Arzu Yılmaz anlattı: Bölgesel dengelerin gölgesinde Türkiye’deki çözüm süreci

28.07.2025 medyascope.tv

28 Temmuz 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Gülden Özdemir hazırladı

Ruşen Çakır: Arzu, merhaba.
Arzu Yılmaz: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Seninle esas olarak daha bölgesel, genel bir bakış yapalım istiyorum. Tabii ki Suriye ayakları falan çok önemli ama öncelikle Türkiye'de Öcalan'la ya da Kürt hareketiyle devlet arasında gelişen bir süreç var. Ama bu süreç, Öcalan'ın konuşmalarını okuduğumuz zaman, görüşme notlarını okuduğumuz zaman onun kafasında en azından sadece Türkiye ile ilgili değil, tüm bölgedeki diğer üç ülkedeki Kürtleri de kapsayan bir perspektifi var ve ‘‘demokratik entegrasyon’’ diye de bir yaklaşımı var biliyorsun; statü yerine mevcut ulus devletlere eklemlenmek. Şimdi Türkiye'de çok heyecan yarattığı söylenemez açıkçası kamuoyunda. Bölgede nasıl? Yani özellikle diğer ülkelerdeki Kürtler, senin en iyi bildiğin Irak başta olmak üzere, Irak'taki Kürtler ama Suriye ve İran'ı da bildiğini varsayıyorum, tahmin ediyorum. Yani hakikaten tüm bölgede Kürtler "Türkiye'de ne oluyor?" diye mi bakıyor, yoksa "Bu Türkiye'nin meselesi" diye mi bakıyor?
Arzu Yılmaz: Öncelikle bir bunun sadece Öcalan'ın tasavvurunda dört parça Kürdistan'ı içeren bir perspektif olduğuna rezervim var. Çünkü bu sadece Öcalan'ın bakışı değil. Malum, bu zaten devletin bakışı. Devlet ne zaman Kürtlerle bir barışı gündemine alsa, birdenbire Türkiye'nin sınırların ötesine en iyi tahlille işte Misak-ı Milli'yi içeren bir kontekstte bu mevzuyu gündemine taşır. Zaten biz en son 12 Temmuz'da Erdoğan'ın yaptığı konuşmada da Erdoğan'ın da mevzuyu Kürt, Türk, Arap diye çerçeveleyerek sadece Türkiye parantezinden ibaret görmediğini gösterdi. Dolayısıyla bunu bir kenara koyalım. İkincisi ise bunun Kürtler ölçeğinde bir heyecan yaratıp yaratmadığı. Heyecandan çok merak, ama tıpkı Türkiye'de olduğu gibi ya da Türkiye'deki Kürt kitlesinde olduğu gibi, meraka eşlik eden de bir güvensizlik ve bir şüphe duygusuyla karşılandı. Evet, çünkü Türkiye günün sonunda hem Irak hem Suriye sahasında yaklaşık 10 yıldır, işte 2015'i referans alacak olursak, yani en son tahlilde İmralı sürecinden sonra işte 10 yıldır hem Suriye hem Irak sahasında kesintisiz saldıran bir askeri güç. Dolayısıyla da bu askeri gücün günün sonunda PKK nedeniyle bu saldırıları gerçekleştirirken PKK ile bir barış, Kürt sorununda bir barışçıl çözüm gibi bir mevzuyu gündemine alması karşılıksız olamaz. Tabii ki dediğim gibi ilgi uyandırdı ama aynı zamanda sürecin net bir hedefinin ortaya konmaması, sürecin şeffaf ilerlememesi ve Türkiye'deki aktörlerden çok çelişkili ifadeler bazen de söylemlerle çelişen pratikler sahada görüldüğü için dediğim gibi bu meraka, ilgiye bir de güvensizlik ve şüphe eşlik ediyor. Soruna en kestirme cevap sanıyorum bu olur.

Ruşen Çakır: Peki şunu sormak istiyorum. Sen demin bahsettin, ‘‘Erdoğan'ın Türk, Kürt, Arap ittifakı perspektifi’’ dedin. O da bölgeselleştirmeye çalışıyor. Ben başından itibaren şu soruyu sormaya çalışıyorum. Şimdi Erdoğan referansları tarihin çok eski zamanları. Yani bu halklar, bu uluslar ya da neyse, eskiden beraber işte Malazgirt'i yaptı, şunu yaptı, bunu yaptı. Ama yakın tarihe baktığımız zaman yakın tarihte travmalar var. Mesela sen Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ni çok iyi biliyorsun. Orada 300 yıl önceki, 400 yıl önceki olay mı hatırlanıyor, Halepçe mi hatırlanıyor mesela?
Arzu Yılmaz: Çok yerinde bir soru. Bu arada ikinci kez vurgu yapıyorsun, Irak Kürdistan'ı vurgusu. Ama ben 2015'ten beri Rojava'yı da 7 kere, koronayı saymazsak her yıl en az bir kere ziyaret ettim. Dolayısıyla da Rojava sahasını da çok yakından takip etmeye çalışıyorum. İran'ı ise sadece Irak Kürdistanı'ndaki İranlılarla doğrudan temas, ki onların da ciddiye alınacak bir nüfusu var. Her şeyden önemlisi İranlı Kürt partileri Irak Kürdistan'ında. Dolayısıyla da bu gözlemlerim ve yorumlarımı böyle bir arka plan üzerinden söylediğimi, senin bu vurguların üzerine altını çizme ihtiyacı hissettim. Çok yerinde, çok haklı bir noktaya temas ettin. Bunu biraz da benim bu sahadaki tecrübelerimi, tam 2010 yılında ben Irak Kürdistanı'na gitmiştim ve dolayısıyla da bu 15 yıllık kesintisiz süreçteki gözlemlerimdeki dönüşümü nasıl gözlemlediğim üzerinden kısaca şöyle özetleyeyim. 2010 yılında ben ilk kez gittiğimde — buna Rojava'yı dahil etmiyorum, sadece Irak Kürdistanı için söylüyorum — hani Selahattin Demirtaş yakın bir tarihte ‘‘Kürtlerin yüzü Türkiye'ye dönük’’ dedi ya, işte o fotoğraf 2010'ların ilk yarısının fotoğrafıydı. Gerçekten işte bu Avrupa Birliği'ne üyelik olsun, Irak Kürdistanı'nın Türkiye ile geliştirdiği ilişkiler olsun, İmralı sürecinin yarattığı ortam olsun, her şeyden önemlisi Türkiye'nin bir ‘‘iyi hayat’’ tahayyüllerinin adresi olarak çok önemli bir karşılığı vardı ve fakat, birincisi referandum. Ondan sonra işte referandumda denildi ki, ‘‘Kürtler bağımsızlık istedi de onun için Türkiye'nin bu kadar çok...’’ Affedersiniz. IŞİD, malum IŞİD 2014'te neredeyse Erbil'e giriyordu. Türkiye'den acil yardım istedi Erbil ve Türkiye buna karşılık vermedi. Birinci hayal kırıklığı oydu. Arkasından referandum, Tayyip Erdoğan "Sizi ekmeğe muhtaç edeceğiz" dedi. Arkasından, tamam, hadi ‘‘Bağımsızlık Türkiye'nin hassasiyetlerini tetikledi’’ denildi. Fakat ondan sonra hemen Efrin operasyonu, en son tahlilde 2019 Serêkaniyê ve Girê Spî, Rojava'nın Fırat'ın doğusundaki iki yerin işgali ile birlikte artık güneydeki kitlenin, Kürt kitlesinin Türkiye algısında 180 derecelik bir değişiklik olduğu artık elle tutulur, gözle görülür nitelikte bir hâle geldi. Buna eşlik eden çok önemli bir şey daha vardı. O da Körfez'in Ortadoğu'da, biraz önce kullandığım tabiri yine kullanacağım, sadece Irak Kürtleri için değil genel olarak Ortadoğu'da özellikle gençler arasında, bu birtakım nicel araştırmalarla da desteklenen bir bulgu, iyi hayat tahayyüllerinin adresi hâline gelmesi. Yani o 2010'ların başındaki Türkiye Ortadoğu'nun işte parlayan yıldızı ya da lider ülke olma kapasitesine sahip ülkesi rolü bu 10 yılda Türkiye'nin izlediği militarist dış politika ya da yanlış tercihler mi, artık o ayrı bir tartışma konusu, ama dediğim gibi bu Türkiye'nin saldırgan politikalarına aynı zamanda eşlik eden Körfez'in bir iyi hayat modeli olarak ve siyaseten de Ortadoğu sahasını domine etmeye başlayan ve olağanüstü bir ekonomik güç olarak yükselmesi, sözünü ettiğim bu Türkiye'ye Kürt kitlesinin sırtını dönme hâlini hızlandırdı ve hazır bir adres bulunca da bu süreç hızlandı. Son bir şey bu bağlamda söyleyeyim. Tekrar ediyorum, ben 2010'ların başında gittiğimde herkes Türkçe kursuna gidiyordu. Marketlerde, raflarda, şimdi isimlerini vermeyeyim ama Türk markaları, çok bildik Türk markaları vardı. Bakın şimdi bir öğrencimin sözünü söyleyeyim. "Eğer Arapça ya da İngilizce bilmiyorsan üniversiteden mezun olduğunda Kürdistan'da iş bulamazsın" dedi yakın tarihte mezun olan bir öğrencim bana. Şimdi herkes Arapça öğreniyor. Bunun yanında zaten nüfus da değişti. Bu IŞİD'le savaş sürecinde Irak'ın zaten ciddi bir nüfusu Irak Kürdistanı'na göçtü. Suriye'deki Araplardan çok ciddi göç oldu. Lübnan'da biliyorsun 2022'de bir kriz olmuştu. Lübnan'dan sermaye gruplarından önemli bir Irak Kürdistanı’na göç oldu. Dolayısıyla da dediğim gibi dil bile, sermayenin akışı, bununla birlikte iş hayatının siyaseten Körfez'in etkinliğini arttırması, iş hayatında Kürdistan ölçeğinde söylüyorum. Rojava bağlamında da hemen şunu söyleyeyim. Şimdi Suudi Arabistan'la olsun bir çark edildi 2023 itibarıyla, ama onun öncesinde 2015, 17, 18'leri hatırlarsak Suudi Arabistan İsrail ile birlikte Türkiye'ye karşı açıkça açıklama yapmışlardı, "Ortak tehdit bizim için Türkiye" diye. Ve o dönemde Suudi Arabistan'ın örneğin Deyrizor, Rakka, bu 2017'de tam IŞİD'e karşı savaşın organize edildiği dönemde, Suriyeli Arap aşiretlerin Rojava Özerk Yönetimi'yle birlikte hareket etmesi, Suriye Demokratik Güçleri'nin oluşturulmasında Arap nüfusun desteğinin ve katılımının sağlanmasında çok ciddi bir rol oynamıştı. Dolayısıyla da ekonomik olarak da Suudi Arabistan'ın Rojava Özerk Yönetimi'ne yardım yaptığını biliyoruz o yıllarda, 2015-17-18 döneminden bahsediyorum. Şöyle toparlayayım. Umarım sorunu çok dağıtmadan cevaplayabilmişimdir. Geldiğimiz aşamada bu senin söylediğin travmalar, Halepçe bile çok eskide kaldı. Soruya öyle girmiştin. Halepçe bile çok eskide kaldı. Bugün işte 20'li yaşlarında olan çocukların son 10 yılı Türkiye'nin işte ormanların yakılması, mesela çevre konusunda artık yeni nesil çok duyarlı, ormanların yakılması konusunda, köylerin boşaltılması konusunda bu hamaset, düşmanlık içeren dil, tehdit dilinin her gün sosyal medyadan... 90'larda sadece mesela bir Kürdistan Demokrat Partisi'nin liderleri, taraftarlarına, üyelerine ne anlatıyorsa Türkiye ile ilgili o kadarını biliyorlardı ama şimdi öyle değil. Herkesin söylediği her yerde ve herkes için ulaşılabilir. Onun için de dediğim gibi örnek üzerine örnek vermek… Bu konu çünkü çok önemli. Teşekkür ediyorum tekrar açtığın için. Tayyip Erdoğan, bir Nisan ayıydı, geçen sene Erbil'e geldi. Hatırlar mısınız? Erbil Kalesi'ne Türkiye bayrağı yansıtılmıştı, bütün yollara Türk bayrağı asılmıştı vesaire vesaire. Ben oradaydım. Bir protokol, en yüksek protokol... Hatta Mesud Barzani, ‘‘Serereş’’ denir Mesud Barzani'nin ofisinin olduğu yere, Tayyip Erdoğan Serereş'e çıkmamıştı, Mesud Barzani Tayyip Erdoğan'la görüşmek için Serereş'ten Erbil'in merkezine gelmişti. Tüm bunları niye söylüyorum? Çünkü tüm bunlar tam da senin sorduğun o travma, Halepçe'yi unutalım, son 10 yılın travmalarının nasıl kitlede karşılık bulduğunun en somut göstergesiydi, göstergesi niteliğindeydi. Ve herkesin — bindiğim taksinin şoförü bile, okula giderken taksi kullanıyorum — tepkisini taksi şoföründen, okuldaki öğrenciden ya da sosyal hayatta temas içinde olduğun herkesten görebiliyordun. Onun için şimdi bu mevzunun Arap tarafı başka. Ama bu demek değildir ki bu Kürtlerle ittifak, bu lafı sevmiyorum ama daha kestirme ifadesi şu anda aklıma gelmiyor, satın alınmıyor. Yani bu Türkiye ile bir ittifakı ret anlamına gelmiyor ama bu "Kürt Türk kardeştir" retoriğinin alıcısı yok. Kürtçede bir laf var, "erê erê" derler, yani ‘‘Tamam tamam, sen onu söyle de, bu savaş bitsin, eyvallah.’’ Ama bu kardeşlik hukuku üzerinden değil, bu yeni Ortadoğu'da birlikte hareket etmenin stratejik ortaklıkları kurulabilirse ne âlâ. Ama kitlenin böyle bir sempatisi, artık Kürtlerin yüzünün Türkiye'ye dönük olduğu iddiası benim sahadaki gözlemim... Hele ki Rojava. Lafı bitireceğim diyorum bitiremiyorum. Ama Ocak ayında, bakın süreç başladıktan sonra hatırlarsanız Tişrin'e çok yoğun saldırılar vardı. 20'den fazla insan orada öldü. Ocak ayında ben Şam'a gitmiştim. Suriye sahasında 10-12 gün kadar kaldım. O süreci yerinde görme imkanım oldu. Yani o insanların, tırnak içerisinde, isyanlarını ifade etmek pek doğru olmayabilir ama öfke, o gözlere yansıyan öfke, süreç başladıktan sonra, yani bu mevzular başladıktan sonra birebir şahidiyim yani.

Ruşen Çakır: Peki, bütün bunlara rağmen demin söylediğin o kardeşlikten ziyade stratejik ortaklık diyorsun.
Arzu Yılmaz: Aynen.

Ruşen Çakır: Senin de izlediğin bir silah yakma töreni oldu PKK'nın yaptığı. 15'er kadın ve erkek militan silah yaktılar ve bu Süleymaniye yakınında bir yerde oldu. Ama biliyoruz ki hem KYB hem KDP, iki ayrı parti de Irak Kürdistanı'ndaki en güçlü partiler de bu sürece bir şekilde dahiller. Yani destekliyorlar ve zemin hazırlıyorlar, kolaylaştırıyorlar bazı şeyleri. Ve anladığım kadarıyla…
Arzu Yılmaz: Kolaylaştırmadan çok o tören bir sahiplenmeydi Ruşen. Keşke sen de orada olsaydın, bunu birlikte tartışabilseydik. Ama benim orada gördüğüm sadece bir kolaylaştırıcı, organize edici bir rolün ötesinde bir sahiplenme vardı. ‘‘Burası Kürdistan ve biz Kürt siyasi aktörleri olarak burada Kürdistanî bir pozisyon, bir görüntü…’’ ve ulaştıkları sadece organizasyonel kapasite açısından değil, ulaşılan siyasi ve askeri güç bağlamında da bir gövde gösterisiydi bana kalırsa. Dolayısıyla da ben bu mevzuyu sadece bir kolaylaştırıcı olarak değil, çok güçlü bir sahiplenme pozisyonu olarak gördüm.

Ruşen Çakır: O zaman sürecin çok ciddi bir ayağı silah bırakma ve o silahlı güçlerin belki de Türkiye'ye ya da başka yerlere gitmesi, belki de orada kalması gibi gelişmeler yaşanacak, zaman alacak belki ama. Ve burada da yine en önemli rolü herhalde Irak'taki Kürt yöneticiler oynayacak. Çünkü, tamam, bir tarafta örgüt var, bir tarafta Türkiye Cumhuriyeti Devleti var ama arazi olarak baktığımız zaman esas olarak bu Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi topraklarında oluyor. Eğer diyelim ki taraflardan bir ya da ikisi birden herhangi bir şekilde buna sorun çıkartmak istese olay bayağı bir başarısızlıkla sonuçlanır. Yani şunu sormak istiyorum. Bu sahiplenmenin, çok olağanüstü durumlar olmazsa, çok büyük negatif gelişmeler olmazsa süreceğini varsayabiliriz, değil mi?
Arzu Yılmaz: Süreceğini varsayabiliriz. Şöyle ki tek parametresi bu değil ya da sadece Kürtler ve Türklerden ibaret bir mevzudan bahsetmiyoruz Ruşen. Bu mevzuyu en başta hatırlarsan bundan 7-8 ay önce konuştuğumuzda, bu işte bölgesel dinamikler mi, iç dinamikler mi nihai olarak bu sürecin başlamasını tetiklediği tartışmasında ben en başından beri iç dinamikleri tümüyle dışlamamakla birlikte belirleyici faktörün dış ve bölgesel faktörler olduğunu söyleyegelen biri olarak bunu söylüyorum. Bu da şu: yeni bir Ortadoğu, çok kabaca tarif etmek gerekirse yeni bir Ortadoğu dengesi düzeni kuruluyor. Bu yeni Ortadoğu dengesi düzeninde Kürtler de tıpkı diğer aktörler gibi pozisyonlarında yeniden hizalanma ihtiyacı hissediyor. Bu hizalanmada biz zaten Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin Türkiye ile, biraz önce kısaca tabandaki rahatsızlık üzerinden tarif etmeye çalıştığım sıkıntılara rağmen bir deneyim, birlikte çalışma deneyimi zaten mevcutken PKK'nin de bu yeniden hizalanma sürecinde Öcalan'ın aldığı inisiyatifle Türkiye ile birlikte hizalanmak gibi bir stratejik karar aldığı noktadayız. Dolayısıyla da bir kere her şeyden önce Kürtlerin en azından Türkiye ile bu yeni kurulacak Ortadoğu düzeninde birlikte neyi ne kadar yapabiliriz'e bir şans vermek adına hâlihazırda aynı sayfada buluştuklarını söyleyebiliriz şu andaki durumda. Ama bundan sonrası, en başında söylediğime geri dönecek olursak, bu Kürtlerin ve Türklerin pozisyonunu açıklıyor ama bu Ortadoğu'da kurulacak düzene göre şekil alacak bir ittifak ve birliktelik olduğu ölçüde başka aktörlerin alacağı pozisyonlar veya başka grupların yarattığı farklı dinamikleri de göze almak durumundayız. Bakın, Suriye'de Dürzilerin yapıp ettikleri, İsrail'in yapıp ettikleri, Lübnan'da olanlar ya da Gazze'de olanlar, Gazze'de olası bir çözüm; bunların hepsi otomatikman hem Kürt meselesini hem Türkiye ile Kürtlerin hem Kürt aktörlerin hem Türkiye ile Kürt aktörlerinin ilişkilerini doğrudan etkileyen durumlar. Şu andaki aşamada, daha hani bu mevzuyu toparlamak adına şunu rahatlıkla söyleyebilirim: ben en azından baktığımda, işte bugüne kadar yapılan açıklamaları da yan yana koyduğumda şimdi elimizde iki tane başarısız devlet malzemesi var; bir tanesi Irak, bir tanesi Suriye. Ve biraz önce söylediğim gibi bu başarısız devletler yeniden inşa olacak bu yeni düzen içerisinde ve Türkiye Kürtlerle birlikte hareket etme inisiyatifini ortaya koyarken ve Kürtler hâlihazırdaki durumda, tekrar ediyorum, başka aktörlerle birlikte hareket etme imkanları varken, stratejik olarak önceliği Türkiye ile birlikte hareket etmeye verdiği durumda biz bu hikâyede aynı zamanda sadece ‘‘yeni Türkiye’’nin değil, ‘‘yeni Suriye’’nin, ‘‘yeni Irak’’ın da nasıl şekilleneceğini göreceğiz. Ve Türkiye, işin açıkçası bu Kürt, Türk, Arap hani Tayyip Erdoğan'ın mevzuyu bu çerçeveye oturtmasının benim nazarımda karşılığı budur. Zaten bakın, Suriye'de Colani dediğimiz ne siyasi meşruiyeti olan ya da toplumsal bir desteğe dayanan Suriye'de, ne askeri gücü olan, tüm bunların ötesinde sahip olduğu her şey bir meşru aktör olmasının altını oyan bir aktör, keramet-i farikası yapıp ettiklerini belirleyen temel aktör Türkiye, ikincisi ise İsrail. Dolayısıyla da böyle bir durumda Türkiye zaten Şam üzerinden hâlihazırdaki durumda yeni Türkiye'yi kurarken aslında onu bir yeni Suriye ile birlikte kuruyor ve bu hikâyeleri biz çok yakında… Bu arada yeni Irak meselesi de aslında görece yeni bir şey. Çünkü IŞİD'le savaşın sona ermesi arkasından 2017'de ‘‘Irak’ın yeniden inşası’’ adı altında bu süreç başlamıştı. Şimdi İran'ın, tabii onu unutmayalım, İran'ın etkin olduğu bu sahalardan çekilmesiyle birlikte biz Türkiye'nin bu iki devletin yeniden kuruluşunda etkin bir aktör olarak ve Türklerle iş birliği üzerinden etkin bir aktör olarak sahaya girişini görüyoruz. Ama bu girişi — tıpkı 2010'larda koşullar Türkiye için çok daha avantajlıyken, ‘‘bu fırsatı fırsatçılıkla…’’ diye o dönem Radikal 2'de bir yazı yazmıştım, ‘‘fırsatı fırsatçılık olarak görüyor’’ diye — bakalım nasıl kullanacak? Yani bu Rojava bağlamında gelen haberler çok gene… Hani bu yakalanan fırsatı nasıl kullanacak bilmiyorum, ama işaretler pek iyi gelmiyor.

Ruşen Çakır: Cengiz Çandar'la senden sonra uzun uzun Suriye konuşacağız. O T24'te çok kapsamlı bir yazı yazdı, görmüşsündür. Bir de en sonda Sarkis Kassargian’la konuşacağım. Sarkis'i biliyorsun, Suriyeli gazeteci.
Arzu Yılmaz: Sarkis, Salih Müslim’le bence son zamanlarda yapılan en iyi röportajlardan birini yapmış. Ben de çok faydalandım. Bir başka şey de Rudaw'ın İlham Ahmed'le yaptığı röportajı.

Ruşen Çakır: O da önümde açık, önümde açık. Zaten onu biz de Medyascope'ta haberleştirdik. Çok iyi bir röportaj.
Arzu Yılmaz: Çok bilgilendirici ikisi de, çok iyi röportajlar.

Ruşen Çakır: Bir de orada şunu da görüyor insan; Suriye'de Kürtler bayağı şeyi yetiştirmiş yani diplomat, yani bir militan değil bir diplomat.
Arzu Yılmaz: Onun için dedim Ruşen, keşke orada olsaydın, birlikte tartışabilseydik diye. Çünkü o töreni dedim ya hani, bir gövde gösterisiydi diye. Bunu hep söylüyoruz zaten de hani böyle şeyler vesile oluyor, söyleneni doğrulamak için. Sadece diplomat değil, askeri kapasite, bir hani kurumsallaşma. Bir yanıyla aslında çok daha iyisi yapılabilirdi. Yani Irak Kürdistanı'nda federal, bir başka fırsatı kaçıran da Irak Kürtleri şüphesiz yani kurumlarını geliştirme konusunda ve fakat buna rağmen sadece diplomatı değil, askeriyle de siyasi strateji belirleme, siyasi akıl olarak da çok önemli bir kapasiteye ulaşmış vaziyette hiç şüphesiz.

Ruşen Çakır: Son olarak şeyi sorayım. Bir esrarengiz adamımız var şimdi bölgede dolaşan: Tom Barrack. Aslında Ankara'da bizdeki Büyükelçi ama Suriye Özel Temsilcisi, kendisinin diplomasiyle hiçbir alakası yok. Bir müteahhit, Trump'ın arkadaşı. Ve geldi Türkiye'yi karıştırdı. Şimdi iktidar sözcüleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan falan hep Tom Barrack'ı övüyorlar. Muhalefet de çok tedirgin. Ama, sen daha yakından takip ediyorsundur, adam yaşanan olaylara göre sürekli pozisyon değiştiriyor. Yani mesela ilk Suriye'de Dürzilerle sorun çıktığı zaman Şam yönetimi yine bir pozisyon almıştı ama daha sonra İsrail'in müdahalesiyle herhâlde biraz geri adım attı ve en son Paris'te işte hem Şam yönetimi hem İsrail bu konuları konuşmuşlar, belli noktalarda anlaşmışlar filan deniyor. Her neyse. Tom Barrack’ın yeniden Osmanlı inşa etmek istediği yolundaki rivayetlere ne dersin? Yani bunun mesela Kürtlerde bir karşılığı var mı?
Arzu Yılmaz: Şöyle, ilk önce bu vaka, Tom Barrack vakası ile ilgili ne düşündüğümü bir söyleyeyim. Aynen söylediğin gibi bir kere profil olarak her şeyden önce bir tüccar yani, bir müteahhitten bahsediyoruz. Daha ötesi değil. Dolayısıyla esrarengiz falan değil. Tam tersine hiçbir sürpriz olmayan, tam bir müteahhit tüccar kafasıyla çalışan, pazarlığı da eli yüksekten tutup öyle pazarlık yapan, hani diplomatik müzakereyi de tüccar pazarlığı üzerinden götüren bir adam. Bana kalırsa o yönüyle esrarengiz olan bir tarafı yok. Hatta işin açıkçası sadece Tom Barrack da değil, dört tane müteahhit var. Yani biri Trump ya da emlakçı işte neyse, artık ne söylenecekse, biri Witkoff, biri Tom Barrack, bir tanesi de Tanıl Bora'nın ‘‘İnşaat Ya Resulullah’’ dediği Tayyip Erdoğan. Aslında dört müteahhit şu anda Ortadoğu’da. Onun için de hani baktığı zaman kapatacak arsa, ucuza mal edilecek inşa, inşa ile ilgili böyle bir mantık işliyor. İşin bu özneler tarafını bir paranteze alalım. Burasının dediğim gibi esrarengiz bir tarafı yok. Ama öbür tarafta, bence asıl orada gözden kaçan bir durum var. Yani, peki nasıl oluyor da bu iş müteahhitlere kalıyor, onu biraz sorgulamak lazım. Ve benim anladığım da bu noktada birincisi şu: Amerika'nın Suriye için zaten bir projesi yok. Yani onu biliyoruz zaten. Yani Trump daha nasıl söylesin? Açık açık onlarca kez bunu söyledi. Obama döneminden beri hani ‘‘Suriye'ye ilişkin bir hayalimiz yok’’ dediler. Bir kere onu bir tarafa koyalım. Bunun ötesinde aslında Ortadoğu ile ilgili bir derdi yok, projesi yok Trump'ın ve Amerika'nın genel olarak. Yani bu uzun uzadıya tartışılabilir ama şimdilik bu tespiti yapmakla bırakalım. Peki, ne şekillendiriyor Amerika'nın politikalarını? Amerika'nın politikalarını şekillendiren şu: ‘‘Bizim stratejik hedefimiz askeri olarak buradan çıkmak. Sadece diplomatik kanallardan bu işlere dahil olmak. Hâl böyleyken de Ortadoğu'yu bize yakın müttefiklerle birlikte, müttefiklere ihale ederek…’’ Hah, tam müteahhitlik dedik ya, yani çok basitleştirerek anlattığımı lütfen izleyiciler düşünmesinler ama bu adamlar da zaten çok sofistike adamlar değiller yani. Günün sonunda müteahhit adamlar ve tam da böyle düşündüklerini artık ispatlayabilecek onlarca örnek oluştu. Dolayısıyla da ihale edeceği ülkelerin politikalarını birbirleriyle çatıştırmayacak, çatışmasını engelleyecek bir pozisyonun ötesinde şey almıyorlar. Bakın, İran Savaşı bunun en önemli örneğiydi. İran'la pazar günü müzakere masasına oturacakken Washington, İsrail cuma günü İran'ı bombaladı. Yani tekrar ediyorum, bir kez ihaleyi verdikten sonra artık Amerika ondan sonra bu aktörlerin politikalarına… Bakın Türkiye'yi de… Esad düştüğünde Trump ne dedi? ‘‘Aferin. Erdoğan becerdi.’’ dedi. Yani demek ki, ‘‘Benim başımı çok ağrıtma da senin yapabileceğin bir şey varsa yap.’’ Yaptıktan sonra da ‘‘aferin’’ o kadar. Şimdi dolayısıyla da söylemek istediğim şu; bu adamın bu kadar hoyrat ya da bu adamın bu pozisyonda olabilmesi kendi başına bile aslında Amerika'nın değil bir Suriye, Ortadoğu projesinin olmamasının, ciddiye almamasının bana göre bir göstergesi ve bu hâliyle de dediğim gibi Amerika'nın Ortadoğu'da ya da Suriye'de ne yapıp edeceklerini biz Amerika'ya yakın müttefikler olan Körfez'in, İsrail'in, en azından ben Türkiye'nin ne yapmak istediğine bakarak bundan sonra ya da zaten uzun zamandır yorumlayacağım dedim. İkincisi ise şu, bu artık bugün faş olmuş durumda. Bakın Suriye ölçeğinde, Suriye'de zaten Amerika dediğimiz CENTCOM'du. Yani ne Amerikan Dışişleri Bakanlığı ne Beyaz Saray bugüne kadar SDG'yi ya da Rojava yönetimini muhatap almadı. Amerika'yla iş birliği denilen şey Suriye sahasında, Pentagon yani Savunma Bakanlığı'ylaydı. O Savunma Bakanlığı ki en son Trump İran-İsrail Savaşı sırasında ‘‘Ben adını Savunma Bakanlığı değil Savaş Bakanlığı koyacağım’’ dedi. Bunu niye örnek veriyorum? Çünkü Amerika'nın kendi içindeki dönüşümde ya da Trump dönemiyle birlikteki yıkımda zaten müesses nizam — bunu Pentagon diye adresleyebiliriz kestirmeden — ve Trump'ın adamları arasında bir güç çekişmesi var. En son tahlilde herkes bugünlerde 10 Mart anlaşmasına referans veriyor, Şam'la Kamışlı arasında yapılan. Çünkü entegrasyonu taahhüt eden, her iki tarafın da bir entegrasyona taahhüt altına girdiği anlaşma o 10 Mart anlaşması. O 10 Mart anlaşmasını yaptıran, onun arabuluculuğunu yapan, her iki tarafı masaya oturtan CENTCOM'du, Pentagon'du. Bunun niye altını çiziyorum? Çünkü Tom Barrack öyle anlaşılıyor ki o göreve geldiği ilk dönemde Trump zaten sahada Pentagon'un ve spesifik olarak CENTCOM'un otorite alanı olan sahaya çok dokunmamıştı, çok ilgilenmemişti. En son tahlilde Başkan’ın adamları Tom Barrack eliyle, Witkoff eliyle Ortadoğu'ya Başkan’ın politikalarını işte o biraz önce tarif etmeye çalıştığım, benim anladığım kadarıyla müteahhitlik perspektifiyle ya da ‘‘bizim adamlar, sevdiğim dostlar, sen ben, bizim oğlan’’ — çok amiyane tabirle oldu ama — mantığına, çerçevesine oturttuktan sonra Rojava'daki, Suriye'deki Amerikan pozisyonunda biz bir şey gördük, hani böyle bir makas değişikliği gördük. O günden sonra Tom Barrack'ın pozisyonu işte en başta söylediğim gibi bir Amerikan pozisyonu zaten yani bana kalırsa bir Amerikan pozisyonu, net bir stratejisi, bir grand strateji dedikleri bir projesi, Ortadoğu'ya dair bir projesi olmadığı için müttefikleriyle birlikte çalışma, uyumlanma hâlinde Tom Barrack’ın Türkiye ile, Türkiye Ankara Büyükelçisi'nin Suriye Özel Temsilcisi seçilmesi de zaten Suriye'de Amerika'nın Türkiye ile bir Türkiye üzerinden olacağını çoktan faş etmişti. Dolayısıyla da ortada ne esrarengiz ne de sürpriz bir şey olduğunu düşünüyorum. Ama sadece aktörlerin pozisyonlarını ve niyetlerini anlama konusunda bir çabaya giriştiğinde bunları söyleyebiliyorum. Bunların olabilirliği, yapılabilirliği ayrı bir tartışma konusu. Ama onu da başka bir zaman konuşuruz.

Ruşen Çakır: Onu da başka yayınlara saklayalım. Çok teşekkürler Arzu.
Arzu Yılmaz: Rica ederim.

Ruşen Çakır: Gerçekten çok kapsamlı değerlendirmeler yaptın. Çok teşekkür ediyoruz.
Arzu Yılmaz: Ben teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Birazdan Cengiz Çandar'la seninle bıraktığımız yerden Suriye'yi konuşacağız. Bakalım 10 Mart meselesi, söylediğin açı çok önemli. CENTCOM'un kotardığıyla yeni gelenlerin yapmaya çalıştığı arasındaki farkların doğurduğu gerilimler.
Arzu Yılmaz: Şu net, bakın ben şöyle okudum. Cengiz Çandar'la bunu konuşma imkanım olmadı ama siz sorarsanız sevinirim. Çünkü federasyon falan yok. Bu açıkça 10 Mart çerçevesinde Amerika'nın koyduğu pozisyonun tam tersi ve ben işin açıkçası bunu, birbirlerine rajon keserlerken arada Kürtleri harcadılar diye düşündüm. Yani orada çünkü geriye dönüp Suriye'nin tarihi yazıldığı zaman, biraz fazla iddialı olacak ama, Amerika'nın içerideki güç mücadelesinin yansımalarının bugün Suriye sahasından ya da Pentagon, Beyaz Saray dış ilişkiler çekişmesinin bir yansımasının Suriye olduğunun pekâlâ yazılabileceğini düşünüyorum. Çünkü dediğim gibi, o 10 Mart'ın özü federasyonken ve buna bir angajman ortaya konmuşken o federasyon filan yok. Kürtlerden çok aslında kendi içlerindeki güç mücadelesinin bir tezahürü diye ben okudum. Yanılıyor olabilirim, ama dediğim gibi artık bu konudaki gözlemlerim birçok olayla somutlaşınca paylaşmakta bir beis görmedim.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Arzu tekrar.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
10.08.2025 Çanlar Fethullahçılar için çalıyor
10.08.2025 Berrin Sönmez’in kişisel başörtüsü protestosunun toplumsal anlamı
09.08.2025 Bugün Gazze için ne yaptın?
08.08.2025 Özgür Özel iktidarın surlarında gedikler açmaya çalışıyor
07.08.2025 Öcalan’ın istediği “Demokratik Suriye Birliği” ne derece gerçekçi?
06.08.2025 Kürtlerin onuru, Türklerin gururu
05.08.2025 Bereket üniversite diplomam yok!
05.08.2025 Merdan Yanardağ ''Ülkemizin uçurumdan yuvarlanmasına izin vermeyeceğiz'' bildirisini neden imzaladığını anlatıyor
04.08.2025 Orhan Bursalı değerlendirdi: CHP komisyonda ne yapmalı?
04.08.2025 CHP şaşırtmaya devam ediyor
10.08.2025 Çanlar Fethullahçılar için çalıyor
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı