Transatlantik: İsrail’den Hizbullah’a siber saldırı - Trump’a ikinci sûikast girişimi - ABD Irak’tan çekiliyor

18.09.2024 medyascope.tv

18 Eylül 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Transatlantik’i yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız. Washington’da Gönül Tol ve Ömer Taşpınar ile dünyayı konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba.
Gönül Tol-Ömer Taşpınar: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Gönül, geçen hafta, çalıştığın kurum sana son anda toplantı yaratınca senden mahrum kalmıştık. Onun için seninle başlayalım. Lübnan’ı konuşalım. Aslında sâdece Lübnan değil, Suriye’yi de konuşacağız. Görmüşsünüzdür, biraz önce Beyrut’un güneyinde de bir patlama oldu. Çok ciddî kayıplar olduğu söyleniyor. Ama dünyanın aklı bu çağrı cihazlarında ve çok sayıda yaralı var, ölü sayısı her geçen gün artıyor. Hattâ İran Büyükelçisi bile yaralanmış. Bu çok acâyip bir olay. Tabiî burada birçok şey var. “Bu nasıl oldu? Hâlâ çağrı cihazı mı kullanılıyor?” gibi işin birçok boyutu var. Bu olay, zâten diken üstündeki bölgeyi iyice tırmandırıyor.
Burada tabiî şöyle de bir şey var: Çağrı cihazlarının eşzamanlı olarak patlatılması, Hizbullah üyelerinin bir kampta bir arada oldukları bir zamanda olmuyor. Kimisi alışveriş yaparken, kimisi âilesiyle yemek yerken, kimisi sokakta yürürken meydana geliyor ve çok sayıda sivile doğrudan zarar veren acâyip bir terör eylemi. Bu konuda ne diyorsun Gönül? İnsanlar, “Çağrı cihazları patlatılıyorsa, cep telefonları ve bilgisayarlarla neler olur?” diye ayrı bir endîşeye kapıldı.
Gönül Tol: Evet Ruşen. Aslında İsrail savaş suçu işlemeye devam ediyor. Çünkü bu patlamada iki de çocuk öldü. Galiba 12 kişi öldü, bunlardan ikisi çocuk ve binlerce de yaralı var. Biraz önce, “Çağrı cihazı mı kaldı?” diye bir tartışma olduğunu söyledin ya; Hizbullah, 7 Ekim saldırısından sonra bir karar aldı ve akıllı telefonların İsrail tarafından hem Hizbullah üyelerinin nerede olduğunu tespiti için hem de bu tür saldırılarda daha kolaylıkla kullanılabileceğini düşündüğü için, üyelerine, iletişim için, daha düşük bir teknoloji olan çağrı cihazına geçmelerini telkin etti. Bunu daha güvenli görüyorlardı. Aslında İsrail’in yaptığı, çok sofistike bir planlamayı gerektiren, kendi açısından başarılı bir saldırı. Tayvanlı bir şirketin yaptığı bir cihaz olduğu anlaşılıyor. Fakat dün bu Tayvanlı şirket, “Bu cihazları, lisans hakkı verdiğimiz Macaristan Budapeşte’de bir şirket yaptı” açıklamasını yaptı. Anlaşılan o ki İsrail, tedârik sürecinin bir aşamasında olaya müdâhil oluyor ve cihazın bataryasının yanına patlayıcı madde yerleştiriyor. Bu patlayıcı madde bir sinyalle aktive ediliyor, Hizbullah üyelerine bir mesaj geliyor ve mesajın ardından bu cihazlar patlıyor. Aslında dediğim gibi çok sofistike.
Şimdi burada bir sürü soru var. Aslında İran bu tür şeyleri Hizbullah için tedârik ediyor. Aylar evvel 3000 kadar cihaz sipariş edildiği söyleniyor. Yani cihazlar kısa bir süredir ellerinde; ama bugüne kadar bataryanın yanına yerleştirilmiş patlayıcı madde fark edilmemiş. Ama burada sorulması gereken, bu, Hizbullah açısından bir istihbârat zâfiyeti mi, yoksa İran açısından mı? Çünkü cihazlar doğrudan Hizbullah’a değil, İran’dan Hizbullah’a gitmiş olabilir. İsrail’in Tahran’da yaptığı son saldırıyı da düşündüğümüzde, bu, akıllara, İran rejiminin iletişim ağına sızmış İsrail istihbârâtının bir yapılanması olduğunu akla getiriyor. Bana düşündürdüğü şeylerden bir tânesi de şu: İsrail açısından, Hizbullah gibi bir örgütün iletişim ağına sızmış olmak çok kullanışlı bir şey. Aslında bunu kullanmaya devam edebilir ve çok da kıymetli istihbârat toplayabilirdi. Fakat bu saldırıyı yaparak aslında ifşâ etmiş oldu.
İsrail bu saldırıyla ne kazandı? İkisi çocuk, 12 sivil Hizbullah üyesini öldürdü. Operasyonel açıdan, bu çok büyük sonuçlar doğuracak bir şey değil. Tamam, binlercesi yaralandı; ama binlerce Hizbullah üyesi ölmüş değil. Fakat yine de bu, Hizbullah’ın operasyonel kapasitesini çok ciddî sekteye uğratacak bir operasyon değil bence. O yüzden ben bunun belki de bir sonraki adımın habercisi olduğunu düşündüm. İsrail açısından bir sonraki adım, belki Güney Lübnan’ı işgal etmek ve savaşı büyütmek. Bir başka açıklaması daha olabilir. O da neden şimdi patlatıldı ve İsrail bu kadar değerli bir istihbârat aracından neden vazgeçti? Belki de Hizbullah’ın önemli bir İsrail hedefine düzenlemeyi planladığı bir operasyon vardı ve İsrail bunu haber aldı. Onu durdurmak için bu operasyonu gerçekleştirdi. Bir başka açıklama, Hizbullah bu cihazlardaki patlayıcıyı fark etti ve İsrail bu planı hayâta geçirmek zorunda kaldı.
Bu üç açıklamadan aklıma en yatan, belki de Netanyahu’nun bir sonraki adımı planladığı ve o bir sonraki adım da Güney Lübnan’ın işgal edilmesi. Netanyahu hükûmeti içerisinde son haftalardaki tartışmalara baktığımızda da aslında bu mantığı destekler emâreler görüyorum. Meselâ İsrail savunma yetkilileri saldırının olduğu gün şu açıklamayı yapıyor: Hatırlarsak, İsrail’in Gazze operasyonuyla belirlediği amaç neydi? İsrail, “Hamas’ı hem askerî hem siyâsî bir oluşum olarak tamâmen kazıyıncaya kadar bu savaş devam edecek” diyordu. Saldırının olduğu günün ertesi, savaş planına şöyle bir amaç daha ekledi İsrail: “Kuzey İsrail’de, Hizbullah’ın saldırıları nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalan 60 bin İsrailli’nin evlerine geri dönmesi de bizim artık amacımız”. Dolayısıyla savaşın amacı genişletilmiş oldu. Bu da bana şunu düşündürüyor: 60 bin insan yerinden edildi. O 60 bin insan Netanyahu’nun radikal tabanı ve onları memnun etmek istiyor; onların evine dönmesini sağlamak Netanyahu’nun önceliği. Ama bu konuda Savunma Bakanı Gallant’la ayrışıyorlar. Savunma Bakanı Gallant, bir an evvel Gazze’de savaşın bitirilmesi ve bir ateşkese varılması gerektiğini düşünüyor. Netanyahu savaşı genişletmek istiyor. Hattâ son günlerde Gallant, Netanyahu tarafından görevden alınacak gibi söylentiler var. Bütün bunlar bana şunu düşündürüyor: Netanyahu radikalleşmeye devam ediyor, savaşın alanını genişletmeye çalışıyor. İsrail eğer Güney Lübnan’ı işgal ederse, Netanyahu’nun istediği, murat ettiği şey olmayacak. O 60 bin insan geri dönebilecek mi bunun sonucunda? Hayır. Siz işgal ettiğinizde Hizbullah’tan karşı tepki gelecek ve o bölge çok daha istikrarsız hâle gelecek, bu insanlar da dönemeyecek. Fakat Netanyahu açısından hep söylediğimiz şey bu: Savaşın alanı, sınırı ne kadar genişlerse, Netanyahu koltuğunu o kadar sağlam görüyor. O nedenle mümkün olduğunca uzatmaya çalışıyor. Ben Hizbullah’ın çağrı cihazlarına yapılan saldırıyı, gelmekte olan yeni aşamanın habercisi olarak görüyorum.

Ruşen Çakır: Ömer, demin yeni saldırılar olduğundan bahsettim ve bunun da aynı şekilde olup olmadığı henüz belli değil. Ama bir saldırının, öldürülen bir Hizbullah militanının cenâzesine yakın bir yerde olduğu söyleniyor. Çok sayıda saldırı var; ama yine çağrı cihazları üzerinden mi yapıldı belli değil. Hizbullah İsrail’in en önemli düşmanlarından biri ve İran destekli olduğunu biliyoruz. İsrail bu saldırıyla Hizbullah’ı bayağı küçük düşürdü. Gönül’ün de dediği gibi, hakîkaten çok büyük bir istihbârat zaafı yaşanıyor. İsrail, çağrı cihazlarının tedârik süreçlerine bir yerlerde müdâhil olmuş ve anlaşılan Hizbullah’ın her şeyini biliyor. Hattâ önde gelen yöneticileri cep telefonu üzerinden tespit edilip öldürüldüğü için, Hizbullah’ın cep telefonu kullanmadığını söyledik. İletişimi çağrı cihazlarıyla sağlıyor; ama bu yöntemle çok daha büyük bir fatura kesildi. Sanki İsrail Hizbullah’ı bir şeylere tahrik ediyor, değil mi? Meselâ hâlâ İran’dan Haniye sûikastının cevâbını bekliyoruz, gelmedi. Şimdi üstüne bu da eklendi — ki İsrail, Haniye’den bir gün önce Hizbullah’ın çok önemli bir komutanını da öldürmüştü. İsrail âdeta gel gel yapıyor sanki. Ne dersin?
Ömer Taşpınar: Fuat Şükr’ün öldürülmesi ve İsmail Haniye’nin Tahran’da öldürülmesi de İran’ı küçük düşüren ve İran istihbârâtının başarılı olmadığını gösteren bir durumdu. Gerek Hizbullah olsun gerek İran olsun, bunların İsrail istihbârâtı MOSSAD tarafından penetre edildikleri, bir şekilde müthiş zaaf içinde oldukları ortada. İsrail’in teknolojik üstünlüğü ortada. Bu çağrı cihazlarının içine bir şekilde küçük patlayıcı konması, bunların devreye sokulması, hem lojistik hem de teknolojik olarak çok zor işler. Hizbullah’ın ve İran’ın içinde köstebekleri olduğu kesin gibi gözüküyor bana. Sonuçta Netanyahu’nun uzun dönemdeki büyük stratejisi, bu savaşı bir an evvel tırmandırmak ve provoke etmekse, bunu Amerikan seçimlerinden önce yapmayı da düşünebilir; çünkü bunu yaptığı takdirde, bu fatura Amerika’nın başındaki iktidâra yazılacak. Böylece Trump yine rahatlıkla, “İşte bak, Ortadoğu ne durumda görüyorsunuz” diyebilecek. Bu açılardan baktığımızda, aslında Netanyahu’nun oyun planı, İran’ı ve Hizbullah’ı bir süredir provoke etmek üzerine kuruluydu ve İran bu tuzağa düşmüyordu, Hizbullah da tam olarak düşmedi. Dosyaları kapatmaya çalışıyorlar; ama kapatamayacakları bir yere getiriyor. Bu küçük bir saldırı değil. 5000 kişiye yakın yaralı varsa, bunların önemli bir kısmı tekrar toparlanmayacak, cepheye dönemeyecek kadar ciddî yaralı. Hizbullah’ın çağrı cihazı İran büyükelçisinin de elinde. Onun bir gözünü kaybettiği ve bir elinin de koptuğu söylentisi var. Bu, bir büyükelçi seviyesinde bu kadar zarar yaratıyor. Şu anda orta kademe Hizbullah kadrolarının vurulması söz konusu. Orta kademe Hizbullah kadrolarının iletişim ağlarının vurulmasından çok, kendilerinin vurulması ve bu insanların bir şekilde savaşamayacak hâle gelmesi var.
Aslında bu lojistik bir operasyonel başarı. İsrail bir saldırıya geçecekse –ki bence geçmeye hazırlanıyor– bunun sinyallerini Netanyahu ile sorunlu olan Gallant salı günü verdi. Gallant, salı günü Biden’ın Ortadoğu temsilcisi Amos Hochstein ile görüştüğünde şunu söyledi: “Hizbullah’la aramızda bir diplomatik kanal var ve bu kanal artık işlemiyor. Hizbullah, sınırda bizim istediğimiz yere çekilmiyor. Biz 60 bin vatandaşımızı Kuzey İsrail’e tekrar yerleştirmek istiyoruz. Bu insanlar Hizbullah roket attığı için oradan çıktılar. Biz buraya bu insanları ancak Hizbullah’la savaşarak yerleştirebileceğimize karar verdik, artık diplomasi çöktü” dedi. Bu mesajı salı günü verdi, çarşamba günü de bu saldırı oldu ve bugün hâlâ devam ediyor. Buradan tırmanabilir. “Hizbullah ne cevap verecek?” “Hizbullah rezil oldu”dan çok, şu anda İsrail Hizbullah’ı bir köşeye sıkıştırmış durumda ve Hizbullah ne yapacağını şaşırmış durumda gibi gözüküyor. İsrail daha da ciddî saldırılarla Güney Lübnan, Beyrut’un merkezindeki bombalamalarla Hizbullah’ı artık bir can havli içinde roketlere sarılmaya ve roket fırlatmaya provoke etmek istiyor bence. Hizbullah İsrail’e roketleri yağdırmaya başlarsa, zâten İsrail’in belirli bir savunma kalkanı var, ama önemli olan, diyelim ki içeride bazı zâyiatlar verdi, Tel Aviv’de havaalanını veya bir askerî üssü vurmayı başardı; bu, Netanyahu’nun ve İsrail ordusunun Lübnan’a topyekûn bir savaş açması ve Netanyahu’nun cepheyi büyütüp savaşı Hizbullah’a taşıması için kendisine meşrûiyet kazandırır. “Biz sonuçta bu gelen roketlere karşı cevap veriyoruz, Hizbullah bir misilleme içine girdi, biz bu misillemeye karşı artık savaştayız” diyecek.
Bence bu savaşın Amerika’ya faturası, Biden’ın dış politikada Ukrayna sonrasında burada da çok büyük bir başarısızlık içinde olması. Daha önemlisi, eğer petrol fiyatlarına yansırsa –ki yansıyabilir–, “İran ne yapacak? Bölge savaşı mı çıkıyor? Dünya savaşı mı çıkıyor?” gibi spekülasyonlarla piyasaların etkilenmesi. Bunlar tam ekim ayına giderken, bir ekim sürpriziyle Kamala Harris’in seçimi kazanmasını zorlaştırabilir. Netanyahu’nun bir amacı da Trump’ın kazanması. Gayet net bir şekilde bunu istiyor. Harris gelirse Harris’in politikalarının Filistinlileri birazcık daha kollayıcı olacağını düşünüyor. Harris yönetimi İsrail’e askerî yardım konusunda bâzı şartlar getirebilir. Bütün bunlar yerine Trump’ın gelmesini tercih edecektir. Bu nedenle, Netanyahu’nun bir gözü de Amerikan seçimlerinde.

Ruşen Çakır: Son haberler bu sefer telsizlerin patladığı yolunda. Dört kişinin cenâzesi kalkarken, Hizbullah’ın telsizlerinin birçok yerde patladığı söyleniyor. Dün çağrı cihazları, bugün telsizler diye devam ediyorsa, bu gerçekten çok acâyip bir şey.
Ömer Taşpınar: Hizbullah’ın lojistik ve iletişim olarak temas kurmasını engelliyor artık; bunun cephede bir karşılığı olacak. Sonuçta bu insanlar aynı zamanda Hizbullah’ın orta kademesi. Ne yapacaklar bunlar? Sonuçta Hasan Nasrallah bu hengâme içinde eğer kendisi hedef alınmazsa, kendisi ölmezse, dayanamayıp bir yerde bir şekilde düğmeye basmak zorunda kalacak. Düğmeye bastığı zaman da İran’ın ve Hizbullah’ın, demin bahsettiğim nedenlerle, yani “Netanyahu bu savaşı istiyor ve bu bir tuzak” analizleri suya düşecek. Amerika’nın verdiği tepkiden de bahsedeyim hemen. Biden yönetimi, “Biz bu işin arkasında değiliz” dedi.
Gönül Tol: “Bilmiyorduk, önceden haberimiz yoktu” dedi.
Ömer Taşpınar: Evet, çünkü Türkiye dâhil bütün dünya, “Bu işi MOSSAD, İsrail yapıyorsa, Amerika bu bilgiyi verdiği içindir. Hattâ Amerikan parmağıdır” diyor. “Biz burada yokuz, biz bunun içinde değiliz” dedi. Tam aksine buradan tırmanma riski olduğu için de sanki Hizbullah bir şey yapmış gibi, “İki tarafı da sâkin olmaya ve tırmandırmamaya çağırıyoruz” diyor. Amerika bir çâresizlik içinde. Şunu söylemeye çalışıyorum: Bu, Amerika’nın, en azından Biden yönetiminin istediği bir tırmanma ve bir savaş değil.
Gönül Tol: Her şeyden önce Kamala Harris’e zarar verecek. Baştan beri Amerika’nın yapmaya çalıştığı şey o. 7 Ekim’den bu yana mümkün olduğu kadar bu mesele kapansın diye uğraşıyor.
Ömer Taşpınar: Bütün bunlar kimin hoşuna gidiyordur? Tabiî ki şu anda iki sûikast girişimiyle karşı karşıya kalmış Trump’ın. Trump açısından bütün bunlar olumlu gelişmeler.
Gönül Tol: MOSSAD’ın, İsrail’in 7 Ekim’den îtibâren ne kadar büyük bir istihbârat zâfiyeti içerisinde olduğu söylenmişti. “Nasıl olur da Amerikan istihbârâtı 7 Ekim gibi bir saldırıyı öngöremez?” diye hep konuşuluyordu. Aslında bu art arda yapılan saldırılar ve bu son çağrı cihazı ve telsiz patlamalarıyla, MOSSAD, 7 Ekim’le zarar gören imajını yeniden inşâ etmeye çalışıyor ve “Sizin içinize, cebinize kadar girebilirim” mesajı vermeye çalışıyor. Ömer’in dediği şey, bunun sâhada Hizbullah açısından sonuçları olacak. Evet, bir iletişim ağını yeniden inşâ etmeleri gerekiyor. Bu arada sâdece Hizbullah değil, Yemen’de Husiler’den tutun, İran’ın direniş ağındaki her aktör bunu yeniden düşünmek zorunda kalacak. Ama yine de bu, operasyonel olarak Hizbullah’ın kapasitesinin altını oyacak bir şey yaratmayacak gibi geliyor bana.

Ruşen Çakır: Evet, bu olayı daha konuşacağa benziyoruz. Şimdi ne zamandır pek konuşmadığımız Irak konusuna geçelim. Amerika Birleşik Devletleri Irak’a vedâ ediyor, değil mi? 11 Eylül’ü mîlât olarak alırsak, 23 yıllık –belki daha öncesi de var tabiî– uçuşa yasak bölge vs. var; ama 25 yıllık varlıktan sonra çekilecek. Zâten bayağı bir azaltmıştı. Ama şunu merak ediyorum: Amerika Birleşik Devletleri’nin bu çekilmesi Afganistan’daki kadar büyük bir fiyasko olmasa da, bayağı bir başarısızlığın îlânı, değil mi? Çünkü orada ABD’nin istediği bir yönetim yok, istediği bir Irak yok, beklediği ve vaat ettiği Irak’ın çok uzağında bir yerde ve bir anlamda, “Ne haliniz varsa görün” yapıyor galiba, öyle değil mi?
Gönül Tol: Evet, Irak’a istikrar gelecekti, öyle değil mi? Hattâ Bush’un deyimiyle, Amerikan ordusu çiçeklerle karşılanacaktı — olmadı. Irak, istikrarlı olmaktan; kurumların çalıştığı, güvenli bir ülke olmaktan çok uzak. Henüz anons edilmedi, ama hem Amerikan tarafı hem Irak tarafı, bir süredir devam eden çekilme müzâkerelerinde artık nihâî noktaya gelindiğini söylüyor. Şu anda 2500 Amerikan askeri var Irak’ta. 2025 yılının Eylül ayında bunların büyük bir kısmı çekilecek. Bir kısım asker hâlâ Kürt bölgesinde Erbil’de kalacak; o askerler de 2026 sonunda çekilecek.
Irak Başbakanı Sûdânî açısından bence zor bir durum. Bunu talep eden ve isteyen taraf Irak’tı. Çünkü Pentagon, orada koalisyon askerlerinin bulunması gerektiğini düşünüyordu. Hattâ birkaç hafta evvel Pentagon, hiç alışılmadık bir şekilde sosyal medya hesabından, “IŞİD hızla yükseliyor, güç kazanıyor ve bu hem bölge ülkeleri için çok varoluşsal bir tehdit hem de bizim için” demişti. Ben bunu şöyle okumuştum: Çekilme müzâkerelerinde aslında Pentagon nerede durduğunu göstermiş oldu. Bunu isteyen Amerikan tarafıydı. Medyaya sızan Amerikan istihbârat raporlarına baktığınızda, IŞİD’in yükselişini ciddî bir tehdit olarak görüyorlar. Sâdece bölgeyi tehdit eden değil, aynı zamanda meselâ Afrika işin içine giriyor. Afrika’nın terörizm üreten bir yer olarak yeni Ortadoğu olmasından endîşe ediyor. Bu, Amerikan tarafının istediği bir şey değildi ve uzun zaman bunun müzâkeresi yapıldı. Fakat Sûdânî, yani Irak tarafının üzerinde ciddî bir baskı, her şeyden önce toplumsal ve siyâsî baskı var. Çünkü özellikle 7 Ekim’le birlikte oluşan yeni bir konjonktür var. O da nedir? 7 Ekim’le birlikte, İran’ın başını çektiği direniş ekseni Amerika’ya saldırmak için Suriye’yi ve Irak’ı kullanıyor. Irak 7 Ekim’den îtibâren daha da istikrarsızlaşan bir yer hâline geldi. Kim Amerika’yla hesabını görmek istiyorsa, bunu Irak’ta görüyor. Bu da Sûdânî’nin siyâsî gündemini gerçekleştirmesine ciddî bir tehdit arz ediyor. Sûdânî, “Irak güvenli bir yerdir, her şeyden önce yatırım için güvenli bir yerdir. Biz sınırları içerisinde güvenliği tesis edebilen bir hükûmetiz. Irak artık kendi ayakları üzerinde durabilen bir ülke ve bir aktördür” mesajını vermek istiyor. İç siyâsette de bu mesajı veriyor, bölgeye de bu mesajı vermek istiyor.
Yeniden hatırlayalım: Irak Kalkınma Yolu, Erdoğan’ın çok heves ettiği bir proje. Ben hâlâ gerçekçi olduğunu düşünmüyorum, ama Sûdânî için de bu önemli. Yatırım çekmek için de bu mesajı vermek gerekiyor. Irak Kalkınma Yolu korkunç yüksek bütçeli bir proje. Körfez ülkelerinden buna yatırım çekebilmek için, Irak’ın, “Biz PKK meselesini hallettik, güvenlik meselesini de hallediyoruz” demesi gerekiyor. Meselâ Türkiye ile imzâladığı anlaşmada, “Türkiye ile bir ortak merkez kuracağız ve PKK’ya karşı birlikte mücâdele edeceğiz” diyor. Bunun altında da şu yatıyor: “Bizim, Türkiye’nin gelip PKK meselesini bizim için halletmesine ihtiyacımız yok, biz kendimiz bunu hallediyoruz. Bir NATO ülkesi de yardım ediyor. Dolayısıyla biz artık güvenliği sağlayan, istikrarlı bir ülkeyiz, Irak’a yatırım yapılabilir” mesajını veriyor. Amerika’nın çekilmesini biraz da bu zâviyeden görmek gerekiyor.
Son olarak şunu söyleyeyim: Bence Türkiye açısından nasıl sonuçlar doğuracağını iyi düşünmek gerekiyor. Amerika’nın Irak’tan çekilmesi, Suriye’den de çekilmesi anlamına geliyor. Türkiye uzun zaman Amerika’nın Suriye’den ve Irak’tan çekilmesini, kendi ulusal güvenliğine ve çıkarlarına hizmet edecek bir gelişme olarak gördü. Ben bundan çok emin değilim. Evet, Suriye’den çekilmesi, Türkiye ve Amerika arasındaki YPG meselesinin hallolmasına sebep olacak. Bu arada Amerikan Dışişleri Bakanlığı bir süredir YPG’ye, “Rejimle anlaş, IŞİD’le mücâdelede rejimle çalış” mesajı veriyor. İşte bu da çekilmenin ön hazırlıkları diyelim. Irak’tan da çekilen bir Amerika bana şunu düşündürüyor: Hakîkaten IŞİD ciddî ve yükselen bir tehdit. Irak bununla mücâdele edebilecek mi? Eğer edemezse, Irak yeniden istikrarsızlığın içine girerse, bu, Türkiye’nin çıkarlarına da hizmet edecek bir şey değil. Çünkü istikrarsız bir Irak, Türkiye’ye hem güvenlik açısından hem ekonomik olarak hem enerji işbirliği açısından bir risk arz ediyor. İstikrarsız bir Irak, aynı zamanda İran’ın çok güçlendiği bir Irak anlamına geliyor. Bu da Türkiye açısından istenilebilir bir tablo değil. Suriye de benzer şekilde. Eğer Amerika çekilirse, rejim ve PYD/YPG nasıl bir angajmana gidecek? Ben her zaman Esad rejiminin YPG’yi Türkiye’ye karşı kullanmak için elinin altında bulundurmak istediğine inanıyorum.

Ruşen Çakır: Ömer, hatırlarsan, benim de Washington’da olduğum zamanlarda, Amerika’nın Irak’taki varlığı öteden beri hep esas olarak Kürtler’i himâye etmek gibi algılandı, öyle değil mi? Amerika’nın oradaki en büyük stratejik ortağı Kürtler’di. Amerika’nın Irak'ı işgalinde de en büyük desteği veren grupların başında Kürtler geliyordu. Şimdi böyle bir çekilme… Zâten Kürdistan Özerk Yönetimi bölgesinde, Talabani ve Barzani arasındaki sorunlar, çok ciddî yolsuzluk iddiaları, ekonomik sorunlar gibi bir yığın sorun var biliyorsun. Her ne kadar Bağdat’la ilişkileri sanki biraz yoluna konmuş gibi gözükse de, Kürtler çok güçlü değiller ya da Amerika’nın arzu ettiği gibi bu fırsatı çok değerlendiremediler sanki. Amerika Birleşik Devletleri oradan çekildikten sonra Kürtler iyice zor bir durumda kalmayacaklar mı? Ne dersin?
Ömer Taşpınar: Şöyle bir denklem kurmak mümkün: Amerika’nın Irak’tan çıkmasını en çok kim istiyor? Bana göre çok basit: İran istiyor. İran’a yakın siyâsetçiler ve Irak’taki İran’a yakın milisler istiyor. Kürtler istemiyor. Senin burada olduğun dönem 2005-2006’ydı. Kürtler 2008 seçiminde John Mc Cain kazansın diye duâ ediyorlardı. Çünkü Barack Obama, Irak’tan çıkma konusunda gayet ciddî gözüküyordu. Barack Obama kazandıktan sonra, “Amerika Irak’tan çıkacak” dendi, ciddî bir süreç içinde de çıkabildiği kadar çıktı. Sonra Amerika geri gelmek zorunda kaldı ve Obama bu geri dönüşü kabul etmek zorunda kaldı. Niye? Çünkü işin içine IŞİD girdi. IŞİD’le mücâdele adına Amerika geri gelmek zorunda kaldı. “Amerika’nın çıktığı bir Irak, güvenli bir Irak hâline gelecek” mesajı bölge için de çok anlamlı değil. Bu, İran’ın bir zaferi olarak gözükecek.
Benim görebildiğim kadarıyla, Sûdânî, bir önceki uzun dönem iktidarda kalan Irak Başbakanı Mâlikî’ye göre İran’a daha mesâfeli durmaya çalışan biri. Sûdânî kendi manevra alanını hem Amerika’yla hem İran’la ilişkileri bir dengede tutarak kurmaya çalışıyordu. Belki Amerikalılar’a verdiği gizli mesaj, “Çıkma konusunda o kadar da çabuk davranmayın. Evet, baskı var, ama ben sizin burada kalmanızı tercih ederim” yönünde bir mesajdı. Benim görebildiğim kadarıyla Amerika açısından yapılan stratejik hesaplarda, Amerika, özellikle Pentagon, iki nedenle Irak’tan çıkmak istemiyor. Biri, oradaki 2500 askeri hâlâ İran’ı dengeleyici bir güç olarak görüyorlar ve İran milislerine karşı aslında ciddî saldırılara mâruz kalıyorlarsa da orada Amerika’nın asker tutmasının hem sembolik hem askerî mesaj anlamı var. İkincisi de, IŞİD konusunda Gönül’ün söyledikleri. IŞİD henüz bitmedi ve IŞİD’le mücâdelede orada bir güç olması önemli. Tabiî bunun Suriye boyutu da var. Suriye’deki varlığı da bütünüyle İŞİD bağlantılı. Ama bunu Türk kamuoyuna kabul ettirmek imkânsız. Türk kamuoyunun gözünde olay, Amerika’nın orada bir Kürt devleti kurmak istediği yönünde.
Peki, şimdi Amerika buradan çıkacak mı? Ben daha önce de bu diplomatik süreçlerin yaşandığını gördüm. Amerika, Irak’tan çıkması konusunda hep baskı altında. Genelde Parlamento’dan ve Irak Meclisi’nden böyle baskılar geliyor. Bu arada, Irak’ta bir meclis olması, Irak’ta siyâsî partilerin olması, Irak’ta seçimlerin yapılıyor olması, Amerika’daki neo- konservatifler açısından Irak Savaşı’nın getirdiği en azından pozitif bir meyve. Yani “Bu ülke artık bir diktatörlükle yönetilmiyor” diyorlar. Ben bunu en son, artık çok yaşlanmış olan Paul Wolfowitz’ten duymuştum. Tabiî ki bir başarısızlık söz konusu, ama “Saddam altında kalan bir Irak mı daha iyi olurdu, Irak’ın bugün geldiği nokta mı?” dendiğinde, tabiî arada iç savaş ve yüz binlerce ölü var; ama Amerika açısından da kaybedilmiş trilyonlar var; Amerika da 5000’e yakın asker kaybetti. Bir hezîmet söz konusu. Bu konuyla ilgili çıkan kitaplardan en çok satanın adı “Fiyasko”. Kimse Amerika’da bunu büyük bir başarı olarak görmüyor. Fakat bir entelektüel olarak uzun dönemli değerlendirildiğinde, bugün Irak’ta seçimler yapılıyorsa, Şiîler iktidâra gelebiliyorsa, Irak’ta iyi kötü işleyen, belki Türkiye’dekinden bile daha özgür bir medya varsa, burada bunların neden ortaya çıktığı konusunda da bir düşünmek lâzım.
Konuya geri dönecek olursak: Amerika bu işlere girecek mi, kabul edecek mi? Meselâ Pentagon, Trump “Suriye’den çıkıyoruz” dediğinde ne yaptı? “Tamam, efendim” dedi; ama yavaşa aldı ve çıkmamak için elinden geleni yaptı. Burada da Pentagon çıkmamak için elinden geleni yapacak gibi geliyor bana. 100 eğitmen bırakmak olabilir meselâ. 1000, 1200, bunu 500’e kadar indirmek gibi. Amerika bir sembolik güç bırakmak istiyor burada. Bu arada Amerika’nın Irak’tan çıkması da bölgeden çıkması anlamına gelmez. Amerika'nın 60-70 bin arası askeri var Ortadoğu’da. Irak'ın dibinde, Bahreyn’de, Körfez’de askerî üsleri, donanması var. Dolayısıyla, Irak’a bir müdâhale etmek gerekirse aslında farklı yerlerden de müdâhale edebilir. Ama orada bulunması, bence Sûdânî için bile önemli. Bir de dünyaya, “Amerika buradan çıkıyor. Buraya gelin, yatırım yapın, artık rahatız” mesajını nasıl verecekler? Benim aklım almıyor. Sanki Amerika’nın varlığı bir dengesizlik, bir emniyet sorunu ve güvensizlik yaratıyormuş gibi bir algı, bana göre ne Körfez’in gözünde ne Çin’in gözünde var. “Amerika oradan çıkarsa, burası yatırıma daha elverişli bir yer olacak, enerji ve ticâret koridoru buradan geçecek” mesajının mantığını tam olarak kavrayamıyorum.
Gönül Tol: Ama Iraklı yetkililer tam da bunu söylüyor. “Artık kurumlarımız işliyor, yolsuzlukla mücâdele ediyoruz” diye açıklama yapıyorlar. Bu, gerçeği yansıtır yansıtmaz ayrı mevzû, ama Irak hükûmetinin kafasındaki planın bu olduğunu görüyorum.
Ömer Taşpınar: Bunun alıcısı yok demek istiyorum.
Gönül Tol: Evet, doğru. Ruşen, “Amerika çekilirse Kürtler ne yapacak?” diye sordun. Bence Kürtler’in önündeki en önemli ve en öncelikli mesele, Bağdat’la bütçe konusundaki problemlerini halletmeleri. Bağdat’ın da Erbil’in de bir sürü problemi var. Yolsuzluk bunlardan bir tânesi. En önemli sorunlardan bir tânesi, bütçe konusunda bir anlaşmazlık var. Bunun içerisinde, Türkiye’nin de müdâhil olduğu enerji mevzûu var. Nedir o? Meselâ Paris merkezli Uluslararası Ticâret Odası, 2014-2018 yılları arasında Bağdat’ın onayı olmadan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nden petrol aldığı için Türkiye’ye cezâ verdi ve Türkiye’yi 1,5 milyar dolara mahkûm etti. Bağdat’ın çok finansal sorunları var. Fakat Erbil ve Bağdat’ın işleyen bir ilişki kurmaları gerekiyor; bunun için öncelikle, hele de Amerika’nın çekildiği bir yerde, önce ekonomilerini doğrultmakla başlamaları, bunun için de bir uzlaşıya varmaları gerekiyor.

Ruşen Çakır: Son olarak Trump’tan bahsedelim yine. Uzun uzun konuşacak bir şey yok aslında. İkinci kez sûikast girişiminden bahsediliyor. Bir kişi tutuklandı, o da tuhaf bir adam. İlki kadar çok etkili olmadı herhalde, değil mi? Çünkü ilki canlı yayınlandı, bir anlamda bir mitingdi. Ama burada bambaşka ve kendi özel alanında yapıldığı söylenen bir olay var. Gözle görülen bir olay yok. Onu da konuşalım. Amerika Birleşik Devletleri seçimde ne durumda? Geçen seferki sûikast girişiminin aday olarak Trump’ın oylarını artırdığı söylenmişti; çünkü Trump’ın karşısında o sırada Biden vardı. Hattâ bâzıları, biliyorsunuz, “Seçim bitti artık, Trump kazandı” bile demişti. Ama sonra Harris’in gelmesiyle işler biraz değişti. Bu son olayın herhangi bir etkisi bekleniyor mu Gönül?
Gönül Tol: Şimdi şöyle bir etkisi var: Trump’ın kampanya yapmasını çok zorlaştırıyor. Kampanya ekibinden insanlar medyayla konuşuyorlar. “Önceden Trump elini kolunu sallaya sallaya her yere giderdi ve yapacağı bir miting için çok hızlı organize olurduk. Kampanya çok daha aktifti. Şimdi, inanılmaz bir güvenlik çemberiyle geziyoruz” diyorlar. Bu arada Biden’ı o anlamda takdir etmek lâzım. Biden Trump’a, bir başkana verilen güvenlik zırhını verdi. Yani Biden nasıl korunuyorsa, Trump da öyle korunuyor.
Ömer Taşpınar: Daha değil, ama oraya doğru gidiyor. Onun talebini yerine getirdiler, fakat henüz tam olarak Başkan gibi korunmuyor.
Gönül Tol: Bugün Washington Post’ta bir haber gördüm; bir güvenlik yetkilisi Biden’ın “Trump’ın korunmasını artırmalıyız” dediğini söylüyordu.
Ömer Taşpınar: Evet, ama daha yapılmadı.
Gönül Tol: Dolayısıyla kampanyada bunun getirdiği bir aksama ve yavaşlama söz konusu. Bu endîşelendiriyor. Meselâ ilk sûikast girişiminde, kampanya ekibi aslında bunu mutlulukla karşılamıştı. Çünkü bu sûikast girişiminin kendilerine ve kampanyaya ivme kazandıracağını ve popülaritesini artıracağını düşünmüşlerdi. Ama bu ikinci sûikast girişiminde, dediğim gibi Trump’ın kampanya yapmasını güçleştirmesi sebebiyle kampanya ekibi bundan çok endîşeli. Trump çok büyük kalabalıklarla olmayı seven bir insan; bu giderek zorlaşıyor. Meselâ en son Nashville’de bir miting yapacaktı, salonda 20 bin insan olduğu söyleniyordu. Çıkacağı saatten 2-3 saat geç çıkmak zorunda kaldı. Çünkü etrâfındaki polisler, güvenlik görevlileri, güvenlikten geçmeden kalabalığın içine sızan bir insanın kameralara yansıdığını fark ediyor ve onu bulmak için saatler harcanıyor, dolayısıyla bâzı insanlar mitingden ayrılıyor.  Kampanya üzerinde bu tür negatif etkileri olacak muhtemelen.

Ruşen Çakır: Ömer, sen ne diyorsun? Trump kaptı gidiyor mu?
Ömer Taşpınar: JD Vance’in söylediği bir şey var: “Bu sûikast girişimlerini kullanıyorlar. Trump’ın ülkeyi faşizme götüreceğini söylüyorlar hep. Ama üzerine ateş edilen, öldürülmeye çalışılan Trump. Aslında Trump’ı demokrasiye en büyük tehdit olarak gösteren Demokratlar, bir bakıma böyle kutuplaştırıyor ülkeyi ve Trump’ın üzerine ateş ediliyor. Burada kim kurban?” söylemini kullanmaya başladı Vance. Buradan yürümeye çalışacaklar. Fakat Gönül’ün söylediği şey önemli. Biden çok akıllıca bir hamleyle, “Gizli Servis, Trump’ın korunmasını, güvenlik önlemlerini daha çok artırmalı” dedi. Fakat Gizli Servis’in başındaki kadın zâten ilk sûikast girişimi sonrasında Kongre’de bayağı çuvalladı, Trump’ı neden koruyamadıklarını anlatamadı ve istifâ etti. Şu andaki başkanı da, “Elimizde yeterince kaynak yok, başkan seviyesinde koruyamıyoruz” diyor. Bir de şöyle bir sorun var: Trump kendi golf sâhalarında dolaşıyor. Ben golf bilmiyorum, ama golf bilenler, “Golf sâhası uçsuz bucaksız, çok büyük bir alan. Ağaçlar var. Oraları kontrol etmek, her ağacın altında bir şey var mı diye bakmak için yüzlerce, belki de binlerce polis gerekiyor. Meselâ burada da bırakılmış bir tüfeği bir ağacın yanında buldular. Bu alanda bu tür bir koruma yapmak çok zor. Obama da golf oynardı, Bush da oynardı, ama onlar askerî kamplarda oynuyorlardı. Trump’ın bu oyunu askerî kampta oynaması lâzım. Golf oynamaya, kendi mekânlarında, özel kulüplerinde devam ettiği sürece bu zorluklar yaşanacak. İç güvenlikten sorumlu Gizli Servis, Trump’ı kolay kolay koruyamıyor. Daha yüksek, başkan seviyesinde korunması konusunda adımlar atılması isteniyor. Gönül’ün söylediği gibi, dün Washington Post’ta bu konuda bir yazı çıktı.
Kamala Harris de bana göre çok başarılı bir şey yaptı. Trump’ı arayarak, “Kendisine iyi olup olmadığını, hatırını sordum. Saldırıyı kınadım. Bizim aramızda farklılıklar olabilir, fakat bunların, bu şekilde silâhlı, siyâsî şiddete başvurularak halledilmesi kesinlikle bizim onaylayacağımız bir şey değil” diyerek olayı kınadığını söyledi. Harris’in Trump’ı araması önemliydi. Trump buradan yürümeye, mağdûriyeti artırmaya çalışıyor.
Münâzara sonrasında Kamala Harris’in oylarında çok küçük bir artış yaşanıyor gibi. Fakat seçimin âkıbetini belirleyecek 7 salıncak eyâlette, özellikle de Pensilvanya’da oylar birbirine çok yakın gözüküyor. Dolayısıyla, hiç rehâvete kapılacak, “Harris bu işi kazandı” diyecek bir hal yok. Hattâ ben daha bugün bir rapor yazdım bu konuyla ilgili. Şöyle bir durum var: 2016’da, 2020’de Hillary Clinton’ın ve Biden’ın çok daha rahat kazanacağı yönünde kamuoyu yoklamaları ve araştırmalar vardı. Bugün bu kadar yakın gözüküyorsa, bu, aslında Trump’ın hep başardığı, kamuoyu yoklamalarında düşük kalma, ama seçimde daha iyi performans gösterme gerçeğiyle birleştirdiğimizde, Trump’ın kazanma ihtimâli bana göre daha bile yüksek gözüküyor. Çünkü bu seçimlerin sonucunu belirleyecek olan ekonomi, diğeri göçmenler, öbürü sınır ve iç güvenliği olmak üzere üç ana konuda Trump önde gidiyor. Demokratlar hangi konuda önde? Kürtaj konusunda. Kamala Harris’in o kürtaj konusu sâyesinde kadınları mobilize etmek gibi bir lüksü var. Zâten bence münâzarada da en başarılı olduğu konu kürtaj konusuydu. Dış politika konusunu Harris’in, Biden’ın başarısızlık hânesine koyabiliriz. Ortadoğu’da yaşananlar bunu gösteriyor. Şu anda seçim bıçak sırtında gidiyor.

Ruşen Çakır: Evet arkadaşlar, noktayı koyalım. “Transatlantik” bu hafta bu kadardı. Gönül Tol ve Ömer Taşpınar’a çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
29.09.2024 Bir yok edici melek olarak Erdoğan
22.09.2024 Erdoğan ile Esad buluşmasını beklerken
18.09.2024 Transatlantik: İsrail’den Hizbullah’a siber saldırı - Trump’a ikinci sûikast girişimi - ABD Irak’tan çekiliyor
15.09.2024 Erdoğan’ın “din düşmanları”na ihtiyacı var
13.09.2024 Haftaya Bakış (231): İmamoğlu-Yavaş rekabeti - Narin Güran cinâyetinde tutuklamalar - Genç teğmenler krizi
12.09.2024 Mehmet Altan ile söyleşi: Türkiye’nin gidişâtı
12.09.2024 BRICS nedir? Türkiye üye olursa ne olur? Sinan Ülgen ile söyleşi
11.09.2024 Transatlantik: Trump-Harris düellosu - Hakan Fidan Arap Ligi’nde - 23. yılında 11 Eylül saldırıları
09.09.2024 Hafta Başı (1): Narin Güran cinayeti | Erdoğan teğmenleri hedef aldı | Hopa’da yaşananlar
08.09.2024 Erdoğan genç teğmenlerden rahatsız
29.09.2024 Bir yok edici melek olarak Erdoğan
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı