanıtlanmış bir suç yok, sonuçlanmış bir mahkeme yok. Neyse; İYİ Parti’nin tam anlamıyla kınadığı kanısında değilim, zaten kendileri de böyle bir iddiaya sahip değiller. Sonuçta bu olay, pazartesiden bu yana yaşananlar bir kere daha milliyetçilik kartının hâlâ iktidarların ve muhalefet partilerinin, ama özellikle iktidarların elinde kullanışlı olduğunu düşündürtüyor; ama ben bu kanıda değilim. 
Türkiye’ye genel olarak baktığınız zaman, geleneksel olarak sağcılığın güçlü olduğu bir ülke. Türkiye’de milliyetçilik öteden beri güçlü, muhafazakârlık da güçlü; yani Türkiye toplumu için milliyetçilik ve muhafazakârlık yönlerinin ağır bastığını söyleyebiliriz; ama belli bir aşamadan sonra, özellikle kentleşmeyle beraber bunun yanına muhakkak bir modernleşmeyi, Batı’ya yönelmeyi de, dolayısıyla bunlara bağlı olarak da demokrasiyi de katmak gerekiyor. Yani bu milliyetçi-muhafazakâr geçmişten gelen ya da bu değerlere sahip olan insanların tamamen geçmişe saplanıp kalmış insanlar olduğu düşüncesi kesinlikle doğru değil. Zaten seçimlere baktığımız zaman, siyasî hayatımıza baktığımız zaman, AKP’ye baktığımız zaman, AKP’den önce Refah Partisi’ne ve Fazilet Partisi’ne baktığımız zaman şunu görüyoruz ki bu partiler, sadece muhafazakârlıklarıyla ya da milliyetçilikleriyle değil, aynı zamanda ileriye yönelik bir değişim vaadiyle kitleleri etkileyebildiler. AKP’nin bunca süredir ülkeyi tek başına yönetebilmesinin nedeni kesinlikle AKP’nin muhafazakâr bir parti olması değildi, AKP’nin muhafazakârın yanına bir şekilde demokratı da eklemesi insanları etkilemiş ve desteklerini vermelerine yol açmıştı. Ama bir süre sonra baktık ki AKP, demokrasiyi ve de hatta muhafazakârlığı –bence ciddi bir şekilde muhafazakârlığı da– iyice geri plana itmiş durumda ve esas olarak son birkaç yıldır, şu anda da görüyorsunuz Bahçeli’yle beraber, bir milliyetçi parti görünümünde… 
Bu işe yarar mı? Erdoğan yaşadığı krizden böyle çıkabilir mi? Kesinlikle bu kanıda değilim. Zira Erdoğan’ın içine girdiği krizin önemli nedenlerinden birisinin de milliyetçiliği kendisine neredeyse baş ideoloji yapması ve bu milliyetçiliğin çok ciddi bir şekilde katı bir devletçilikle beraber gitmesi. Erdoğan’ın, eski bildiğimiz sağcı siyasetçilerin günümüzdeki kopyası haline döndükçe, kaybetmesi daha da kaçınılmaz hale geliyor. Onun ülkeyi yönettiği ve üst üste seçimleri kazandığı dönemlerdeki, o 2002 sonundan itibaren yaşanan süreçte hep ileriye yönelik birtakım vaatler vardı — doğru ya da yanlış. AB vardı, demokratikleşme vardı, Kürt sorununun çözümü vardı vs. ve hep ileriye doğru aksiyonel bir hareketti, bir partiydi, bir iktidardı ve bunları gerçekleştirebildiği ölçüde, ekonomide istikrarı sağlayabildiği ölçüde, demokratikleşmede, Batılılaşma’da, Avrupa’ya entegrasyonda başarılı olduğu müddetçe önü açıldı ve ona destek veren milliyetçi ve muhafazakâr kesimlerin desteğine ek olarak aynı zamanda milliyetçi-muhafazakâr olarak tanımlanayacak kesimlerden de kendisine yönelik ilgi oldu, destek oldu. Ama bunlardan uzaklaştığı andan itibaren de bu ilginin, desteğin azaldığını görüyoruz. Sonuçta milliyetçilik çok kullanılan, ama bana göre seçim tercihlerinde, parti tercihlerinde belirleyici olmayan bir husus. Milliyetçilik bir slogan olarak güzel, bir milliyetçi slogan dile getirdiğiniz zaman insanlar bunun arkasında pekâlâ gidebiliyorlar; ancak baktığınız zaman tek başına bu yetmiyor, bunun yanına muhakkak bir şeyler koyabilmesi ve milliyetçiliğin bir şekilde daha ziyade sembolik kalması tercih ediliyor. Batılılaşma bu noktada Türkiye’de milliyetçilerin de aslında içten içe benimsedikleri bir yaklaşım. Her ne kadar Batı-karşıtlığı Türkiye’de çok yüksek görünse de, aynı zamanda insanların yönünün Batı’ya doğru olduğunu da görüyoruz; çelişkili gibi gözüken bir durum var, ama bence çok çelişkili değil. İnsanlar bunu birlikte yaşayabiliyorlar. 
Şimdi konumuza tekrar dönecek olursak; nasıl oldu da 31 Mart’ta beka söylemiyle kaybeden Erdoğan, şimdi, ağustos ayında HDP’nin üç büyük şehir belediyesinin başkanını görevden alıp yerlerine valileri atadığı zaman başarılı oldu ya da başarılıymış gibi gözüküyor? Dünkü yayında anlatmaya çalıştım, burada biraz daha vurgulu bir şekilde anlatmaya çalışayım: Burada Erdoğan’ın bir başarısı söz konusu değil; burada Erdoğan’ın başarısızlığının tekrarı söz konusu, çünkü kayyum olayı yeni bir şey değil. İlk geçen sefer yaptığında yeniydi ve acaba buradan bir şey çıkar mı diye bakıldı; ama kayyum olayının tam bir fiyasko olduğu ortaya çıktı. Seçim sonuçlarında ve seçimden sonra kayyumların yaptıklarının ifşa edilmesiyle beraber ortaya çıktı. Türkiye yerel yönetimlerine ve genel olarak Türkiye siyasetine kara bir dönem olarak geçti ve Erdoğan göz göre göre başarısız olmuş bu uygulamayı tekrar gündeme getirdi. Dolayısıyla bunu yaptığı andan itibaren kaybının netleşmesi gerekiyordu; ama burada işte sorun tekrar muhalefetin milliyetçilikten, Erdoğan’ın başvurduğu milliyetçilik kartından bir kere daha ürkmesi oldu. Şunu iddia edebilirim: Önümüzdeki günlerde seçim olsaydı, kayyum ataması Erdoğan’ın lehine sonuca yol açmayacaktı bence, bu anlık bir şey. Muhalefet bu tür şeyleri, Erdoğan’ın bu tür çıkışlarını seçim dönemlerinde belki kayıtsız kalarak geçiştirebiliyorlar, ama seçimin olmadığı dönemlerde buna yönelik siyaset geliştiremiyorlar, burada böyle bir sorunla karşı karşıyayız. Eğer ilk andan itibaren, kayyum olayı açıklanır açıklanmaz, 31 Mart öncesinde beraber hareket eden partiler, beraber hareket ettiklerini ve edeceklerini bir şekilde göstermiş olsalardı –çok sembolik şekillerde olabilirdi bu–, bir şekilde göstermiş olsalardı, bence bu ikinci kayyum operasyonu siyasî iktidarın elinde anında patlayabilirdi. Hâlâ öyle bir ihtimal var, ama muhalefet geciktikçe bu fırsatı ciddi bir şekilde kaçırıyor. 
Şunu hatırlayalım: Kemal Kılıçdaroğlu bir Adalet Yürüyüşü gerçekleştirdi ve Türk siyasî hayatına damga vuran olaylardan birisi oldu. CHP’nin Kılıçdaroğlu liderliğindeki en önemli çıkışlarından birisiydi, iktidarı ters köşe bırakan bir faaliyetti. Ve şu anda görüyoruz, Kılıçdaroğlu’nun yanında Ahmet Türk, Celal Doğan, Serpil Kemalbay ve diğer HDP’liler de var. Bu fotoğraf Türkiye’de hiç de infial yaratmadı; tam tersine o Adalet Yürüyüşü’ne uygun bir fotoğraf olarak görüldü. Zamanında Enis Berberoğlu’nun cezaevine atılmasının tetiklediği bir Adalet Yürüyüşü’nde verilmiş olan bu fotoğrafın bir benzerinin bu kayyum olayında verilmesi pekâlâ mümkündü. Ama orada Kılıçdaroğlu’nun başlattığı bu yürüyüşe HDP’liler katılırken, HDP’lilerin başlatmaya niyetlendikleri ya da bir şekilde yapmaya çalıştıkları, göstermeye çalıştıkları tepkiye aynı şekilde bir katılımı CHP ve CHP’nin lideri göstermedi. İlk başta tabii ki irkilme olacaktı, ama belki de öyle bir fotoğrafın verilmesi halinde Türkiye’de birçok şey değişmiş ya da birçok şeyin çoktan değişmiş olduğu tescillenmiş olacaktı. Bence 31 Mart’ta çok şey değişti, 23 Haziran’da hele çok daha net bir şekilde değişti; ama şu anda bu değişimi muhalefet tam olarak, muhalefetin –özellikle CHP ve bir ölçüde de İYİ Parti’yi katmak lâzım–, tam olarak neyin değiştiğini, neyin kendilerine lehine değiştiğini, önlerinin nasıl açılmış olduğunu tam olarak kavrayabildiklerini sanmıyorum. Bu kayyum operasyonu, hükümetin kayyum operasyonu bu anlamda muhalefete aslında sunulmuş bir fırsattı ve bu fırsatı yine o meşhur milliyetçilik fobisi –ya da tabusu, neyse artık–, o nedenle kullanamadılar, bu fırsatı kaçırdılar. Fırsatı kaçırmanın ötesinde Erdoğan’a bir anlamda soluk alma imkânı verdiler; ama bu çok sürecek bir olay değil. Daha olayın ilk günlerini yaşıyoruz, büyük bir ihtimalle artık buradan geri dönüş olmayacak. Belki yeni iller, ilçe belediyeleri eklenmiş olacak, bir tür tarihi tekerrür ettirmeye çalışacak Erdoğan; ama burada benim kanaatime göre, muhalefet ne kadar değişeni tam olarak idrak edemese de ya da bu cesareti gösteremese de, yepyeni Türkiye’nin koşullarının ve zeminin gerektirdiği hareketleri, davranışları ve söylemleri geliştirmeye cesaret edemese de Erdoğan kendi kendini tüketmeye devam ediyor. 
Bu Türkiye’de çok ilginç bir olay; gazeteci olarak izlediğim birçok dönemde, siyasî iktidarların büyük ölçüde muhalefet tarafından değil kendileri tarafından tüketildiğini gördüm, tanık oldum, buna birçok meslektaşım ve siyaseti gözlemleyen insanlar tanıktır. ANAP’ın erimesi, Demirel’in başarısıyla olmadı; ANAP, kendi kendine gitti, ardından kurulan hükümetler öyle gitti, koalisyon hükümetleri öyle gitti. Yerlerine çok ciddi bir meydan okuyuş, çok güçlü muhalefet partileri olmadı ve birçok seçimde –ki AKP’nin gelmesi de 2002’de budur– insanların önünde çok fazla seçenek olmadığı için birtakım partiler tercih edildi. Bir dönem Demokratik Sol Parti tercih edildi, bir dönem Devlet Bahçeli’nin MHP’si acayip şekilde oyunu artırdı, bir dönem ardından daha önceki dönemde Refah Partisi’nin yükselişi de kendisinin çabasına ek olarak merkez partilerinin tükenmesiyle doğrudan orantılıydı. Ama en büyük olay, AKP’nin kurulmasının ardından yaşanan o büyük siyasî kriz ve AKP’nin birden tek başına iktidarı kurulduktan çok kısa süre sonra kucağında bulması oldu. Dolayısıyla Türkiye’deki siyasetin, iktidarın değişimine bakmada, muhalefete bakmaktan çok iktidarın kendisine bakmak gerekiyor, böyle garip bir geleneğimiz var. İktidarları muhalefet devirmiyor genellikle Türkiye’de; iktidarlar kendi kendilerine tükeniyorlar. AKP de, Erdoğan yönetimi de, iktidarı da böyle bir sürecin içerisinde. Muhalefet bunu hızlandırabilirdi, muhalefet bunu şekillendirebilirdi; ama 31 Mart ve 23 Haziran deneylerine rağmen bunu gerçekleştiremeyen bir muhalefet var ve burada da hep milliyetçilikten ürktükleri için bu var. Ama bir şekilde bu milliyetçilik, bu devletçi söylem, bakın görüyorsunuz peş peşe bakanların yaptıkları açıklamalarda kamuoyunu tatmin edecek hiçbir şey yok, sadece “Devlete güvenin, bir bildiğimiz var ki yapıyoruz” şeklinde artık çoktan rafa kalkmış olması gereken eski tip buyurgan ifadelerden başka bir şeyle karşılaşamıyorsunuz. Burada kendi kendini tüketen bir iktidar söz konusu, milliyetçilik de bunun ilacı olamayacak; ama eğer muhalefet buraya ciddi bir şekilde müdahale edebilirse, bu sürede Türkiye’nin gidişatı daha sağlıklı ilerleyebilir. 
Son bir not: Bu noktada tabii ki AKP’nin iktidarının tükenmesinde, onun içerisinden çıkması söz konusu olan partiler de önemli bir rol oynayacak. İlk gün kayyum konusunda Davutoğlu ve Abdullah Gül’ün açıklamaları oldu. Bir refleks olarak yaptıkları bu açıklamalar aslında yeni bir şeydi, ama devamı gelmedi. Bakalım, onlar üzerlerindeki o ölü toprağını atacaklar mı, atacaklarsa ne zaman atacaklar? Ama onların devreye tam anlamıyla girmesiyle beraber işin renginin iyice değişeceğini söyleyebiliriz. Ama şu haliyle baktığımızda Erdoğan’ın ya da siyasî iktidarın, muhalefetin özellikle CHP ve İYİ Parti kanadını milliyetçilik silahıyla tekrar en azından felç ettiğini görüyoruz, kıpırdayamaz, tavır alamaz hale getirdiğini görüyoruz. Eğer bunu aşabilmiş olsalardı, ki bundan sonra aşsalar ne olur, geç olur herhalde, ilk günden bunu aşmış olsalardı işin rengi çok değişirdi, bundan sonra nasıl olur? 
Bundan sonra eğer Erdoğan bu kutuplaştırmayı tırmandırma, tekrar Kürt sorununu güvenlikçi politikalar üzerinden tırmandırma ve HDP’yi yeniden ve yeniden, tekrar ve tekrar kriminalize etme üzerine ve kendisinden olmayan herkesi terörist ilan etme çizgisine girerse o zaman muhalefet ne yapacak? Onu göreceğiz, ama şu haliyle şöyle özetleyebilirim söylediklerimi: Milliyetçilik silahı şu anda işe yaramış gibi gözüküyor, ama bu aldatıcı. AKP iktidarı, Erdoğan iktidarı muhalefet ne kadar tutuk olursa olsun kendi sorununu çözebilecek bir iktidar olarak görünmüyor; çünkü kendi tabanının da beklentisi olan ileriye yönelik mesajları üretme kapasitesini çoktan yitirmiş bir iktidar söz konusu. Dolayısıyla kriz derinleşiyor, krizin derinleşmesinden muhalefet istafede edemediği müddetçe bu aynı zamanda muhalefetin de krizi oluyor. Ama Türkiye daha önceki örneklerde de olduğu gibi bunu bir şekilde, şu ya da bu şekilde aşacaktır. Ne kadar zaman alır? Bilmiyorum, ama AKP’nin ve Erdoğan’ın artık Türkiye’yi uzun vadeli yönetebilme perspektifinin çoktan kalkmış olduğu kanısındayım. 
Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 




Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
29.06.2025 Erdoğan ile Kılıçdaroğlu’nun birbirlerinden medet umması ne anlama geliyor?
28.06.2025 Kemal Kılıçdaroğlu mucizesi
27.06.2025 “Türkiye’de seçimle iktidar değişimi dönemi kapandı” mı gerçekten?
26.06.2025 Cübbeli olmak değil, Cübbeli kalmak zor
25.06.2025 Fatih Altaylı Ruşen Çakır’ın sorularını yanıtladı: “İspanya’dayken AKP’li bazı dostlar arayıp ‘gelme tutuklayacaklar’ dedi, sinirlendim ve geldim”
25.06.2025 Bir hayal kırıklığı olarak Kemal Kılıçdaroğlu
24.06.2025 CHP oyun bozmaya devam ediyor
23.06.2025 Yanıbaşımızda ülkeler birbirleriyle, biz ülke olarak birbirimizle savaşıyoruz
22.06.2025 “Öcalan Kürtleri satıyor” koalisyonu
22.06.2025 Fatih Altaylı’nın tutuklanması bize neler söylüyor?
29.06.2025 Erdoğan ile Kılıçdaroğlu’nun birbirlerinden medet umması ne anlama geliyor?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı