Tunus ile başlayıp Mısır’la süren ve kolay kolay da dineceğe benzemeyen Ortadoğu, Arap dünyası, hatta tüm İslam alemindeki altüst oluş ve değişim uzun zamandır ihmal edilen bir siyasi hareketi, İslamcıları yeniden gündeme getirdi. Bu da son derece normal çünkü İslami hareket bu coğrafyada en güçlü siyasal, sosyal, kültürel ve hatta ekonomik güç olarak sivriliyor. Öyle ki en zayıf oldukları Tunus’ta bile İslamcıların yeni oluşacak iktidar yapısında yer alması kimseyi şaşırtmayacak. Dolayısıyla otoriter/totaliter rejimlerin yıkılması durumunda yapılacak ilk özgür seçimlerden birçok ülkede İslamcıların birinci parti olarak çıkması, bazı yerlerde tek başına iktidara gelip, bazılarında da koalisyon hükümetlerinin büyük ortağı olmaları şaşırtıcı olmayacaktır.
Bununla birlikte, bazılarının hayal ettiği ve bazılarının da çok korktuğu gibi, önce Ortadoğu’da ve giderek tüm İslam dünyasında “küresel bir İslam devrimi” yaşandığı yok, yaşanacağı da yok. Bunun birçok nedeni var. Öncelikle her ne kadar bazı ülkelerde Müslüman Kardeşler gibi kimi gruplar çok öne çıkıyor gözükse de hiçbir yerde yekpare bir İslami hareketten söz edilemez. Kimi ülkelerde bazı İslamcı gruplar birbirleriyle kanlı-bıçaklı olup normalde kendilerinden çok farklı gruplarla ittifaka gidebiliyorlar.
İkinci olarak, her ne kadar “İslam ümmeti” veya “Arap milleti” gibi kavramlar sık sık tekrarlansa da ülkesel farklar kimi durumda belirleyici olabiliyor. Yani aralarında belli bir dayanışma söz konusu olsa bile hep birlikte hareket edecek bir “İslamcı enternasyonal”in hayali bile kurulamaz. Hatta son yıllarda Latin Amerika’da yeni işbaşına gelen bazı solcu liderlerin kurduğu türden bölgesel işbirliklerinin de çok kolay olamayacağını söyleyebiliriz.
Çünkü her ne kadar on yıllardır varlık gösterseler de İslami hareketlerin tam anlamıyla kurumsallaşabildikleri söylenemez. Hiç kuşkusuz bunun birinci nedeni yaşadıkları ülkelerde temek hak ve özgürlüklerin son derece kısıtlı olması, demokrasiden eser bulunmamasıdır. Fakat buna ek olarak İslami hareketlerin de birçok kritik süreçte hiç de iyi sınav verememiş olmalarını da hatırlatmalıyız. Örneğin birçok ülkede sol ve/veya mlliyetçi hareketlere karşı mevcut rejime payanda olmaktan çekinmeyen İslamcılar, daha sonra sıra kendilerine geldiğinde genellikle yalnız kalmışlardır. Bu arada kimi İslami grupların kendi ülkelerinde rejimle aralarına mesafe koymalarına rağmen, mali nedenlerle Suudi Arabistan başta olmak üzere zengin Körfez ülkelerine bağımlı hale gelmiş olduklarını da hatırlatalım. İslamcıların bir bölümünün bir diğer vahim yanlışı da, özellikle İran Devrimi’nin ardından “silahlı mücadele”nin büyüsüne kapılıp bir tür “taşeron” haline gelmeleridir.
Post-İslamcılık
Öte yandan özellikle son 10 yılda İslamcılığın çok büyük ölçüde değişip dönüştüğünü de hatırda tutmakta yarar var.
Hiç kuşkusuz burada milat 11 Eylül 2001 terör saldırıları olmuştur. Şöyle ki 11 Eylül’le başta İslami hareketler olmak üzere İslam dünyasını daha radikal bir çizgiye çekmeyi hedefleyen El Kaide amacına kısmen ulaştı, ama büyük ölçüde hiç de beklemediği ve tasvip etmediği sonuçlara yol açtı, kısaca söyleyecek olursak 11 Eylül süreç içinde Müslümanları ve hatta İslamcıları daha ılımlı bir noktaya sürükledi.
Bunun bir nedeni hiç tartışmasız, ABD başta olmak üzere Batı dünyasının “ya bizdensiniz ya onlardan” dayatmasıdır.
Ama ikinci bir neden El Kaide çizgisinin tam da onun hitap etmek istediği kesimlerin büyük çoğunluğu tarafından benimsenmemesi, sindirilememesidir. Bunlara üçüncü bir noktayı daha eklemek istiyorum: El Kaide İslami radikalizmin çıtasını o kadar yukarı çekti ki birçok kişi radikal olmaktansa (ya da kalmaktansa) “ılımlı” olarak damgalanmayı bile göze aldı.
Bu tespitimi şöyle açıklamaya çalışayım: 11 Eylül’den önce “cihad” kavramını uluorta kullanmak, “radikal” takılmak son derece kolay ve bedelsiz bir şeydi. Lise çağlarında kendisini “radikal İslamcı” hissetmeye başlayan biri eline bıçak bile almadan, kimseye fiziki bir zarar vermeden ve kendisi de hiçbir mağduriyet yaşamadan ölene kadar “radikal” kalabilirdi. Fakat El Kaide’nin radikalizmin tekelini ele geçirmesiyle birlikte durum kökten değişti. Çünkü artık radikal olduğunuz andan itibaren “intihar eylemcisi” olmayı da kabul etmiş oluyordunuz.
İşte son günlerdeki altüst oluşlar, kısaca tarif etmeye çalıştığımız bu “post-İslamcı” zemin üzerinde yaşanıyor.
Eğer yaşanmakta olan ve yaşanacak olanlara önkabul ve önyargılarımızdan olabildiğince uzak bir şekilde bakmaya çalışırsak korkacak bir şey olmadığını görür, tam tersine bütün bunlardan insanlık ve insanlar adına sevinmemiz gerektiğini çıkarabiliriz.