Erdoğan ve Bahçeli'nin sürece bakışındaki farklılıklar neler? Burak Bilgehan Özpek anlatıyor

04.11.2025 medyascope.tv

4 Kasım 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Siyaset bilimci Prof. Burak Bilgehan Özpek'le birlikteyiz. Burak, seninle en son Ekim ayında yaptığımız yayının https://medyascope.tv/2025/10/16/burak-bilgehan-ozpek-ile-soylesi-ocalani-merkeze-alan-bir-surec-basarili-olamaz/ başlığını ‘’Öcalan'ın merkeze alındığı bir süreç başarılı olamaz’’ diye çıkarmıştım. Bugün Devlet Bahçeli sana inat, Öcalan'ın yanına Demirtaş'ı da katarak, çıkışını ısrarlı bir şekilde sürdürüyor. Öncelikle şunu sorayım: Bahçeli'nin Demirtaş'a bu kadar sahip çıkması seni şaşırttı mı?
Burak Bilgehan Özpek: Şaşırtıcı tabii. Öcalan ve DEM Parti bile Demirtaş’a bu kadar sahip çıkmıyor bana sorarsanız. Geçtiğimiz hafta Demirtaş'ın T24’te yayımlanan bir yazısı https://t24.com.tr/yazarlar/selahattin-demirtas/surecin-muhasebesi-neler-yapabilirdik-ya-da-yapabiliriz,52193 vardı. O yazıda da aslında süreci Öcalan merkezli yürütmek, güçlü liderleri odağına koymak yerine, liderlerin daha ikinci planda olduğu, ama otorite dışı aktörlerin birbirleriyle etkileşiminin arttırıldığı bir sürecin daha başarılı olacağını söylüyordu. Ben 2013-2015 arasındaki sürecin kitabını yazarken bunu kavramsallaştırmıştım. Yani stratejik bir ateşkesten ziyade, kendisini koruyan, devam eden, daha uzun erimli, daha dayanıklı bir barış kurulması için elzem olan faktör bu. Ve bu şunu ima ediyor: Demokrasiyi ön koşul olarak kabul edeceğiz ki otoriteleri sınırlandıralım ve otoriteler sınırlanacak ki, otoriteler dışındaki aktörler birbirleriyle etkileşim kurabilsinler. Yani Erdoğan ve Öcalan'ın otoriteleri sınırlanacak ki, toplumlar, Türkler ve Kürtler kendi otorite merkezlerinin dışında hareket edebilsinler ve birbirleriyle etkileşim kurabilsinler. Bu özgürlük, herkesi kuşatan, herkesi kapsayan demokratik reformlarla sağlanacak. Aksi takdirde liderlerin keyfi iradeleriyle, konjonktürel çıkar tanımlamalarıyla devam eden süreçler oluyor ve birdenbire kendinizi barışın içerisinde de bulabiliyorsunuz, savaşın içerisinde de bulabiliyorsunuz.
Peki, kim kaybediyor bundan? Tabii ki bu otoritelerin dışındaki sivil aktörler kaybediyor. Şu anda sivil aktörleri sürecin dışına iterek lider odaklı ilerlemek, savaş dönemlerinde sivil aktörleri de sanki bu otoritelerle bir arada duruyormuş gibi tanımladığı için, onları da tehlikeye atıyor ya da otoriterleşmenin yollarını döşüyor. O bakımdan, Selahattin Bey'in yazısını da çok önemsiyorum. Bana sorarsanız, aslında orada bir siyasetçi olarak bu kadar teorik mülahazalar yapmasına gerek yok. Ama meselenin teorisi biraz da bu. Lider merkezli barış süreçleri o kadar da dayanıklı olmuyor. Barışı kurmak, zannedildiği kadar müzakerelerle alâkalı bir şey değil. IRA örneğini veriyorlar, ama IRA örneğinde mesele sadece siyasi iktidarın bir dönem terörist olarak adlandırılan kişilerle gizli kapaklı görüşmesi ve o müzakereyi yürütmesi değil. Orada çok fazla faktör var. Yani Amerika'da yaşayan İrlanda kökenli iş adamlarından tutun, İngiltere'nin sisteminin demokratik olmasına, sermaye yapısına, kentleşme oranlarına kadar birçok faktör, orada barışın kurulması için etkili oldu. Meseleyi sadece müzakereye indirgemek ve müzakereyi kutsamak, diğer faktörleri ihmal etme pahasına bunu yapmak, barışı güçlendirmiyor, oluşabilecek barışı niteliksiz, kimliksiz ve kırılgan hâle getiriyor.

Ruşen Çakır: Bahçeli ısrarlı bir şekilde Komisyon’dan bir heyetin İmralı'ya gitmesini istiyor. Bunu Öcalan da istiyor, DEM parti de istiyor. Bu iş sanki oluyor gibiydi. En son Abdulkadir Selvi de Erdoğan'ın da bu fikre yanaştığını yazdı. Ama Bahçeli bugün yine vurgulu bir şekilde söylediğine göre, demek ki Erdoğan henüz tam ikna olmamış. Şimdi buradaki olay nedir? Bana göre bu, Cumhuriyet tarihinin en sembolik adımlarından birisi olmaya aday bir şey. Çünkü milletin seçtiği milletvekillerinden bir grup, devletin bilgisi, onayı hatta teşvikiyle diyelim, Öcalan'la görüşmeye gidecek. Bunun artıları eksileri neler olabilir?
Özpek: Biraz önce çok kıymetli bir şey söylediniz. ‘’Kendimizi parlamenter sistemdeymiş gibi hissettiğimiz bir gün’’ dediniz. Bence mesele biraz bu. Biz başkanlık sistemine geçerken, Devlet Bahçeli'nin argümanlarından bir tanesi, HDP'nin kilit aktör olduğu ve HDP var oldukça parlamentonun verimli çalışamayacağı, sürekli olarak bir tehdit altında olacağı düşüncesiydi. Yani kendisi başkanlık sistemine destek verirken, aslında HDP'nin gayrimeşru ilan edilmesinin de yolunu açmıştı. Hem parlamento etkinliğini yitirdi hem de HDP parlamentoda olsa bile gayrimeşru ilan edildi. En azından fiili olarak böyle ilan edildi. Dolayısıyla başkanlık sistemi dediğimiz sistem, parlamentonun zayıfladığı, dolayısıyla HDP'nin de kriminalleştiği bir denkleme oturuyor. Bahçeli'nin geçtiğimiz sene 22 Ekim'de yaptığı konuşma, biraz bu resmi tersine çevirmeyi amaçlıyordu bana sorarsanız. Yani HDP'nin tekrar meşrulaşması, hemen ardından da Mecliste bir komisyon kurulmasının önerilmesi, parlamentonun güçlendiği, HDP'nin meşrulaştığı, dolayısıyla başkanlık sisteminin de sorgulandığı bir durumu ortaya çıkarttı.
Şimdi burada çözüm sürecinin nereye gideceği, çözüm süreci başlarken neyin amaçlandığının ötesinde, çözüm sürecinin nasıl araçsallaştırıldığını konuşmamız gerekiyor. Bence Erdoğan'ın bu meseleyi bir şekilde çözme gibi bir niyeti vardı. Çünkü Erdoğan bu savaşı kazandığını düşündü ve kazandığı savaştan sonra öyle çok da netameli müzakerelere girmeden, olabilecek en fazla verimle, Kürt hareketini muhalefetten koparıp kendi patronaj mekanizmasının içerisine dâhil etmeyi amaçlamış olabilir. Fakat anlıyoruz ki, ya da ben öyle vehmediyorum bilmiyorum, Devlet Bahçeli bu süreci böyle okumuyor. Devlet Bahçeli bu süreci, daha yapısal bir değişiklik ortaya koymak için ve kendisini de bu yapısal değişikliğin oyun kurucusu, king maker dediğimiz, bir anlamda kurgucusu olarak konumlandırmaya çalışıyor. O yüzden, Bahçeli'nin attığı adımlar hakikaten sadece Kürt meselesinin çözümüne yönelik değil, aynı zamanda Meclis Komisyonu’nun ağırlığının arttığı, HDP'nin meşrulaştığı, dolayısıyla başkanlık sisteminin de bir anlamda o 2000-2023 dönemi arasındaki şaşalı dönemini gölgelemeyi ya da sınırlandırmayı amaçlayan adımlar haline dönüşüyor. Bu da bizleri kaçınılmaz olarak ‘’Erdoğan ile Bahçeli arasında bir çatışma mı var?’’ sorusunu sormaya yöneltiyor. Siz de bu soruyu soruyorsunuz yayınlarınızda, onu da konuşabiliriz. Ama benim görebildiğim kadarıyla, geride bıraktığımız bir sene içerisinde, Devlet Bahçeli'nin çözüm sürecini sadece Kürt sorununu çözmek için değil, aynı zamanda Türkiye'deki rejimin niteliğini yeniden kalibre edebilmek için ve kendisini, bu yeni oluşacak düzende yeniden konumlandırmak için araçsallaştırdığı yönünde. O bakımdan, Devlet Bey kendi dünyasında ideolojik pozisyonuna ters düşen işler yapıyor gibi görmüyor kendisini. O, daha yapısal bir değişikliği planladığını, bu yapısal değişiklik içerisinde de DEM Parti'nin, Öcalan'ın, PKK'nın, her neyse, bu aktörlerin birer satranç taşı gibi oynanması gereken taşlar olduğunu düşünüyor. O şekilde, o soğukkanlılıkla oynuyor. Tabii Erdoğan'ın buna böyle yaklaşacağını düşünmüyorum açıkçası.

Ruşen Çakır: Bugüne baktığımızda tartışmanın üç aktörü var gibi. Bir yerde Erdoğan, bir yerde Bahçeli, bir yerde de Kürt hareketi diyelim. Öcalan, ama aynı zamanda Demirtaş da. CHP şu hâliyle seyirci konumunda. Bu sürece karşı çıkan İYİ Parti, Zafer Partisi ise etkisiz seyirci gibiler; sürece müdahil olamıyorlar. Yanlış mı söylüyorum?
Özpek: Türkiye’de sağ muhalefet bölündü. Geçtiğimiz dönemde İYİ Parti daha güçlü bir şekilde temsil ediyordu. Daha ana akım bir aktördü. Fakat oradan üç tane parti çıktı: Zafer Partisi, Anahtar Parti ve İYİ Parti. Dolayısıyla bir tane %10'luk, %12'lik parti başka bir şey, üç tane %4'lük parti başka bir şey. Koordine olamıyorlar, söylemlerini ayarlayamıyorlar ve hepsinden önemlisi, aynı market içerisinde birbirlerine karşı rekabet ediyorlar. Bu onları çok güçsüzleştiriyor bana sorarsanız. Türkiye'de sağ muhalefet bölündü. AKP'nin de CHP'nin de MHP'nin de bundan rahatsız olduğunu düşünmüyorum. Ama 3 tane %5'in altında gezinen partinin ayrı ayrı, münferit olarak tepki vermesi çok büyük etki yaratmıyor. Bu partilerin oy oranları artabilir, biraz yükselişe geçebilirler. Topladığınız zaman Türk siyasetini değiştirecek bir yekûna ulaşabilir. Ancak şu anda biz o koordinasyonu görmüyoruz açıkçası. Bu partiler, %15 dediğimiz toplum kesimini koordinasyon içerisinde temsil edemiyorlar bana sorarsanız. Çünkü orada bir bölünmüşlük var.
Cumhuriyet Halk Partisi'nin durumu ilginç. Hatırlarsanız, daha önceki yayınlarımızda, Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu çözüm süreci komisyonuna girmesi gerektiğini düşünmüştüm. Daha doğrusu, girmesinin bir akılla izah edilebileceğini söylemiştim. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi'nin Ankara sistemi dışında kalması, hakikaten bu partinin istikrarsızlaşmasını beraberinde getirebilirdi. Kemal Kılıçdaroğlu'nun partiye kayyum olarak atanması ve önemli bir temsil sorununun doğması gibi. Bence Özgür Bey orada doğru bir hamle yaptı. Çünkü çözüm sürecini Milliyetçi Hareket Partisi nasıl araçsallaştırıyorsa, bence Cumhuriyet Halk Partisi de benzer şekilde araçsallaştırdı. Yani siyasi sistemin dışında kalıp, dışında kaldığı sistem tarafından hırpalanmak yerine, sistemin içerisine girip orayı içeriden yönetmeye çalıştı. Ben, Cumhuriyet Halk Partisi'nin de bu dava stresinin sona ermesinin, bu işle bir alâkası olduğunu düşünüyorum açıkçası.
Tabii orada şunu söyleyebiliriz. Yani Ekrem Bey’le CHP aynı pozisyonu almalı mıydı? Ekrem İmamoğlu bence çok daha farklı bir pozisyon olabilirdi burada. Almadı. Bence daha ana akım, daha cumhuriyetçi ya da daha Öcalan karşıtı bir pozisyon alması Ekrem İmamoğlu'nu daha popülerleştirebilirdi ama almadı. Cumhuriyet Halk Partisi için konuşmak gerekirse, kendi açılarından mantıklı bir iş yaptılar. Bu iş başarılı olursa da Cumhuriyet Halk Partisi bundan kazançlı çıkacak. Başarısız olursa da en azından AKP ile MHP arasındaki ilişkiler aynı şekilde olmayacak. Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu komisyona girerek yapmaya çalıştığı şey, iktidar blokunun CHP'ye karşı kenetlenmesini önlemek ve kendi içlerindeki ayrışmaları daha da derinleştirmek oldu. O bakımdan ben mantıklı görüyorum.

Ruşen Çakır: Cumhur İttifakı içindeki çatlak meselini de sorayım. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle bu konuyu epeyce konuştuk. Bahçeli'nin bugünkü açıklamalarını görmüşsündür. Anıtkabir’e gitmemesinin bir nedeni olduğunu söyledi. Nedenini açıklamadı ama Anıtkabir’e gitmediği için de Külliye’deki Cumhuriyet Resepsiyona katılmadığını söyledi. Söylendiği gibi Kıbrıs politikasında anlaşmazlık olmadığını da açıkladı. Ama ben hâlâ aralarında bir şey olduğuna inanıyorum. Bir süredir sürekli böyle birtakım şeyler yaşanıyor. İçişleri Bakanlığı'ndaki atamalar, Kuzey Kıbrıs seçimi ya da başka birçok konu var. Bir de tabii çözüm sürecinin kendisi. Cumhur İttifakı’nda bu böyle hep bir adım ileri, iki adım geri şeklinde mi geçecek? Sonuçta birbirlerine de mecburlar.
Özpek: Evet, mecburlar. Öncelikle şunu söyleyeyim: Ben Milliyetçi Hareket Partisi'nin, bir devlet aklını temsil ettiğini, Tayyip Erdoğan'ın da fani, sıradan bir siyasi lider olduğunu, dolayısıyla yaşanan çatışmanın devlet aklıyla, siyasi bir aktör arasında yaşanan bir çatışma olduğunu düşünmüyorum. Bu bana saçma geliyor. Fakat AKP ve MHP'nin her koşulda, ‘’pazara kadar değil mezara kadar’’ söylemiyle, bir arada, muhteşem bir uyum içerisinde hareket edebileceğini de düşünmüyorum. Bu da bana saçma geliyor. Siyasetin doğasına aykırı.  Milliyetçi Hareket Partisi'nin ayırt edici bir özelliği var. Daha önce Numan Kurtulmuş Has Parti'yi bıraktı. Süleyman Soylu kendi partisini bıraktı. Ve her ikisi de Adalet ve Kalkınma Partisi'ne katıldılar. Dolayısıyla daha önce böyle örnekler yaşandı. Şu anda Numan Kurtulmuş'un da Süleyman Soylu'nun da AK Parti içerisinde çok sorun yaşadıklarını düşünmüyorum. Yani en azından bir hizip örgütleyerek huzursuzluk kaynağı olduklarını düşünmüyorum. Kendi kariyer sorunları olabilir tabii. Ama neticede, Numan Kurtulmuş da Süleyman Soylu da başka partilerin liderleriydi ve Adalet ve Kalkınma Partisi'ne katıldılar. Dolayısıyla o mekanizma içerisinde sorunsuz bir şekilde kariyerlerine devam ediyorlar.
Ama Milliyetçi Hareket Partisi ayrı bir siyasi parti. Yani gündemi ayrı, kadroları ayrı, siyasi gelecek tasavvuru ayrı, ilişki içerisinde olduğu ve kaynak sağlamak zorunda olduğu toplum kesimleri ayrı. Dolayısıyla eğer ortada iki tane müstakil siyasi parti ve siyasi lider varsa, onların ‘’ilanihaye birlikte olacağız’’ ve ‘’bu ittifak ahlâki, kutsal bir ittifaktır’’ söylemlerine pek itibar etmemek gerekiyor. Tayyip Bey’le Devlet Bey birbirleriyle çok uyumlu davransalar bile, alt bürokraside, bir Ülke Ocaklı’yla bir TÜGVA’lı arasında bir koltuk için mutlaka bir çatışma çıkacak. Çünkü kaynaklar kısıtlı ve siyasi partiler bu kısıtlı kaynakları elde etmek için rekabet ederler. İşin teorisi budur. Bize anlattıkları hikâyelerin ötesindeki müstehcen gerçeklik budur. Kamu kaynakları vardır, siyasi partiler bunları kendi partilerine dağıtmak için mücadele ederler. ‘’Biz bu kaynağı kendi partilimize dağıtacağız. Çünkü bizim kadroların daha iyi yöneteceğini düşünüyoruz’ derler. Bu da meşrudur aslında. O yüzden, böyle sorunsuz ilerleyen bir ittifaktan ziyade, kısıtlı kaynaklar için rekabet eden iki tane parti olduğunu aklımızdan çıkartmamamız gerekiyor. Yani bir tarafta MHP'ye devlet aklı atfeden, dolayısıyla Tayyip Erdoğan'ı sanki terbiye etmek için devlet tarafından kullanılan bir aktörmüş muamelesi yapanlar var. Diğer tarafta da, hiçbir koşulda ayrışmayacak, hiçbir koşulda ihtilaf yaşamayacak kutsal bir ittifakın birbirine bağladığı monolitik bir blok olduğunu düşünenler var. Bence ikisi de hatalı. İkisinin ortasında bir yerdeyiz.
Siz Ankara siyasetini yıllardır takip ediyorsunuz. Rekabet demek, partilerin, illaki yüksek perdeden birbirlerine meydan okuması demek değildir. Çoğu zaman, özellikle Ankara siyasetinde, yakın dövüş dediğimiz strateji izlenir. Yani birbirlerine açıkça meydan okumak, açıkça birbirlerini hedef almak yerine, birbirlerine yakın giderek, birbirlerinden kopmadan birbirlerini dönüştürmeye çalışırlar. Yani aynı sistem içerisinde kalarak birbirini dönüştürme stratejisidir bu. Siyaset bilimi okuyanlar, özellikle uluslararası ilişkileri okuyanlar bunu çok iyi bilirler. Zamanında Kissinger ‘’bir devleti, açıktan hedef alarak, karşısında konumlanarak değil, onu bir sistem içerisine dâhil ederek dönüştürebilirsiniz’’ diye söylemiştir. Ankara siyasetinde de bu yaşanır. Devlet Bahçeli'nin Tayyip Erdoğan'la ittifak ortağı olması, onun her söylediğini onayladığı anlamına gelmez. Yakın olarak onu yönlendirebileceği daha maliyetsiz olduğu için tercih edilmiş bir strateji olabilir.
Bir de bizim insanımız sürekli bir yok etme söylemi üzerinden gidiyor. Yani sanki karşıtlık ve çatışma, partilerin birbirlerine kinlendikleri ve birbirlerini yok etmek için gün saydıkları bir sonucu amaçlıyormuş gibi düşünülüyor. Ama böyle bir şey de yok. Çatışma, her zaman birbirini yok etmeyi amaçlamaz. Bazen partiler çatışarak birbirini ikna edebilirler, Bazen çeşitli stratejileriyle birbirlerini sıkıştırabilirler. Mesela ben bugün Devlet Bahçeli'nin grup konuşmasını, Tayyip Erdoğan'la ilişkilerin çok iyi olduğuna yormadım. Tam tersine, yaklaşık bir senedir pek bir somut adım atmayan Recep Tayyip Erdoğan'a, artık somut adım atmaya zorlayan, sıkıştıran bir konuşma olarak algıladım. Dolayısıyla, bu aktörler birbirlerini yok etmeyi son tercih olarak, son seçenek olarak değerlendirirler. Artık başka bir ihtimal kalmamışsa, başka bir seçenek yoksa, bir hayatta kalma refleksi gerekiyorsa, bu şekilde hareket ederler.
Neticede söylemek istediğim şu: Birbirlerinden menfaat elde eden, birbirlerine bağımlı iki tane aktör var. Devlet Bahçeli'nin bu ittifakın bozulmasını istediğini hiç zannetmiyorum. Fakat bu, ‘’Devlet Bahçeli bu ittifakın her şeklinden memnundur. İttifakın her kararını saygıyla karşılar ya da kendi partisinin sistemden alacağı pay düştükçe buna ses çıkartmaz’’ anlamına gelmez. Ya da, ileride bir kopuşun olmayacağı anlamına gelmez. Ve şunu da aklımızdan çıkartmamız lazım: Erdoğan'ın, benim öğrendiğim kadarıyla, zaman ve sabır kavramlarıyla çok yakından, çok profesyonelce kurduğu bir ilişki var. Bence Erdoğan başarısının sırrı da burada. Zamanı çok iyi yönetiyor ve çok sabırlı. Biz bugün Erdoğan'dan ‘’Sayın Bahçeli'nin söylediklerine katılıyorum’’ gibi bir açıklama duysak ve iki ay sonra program yapsak ve hiçbir somut gelişme olmasa, ne olacak. Geride bıraktığımız bir sene aslında tam da böyle.

Ruşen Çakır: Önümüzdeki hafta Bahçeli'nin grup konuşmasında bir kez daha, ‘’İmralı'ya heyet gitsin’’ demesini bekleyeceğiz.
Özpek: Onu bekleyeceğiz tabii ki. Dolayısıyla, siyasetin pratiği ayrı bir şey, söylem ayrı bir şey. Sosyal medyada böyle tartışmalar görüyoruz. Görebildiğim kadarıyla size de biraz kızıyorlar, bu AKP-MHP ayrışmasıyla ilgili: ‘’Ruşen Çakır şimdi çıkar konuşur’’ filan diyorlar. Dediğim gibi, orada siyaset biliminin temel önermeleri var, onlar üzerinden gidebiliriz. İllaki bir çatışma, ilk kopuş, böyle kan revan içerisinde 17-25 Aralık'ta gördüğümüz gibi bir mesele olmayabilir. Ama iki ayrı siyasi partiyi her konuda mutabıkmış ve uyumluymuş gibi düşünmek, bence bizim siyasi analiz yeteneğimizi kısıtlar. Orada durumu okuyabilmek için, biraz da Ankara siyasetinin gerçeklerine hâkim olmak lazım. Genel olarak siyaset biliminin, her siyasi aktörün çıkarlarla motive olduğu gerçeğine de aşina olmak lazım. Aksi takdirde, hakikaten hayâl dünyasında vehimlerle hareket ediyoruz gibi. Ben öyle davranmama taraftarıyım.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Burak yayınımıza katıldığın için. Prof. Burak Bilgehan Özpek’le, Erdoğan ve Bahçeli’nin sürece bakışındaki farklılıkları konuştuk. Kendisine teşekkürler, size de bizleri izlediğiniz için teşekkürler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
09.11.2025 Yakmak istediğim fotoğraflar!
08.11.2025 Yeniden: Ekrem İmamoğlu mucizesi
07.11.2025 Benim küçük gözaltım
05.11.2025 Bahçeli Demirtaş’a niçin sahip çıktı?
04.11.2025 Erdoğan ve Bahçeli'nin sürece bakışındaki farklılıklar neler? Burak Bilgehan Özpek anlatıyor
04.11.2025 Bahçeli'nin "Cumhur İttifakı'nda çatlak yok" sözüne inanmalı mıyız? Kemal Can yorumluyor
02.11.2025 Cemil Bayık’a sormak istediğim soru: Fesih karşılığında ne kazandınız ya da kazanacaksınız?
02.11.2025 Bitmeyen ve bitmeyecek tartışma: Cumhur İttifakı’nda çatlak mı var?
01.11.2025 Ve Selahattin Demirtaş sahalara döndü!
30.10.2025 Erdoğan’ın CHP’ye karşı son 225 günü: Bir adım ileri iki adım geri
09.11.2025 Yakmak istediğim fotoğraflar!
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı