TÜRKİYE'DE İSLAM VE DEMOKRASİ/3
1980’lerden itibaren İslam dünyasının birçok köşesinde olduğu gibi Türkiye’de de “dine dönüş” olarak adlandırabileceğimiz bir gelişme yaşandı. Sol, ülkemizde İslami yükselişi, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle iyice tırmandırılan “devlet eliyle toplumu yukarıdan aşağıya, ama denetimli bir şekilde İslamileştirme” stratejisiyle açıklamaya çalıştı. Toplumsal hareketliliğin öznesi olan bireyi küçümseyen, onu değişen koşullara birebir uyan, “dış etmenler” tarafından kolaylıkla yönlendirilen bir nesneye indirgeyen bu yaklaşım “dine dönüş” olgusunu açıklamakta çok önemli olsa da yeterli değildi.
Zaten muhafazakâr bir ülke olan Türkiye’de insanların dine yeniden ve daha yoğun bir şekilde yönelmelerinin ardında esas olarak iki arayış vardı:
1) Bireysel huzur arayışı: Modern toplumda “her koyun kendi bacağından asılır”. Bu nedenle her bireyin kendine sağlam bir kimlik bulması gerekiyor. Öyle bir kimlik ki iyice küçülen ve aynı ölçüde karmaşıklaşan dünyada bütün olup bitenleri açıklayabilsin; bu cangılın içinde bireye azim, direnç, umut... versin. İşte İslam’ın her şeyi içeriyor görünmesi, bireylerin kendilerini güçsüz hissettikleri durumlarda ona sarılmalarını kolaylaştırıyor. Birçok bireysel çaresizlik anında bir Müslüman gerek Kuran okuyarak, gerekse doğrudan doğruya Allah’la konuşarak kendine geniş bir ontolojik güven alanı açabiliyor.
2) Toplumsal dayanışma arayışı: Modern toplumda “sürüden ayrılanı kurt kapar”. Modernizm sık sık tek başına bıraktığı insana bütün bireysel kahramanlık kapılarını da kapıyor. Hem geniş aile yapılarını parçalıyor, hem de birey bir şeyleri değiştirmek istediğinde, onu başkalarıyla birlikte hareket etmeye zorluyor. İşte bu noktada din devreye giriyor. Bir Müslüman bir camide cemaatle namaz kılarak, bir tekkede diğer müridlerle birlikte zikrederek, bir şeyhin elini öperek bir topluluğa ait olma ihtiyacını giderebilir. Bir cemaate dahil olarak başkalarıyla dayanışma içine girebilir.
Örgütlü Sünni İslam
Dolayısıyla İslami hareketi daha iyi anlayabilmek için birey (dindar insan)-toplum (İslami cemaat veya grup) diyalektiğinden hareket etmemiz gerekiyor. Bunu yaparken muhakkak “devlet”i de, hem birey, hem toplumu doğrudan etkileyen bir yapı olarak hesaba katmak şart.
Ülkemizde örgütlü Sünni İslam’a baktığımızda kabaca üç blokla karşılaşıyoruz:
1) Diyanet aracılığıyla devletin dindarların ibadet hayatını, dolayısıyla camileri ve buralarda görev yapan dini personeli denetim altına alır;
2) İslami cemaatler (Nakşilik, Kadirilik gibi tarikatlar ve Nurculuk, Süleymancılık gibi ekoller) sadece binlerce dindarları bünyelerinde tutmakla kalmaz eğitim, sağlık, medya, turizm gibi genellikle hizmet sektöründe çok ciddi varlık gösterirler;
3) Diyanet ve İslami cemaatler dışında kalmaya özen gösteren, daha “radikal” olarak tanımlayabileceğimiz ve çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu İslamcılar genellikle küçük çaplı ve etkileri sınırlı gruplar oluştururlar.
Elbirliğiyle bireye karşı
Cemaatler devletten genellikle ürkmüş; oy potansiyellerini ve ekonomik imkanlarını masaya sürerek sağ siyasi partilerle pzarlığı tercih etmişlerdir. İçlerinden uzun vadeli stratejilerle devlete sızmak isteyenler de olmuştur ve olmaktadır. “Radikal” gruplarsa devletle her türden uzlaşma imkanı sırt çevirirler ve daima başarısız olurlar. Zaten çok sayıda eski radikal İslamcı siyasi partiler ve cemaatler aracılığıyla yıkmak istedikleri sistemin parçası olmuşlardır.
1990 sonlarına doğru gerek radikal gruplar, gerekse de cemaatler içinde çok sayıda kişi şu ya da bu nedenle hayal kırıklığına uğradı. Bunun en önde gelen nedeni, örgütlü yapıların her türlü bireyselleşmeye şiddetle karşı çıkmasıydı. İlginçtir, laik ve/veya sol çevreler İslami hareket içindeki bu dönüşüm dinamiğini görmedi veya görmek istemedi. Örneğin kendilerine “feminist” diyen kadınların çoğu başörtülü öğrencilere burun kıvırıp onları devlet veya cemaatlerin insafına terk ettiler.
Devlet de, hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, İslami hareket içindeki biyesel arayışlara mesafeli davrandı. Zira devlet için İslami grup ve cemaatleri kategorize etmek, içlerine sızmak ve gerektiğinde bunları yönlendirmek daha kolaydı.
Sonuçta Türkiye, İslami cemaatleri, laik kesimleri ve devletiyle hep birlikte dindarların özgür ve bağımsız birer birey olmalarını engellemek için elinden geleni yaptı.