Ruşen Çakır ve Kemal Can ile Haftaya Bakış (216): Kılıçdaroğlu’nun çıkışı – Sinan Ateş sûikastı – Erdoğan’ın önündeki seçenekler

31.05.2024 medyascope.tv

31 Mayıs 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Bu hafta Kadri Gürsel yurtdışında olduğu için aramızda yok maalesef. Biz yine bir zamanlar olduğu gibi haftanın olaylarını Kemal Can’la baş başa yorumlayacağız. Kemal, merhaba.
Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Hazır Kadri de yokken rahat rahat istediğimiz gibi oto-sansürsüz konuşabiliriz. Ben Pazartesi ve salı Güneydoğu’daydım biliyorsun. Dört şehirde, belediye eş başkanları ile röportaj yaptım. İkisi yayınlandı. Üçüncüsü Batman bugün, Van da yarın yayınlanacak. Benim gündemim çok yoğundu, o yüzden olup bitenlere fazla bakamadım. Kemal Kılıçdaroğlu’nun KRT yayınına çıktığını ve açıklamalarını gördüm; ama yayını izlemedim. Okudum. Şöyle bir baktım. İzleme ihtiyâcı hissetmedim açıkçası. Başlıklar yeterince anlamlıydı. Şöyle düşündüm: CHP seçimden başarısız çıksa, Kemal Kılıçdaroğlu ya da muhâlif olan kişiler o andan îtibâren başlardı. Ya da: “CHP seçimden başarılı çıktı, ama sonrasında her şeyi yüzüne gözüne bulaştırdı” gibi bir durum olsa, açıklayıcı bir şey olabilirdi. Ama bence öyle bir durum da yok. Daha çok erken. Daha siyâset yavaş yavaş ısınıyor. Bana, çıkışının zamanlaması değil de, çıkmasının bir anlamı yokmuş gibi geldi.
Bir de Kılıçdaroğlu’nun söyledikleri çok ilginç. Aday olmasını, “Arkamdan ittiler” gibi bir havada söylemiş olması, benim bildiğim süreçle uyuşmuyor. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun çok yakınındaki isimlerden, adaylık için çok önceden çalıştığını ve kendisini hazırladığını biliyordum. Hattâ bu konuyu seninle de konuştuk; birçok yayında da söyledim. Bir diğer husus da, “Delege çağırırsa neden olmasın? Tekrar aday olurum” demesi. Diyelim ki Özgür Özel-Ekrem İmamoğlu ikilisi partiyi uçurumdan aşağı sürüklüyor; CHP’nin çözümünün Kemal Kılıçdaroğlu olması gibi bir seçenek bana hiç gerçekçi gelmiyor. Tamam, siyâseten hâlâ birtakım beklentileri olabilir, ama bana göre çok yanlış bir yerden gidiyor. Bu ne işe yaradı? CHP’nin ne hayrına oldu? Özgür Özel ile baş başa konuştuğunu biliyoruz. O kanallar açık. Onlara yönelik birtakım eleştirileri varsa, zâten söyleyebiliyor. Kamuoyunun karşısına böyle bir yayınla çıkıp bunları söylemekle eline ne geçti? Açıkçası kestiremiyorum. Benim atladığım bir şey mi var?
Kemal Can: Yok. Söyleyecek lâfınız olduğunda çıkıp bir şey söylemekle, “Benim bir görünmem lâzım, çok kenarda kaldım” demesi, onu destekleyenler ya da çevresinde ona etki edenlerin ‘”Bir çıkın görünün” diye yönlendirmesi arasında bir problem var. Aslında ben bu konuşmada senin sorduğun sorulardan öyle bir şey gördüm. Şöyle özetleyebiliriz: Çok yeni, söyleyecek ya da müdâhale etmesi gereken, söylemesi gereken bir şey varmış gibi gelmedi. Olsa zâten söylerdi. Açıkçası “CHP’nin ne işine yaradı?” ya da “Tam olarak bu konuşmanın gerekçesi neydi?” sorusunun cevâbı bence yok.
Hatırlarsan, 2023 seçimi sonrasında, Meral Akşener televizyonlara çıkıp, “Bakın size bir îzah edeyim. Aslında nasıl oldu? Ben nasıl oyuna getirildim? Altılı Masa’dan atıldım. Masa’ya ben öyle dedim. O böyle dedi” gibi birtakım geçmiş hikâyeleri anlatıyordu. Sürekli hâdiseyi kişiselleştirerek, neredeyse iki seçim arasındaki “hür ve müstakil” siyâset iddialarının gölgede kaldığı kişisel bir hikâye anlattı. Şimdi Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışını tam da buna benzettim ben. Zâten bu “hançer” hikâyesini seçimden önce gayet vurgulu biçimde kullandı. O dönemde söylenmiş ve kayıtlara geçmiş bir şey.
Bu kadar süre geçtikten sonra, üstüne bir seçim daha geçmişken, şimdi yeniden çıkıp, hani başka bir şeylerin yanı sıra bunu söylese, tamam, “Soru üzerine söyledi” denilebilir; ama sonuçta bütün konuşmadan üç-beş başlık çıktı. Üç-beş başlıktan en çarpıcı iki tânesi, yine bu “hançer” meselesi. İkincisi de, “Delege gösterirse aday olabilirim” hikâyesi. Gazetecilik tâbiriyle manşet olabilecek ya da spot çıkabilecek lâflar bunlar. Bence bu, çok uzun kronik bir siyâsetsizliğin ürünü aslında. Siyâsetçilerin çoğu benzer bir açmaz içindeler. Yeni dönem siyâsetin, bu fazla kişiselleştirilmiş algılar üzerine kurulması, söylenecek sözlerin değil de, şahısların aldıkları pozisyonların daha belirleyici olduğu bir tablonun ürünü. Galiba konuşmanın tonunda da o var: “Ben artık konuşacağım. Kenarda durmayacağım” gibi bir îmâ var. Ama bunu yapmak için görünür olmasının, nasıl ihânete uğradığını, hançerlendiğini anlatmasının bir anlamı yok. Siyâsette hâlâ şu ya da bu biçimde bir varlık gösterecekseniz, bir eski genel başkan ya da hâlâ aktif bir siyasetçi olacaksanız bile, sonuçta bir bağlama oturması, bir şey söylüyor olmanız ve farklı bir şey söylüyor olmanız lâzım. Eğer farklı söyleyecek sözünüzü hazırlamadan çıkmışsanız, böyle bir durumla karşı karşıya kalırsınız. İlgi çekici olmak için olanı daha da sertleştirmekten başka elinizde bir şey kalmaz. Kılıçdaroğlu’nun yaşadığı problem bence bu oldu. Daha önce Kılıçdaroğlu’nu desteklemiş bâzı insanların, “Kılıçdaroğlu ne söyleyecek?” diye beklerken pek de bir şey bulamamalarının nedeni galiba buydu. Ben bu durumu, Akşener’in o siyâseten tıkanmasına benzettim.

Ruşen Çakır: Akşener benzetmesi benim de aklıma geldi. Hattâ sen daha önceki yayınlarda sürekli bunu vurgulamıştın. Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarını okuyunca, aklıma bu benzetme geldi. Bu arada biliyorsun AK Partililer sokak hayvanları meselesiyle ilgili İYİ Parti’yi ziyâret ettiler. Akşener’in fotoğrafı hâlâ duruyor İYİ Parti Genel Merkezi’nde. Ama kendisi yok, hattâ hiç ortada yok. Bu arada bugün Antalya Milletvekili Aykut Kaya İYİ Parti’den istifâ etmiş. Sayıları 44’ten 36’ya düşmüş. Muhtemelen CHP’ye geçeceği söyleniyor, haftaya salı günü. Benim bildiğim, CHP kapıyı sonuna kadar açsa, girecek bayağı bir isim vardı. Ama bâzı isimlere ambargo koydu. Özellikle seçim kampanyasında yaptıkları CHP aleyhtarı propagandalar nedeniyle bâzılarının önünü kapattı. Çarşamba günü, AK Parti grubundan önce İYİ Parti grubunu da izledim. Bir, iki yıl önce Akşener’li yapılan grup toplantılarıyla, şimdi Müsavat Dervişoğlu’nun yaptığı grup toplantısı arasında acayip bir fark var. Tabiî üst üste iki seçim yenilgisi var ve işin nereye gideceği belli değil. Konuştuğum bâzı milletvekilleri, “Daha yeni değiştik. Kendimizi hazırlıyoruz” diyorlar, ama İYİ Parti artık bayağı etkisizleşiyor. Nereye gidecek, nasıl olacak bilmiyorum.
Ankara’dan devam edelim Kemal. AK Parti grubunda, ayaküstü de olsa, milletvekili, bakan, danışman gibi birçok kişiyle sohbet etme imkânım oldu. Şöyle: “Erdoğan bir şeyler yapacak” havası var. Hep bunu bekliyoruz ya...
Kemal Can: “Bir şey olmasa bile bir şey olacak.”

Ruşen Çakır: Hayır. Bir milletvekili çok açık bir şekilde şunu söyledi: “Reisin tek konusu var, o da yeniden seçilmek. Bunun formülünü bulduğu an o formülü hayâta geçirecek”. Ama o formül henüz bulunamamış. Ne zamandır dile getirilen, “Eski AKP rûhuna dönüş”, tekrar özgürlük, demokrasi gibi bir baskı olduğu söyleniyor. Ama onlar da hâlâ Erdoğan’dan korka korka bunu söylüyorlar. Bir arayış var. Ama bu arada görüyorum ki özellikle YouTube üzerinden yayın yapan bâzı gazeteciler, Erdoğan ile CHP’yi çoktan “evlendirmişler”. Hattâ Bahçeli’yi de katıyorlar. Erdoğan, Bahçeli’yi bırakıp CHP’yi alıyor gibi değil, neredeyse CHP Cumhur İttifâkı’nın bir parçasıymış gibi. Ben böyle bir şey görmedim, duymadım; olacağını da hiçbir şekilde düşünmüyorum. CHP böyle bir şeye niye girsin? Eline ne geçecek? Bakanlık filan alacakmış. Ne olacak yani? Diyelim ki CHP’nin istediği iki üç isim bakan oldu. Şöyle bir dönemde CHP’ye ne kazandıracak? Sâdece, Erdoğan’ın başarısızlığına ortak olmayı getirecek. Bu bana çok anlamlı gelmiyor. CHP’nin, böyle az bir istekle ittifâkın ya da iktidârın bir parçası olmaya yöneleceğini hiç sanmam. Tabiî Erdoğan, “İki-üç bakanlık vereyim, yeter ki seslerini kıssınlar” diyebilir. Erdoğan’a ne olacak ki? Sonuçta bakanlar da bir yerden sonra Başkan’a bağlı.
Özellikle şunu çok duydum ve gördüm: Bakanların atanıyor olması, AK Parti’de zâten hoşlanılmayan bir şeydi, şimdi en temel argümanlardan birisi hâline gelmiş. Bakanların, bürokratların milletvekillerine tepeden bakıyor olması rahatsızlık veriyor. Biliyorsun eskiden bakanlar Meclis’ten seçiliyordu ve oradaki diğer milletvekilleriyle kaçınılmaz olarak bir ilişkileri oluyordu. Milletvekilleri bir anlamda bakanlar üzerinde hak iddia edebiliyorlardı, onlardan bir şey talep edebiliyorlardı, alenen olmasa bile, başka ortamlarda onları sorgulayabiliyorlardı. Şimdi böyle bir şey yok. Erdoğan’ın seçim kazanmak için AK Parti’ye ihtiyâcı var ya; yani güçlü bir partiye, seçim kazandıracak bir partiye… çünkü tek başına kazanamadığını gördü. AK Parti’de, “O zaman bize yetki ver” deniyor. Biliyorsun, siyâsetçilerin hep söyledikleri, “Biz gidiyoruz seçmenden bir şey istiyoruz. Bakandan şikâyet ediyorlar bize. Biz bir şey söyleyemiyoruz” gibi argümanları var. Bu olay çok ciddî bir şekilde gündemde tutuluyor.
Erdoğan’ın bir Kabine değişikliği yapacağı söyleniyor. Daha önemlisi, AK Parti’de bir ay içerisinde olağanüstü kongre olacak, orada bayağı değişiklik yapacakmış. Ama AK Parti’de insan malzemesi ortada. Birilerini tekrar öne çıkartmak, birilerini geri plana almak dışında yapabileceği bir şey görmüyorum. O milletvekilinin bana dediği gibi, Erdoğan’ın yeniden seçilmeye, bunu garanti altına almaya ihtiyâcı var; ama çok kolay bir şekilde, “En iyisini seçeyim” diyebileceği fazla bir seçeneği yok. AK Parti’yi yeniden canlandırmak tabiî ki önemli, ama nasıl canlandıracak? Tamâmen rehâvete kapılmış, artık gücü olmayan bir parti. İstanbul, Ankara başta olmak üzere, il başkanlarının değişeceği söyleniyor. Artık ne yapacağını bilemeyen bir Erdoğan görüyorum ben. Ama bâzılarında da, “Erdoğan her şeyi kontrol ediyor. Zâten CHP de cepte” gibi birtakım havalar var.
Kemal Can: CHP’nin Kabine’ye bakan vermesi hikâyesinden başlayayım. Sen epeyce anlattın, onun üstüne fazla bir şey koymaya gerek yok. Açıkçası, bugünkü sistemde bakan olmanın siyâsî getirisi son derece sınırlı. Bunun en çarpıcı örneklerini, bakanlıktan belediye başkanlığına aday yapılanların uğradığı hezîmette de görebiliriz.

Ruşen Çakır: Pardon, bu arada sözünü kestim, şunu da söyleyeyim: Ankara gazetecileriyle birlikte, grup toplantısı için Erdoğan’ı bekliyoruz. Bakanlar geliyor. Ben çoğunun adını bilmiyorum zâten. Ama oradaki meslektaşlarla, Ankaralı gazetecilerle, “Bu, bakandı galiba, ama ne bakanıydı?” diyoruz. Bir bakanın adını ezbere söyleyen o kadar az kişi var ki. Bir bakan geliyor, birisi dedi ki: “Bu Enerji Bakanı.” Adını öğrenmek için Google’a girmek zorunda. Görüyorsun, bakıyorsun, karıştırıyorlar. Başka birisi “Hayır, o Sanayi Bakanı’ydı” diyor. Yani Ankara gazetecisinin bile görür görmez tanıdığı, adını hatırlayabildiği, ilişki kurabildiği isimler yok. Onlar “atanmışlar” olarak geliyorlar. O hep söyledikleri “Millî İrâde” lâfının tam zıddı. Hiç kimse seçmemiş. Kim seçmiş? Erdoğan. O kadar yani. Neyse sözünü kestim, ama o çok acayip bir olaydı.
Kemal Can: Zâten Erdoğan da, “Bakanım” diye konuşuyor onlarla. “Benim Bakanım” diye konuşuyor. Dolayısıyla “Onun adamları”. “Başkanın Adamları”, hatta “Başkanın Bürokratları” kıratında bir kalibresi var Kabine’nin. Ayrıca siyâsî açıdan daha ciddî bir şey söyleyeyim: Bahçeli bile Kabine’ye bakan vermeyi istemedi. Vermedi. Benim bildiğim kadarıyla, Erdoğan, istenirse o kontenjandan birilerine bakanlık verebileceğini belirttiği halde, 10 yıldır bu iktidârın ortağı olan Bahçeli, Kabine’ye girme hevesi göstermedi.. Dolayısıyla, Erdoğan’ın iktidârı sürerken, CHP’nin şimdi 5-6 tâne bakanlık alarak bundan bir siyâsî ortaklık görüntüsü çıkartıp, Erdoğan’ın bakanlarının arasında, daha önce Tuğrul Türkeş’in MHP’den bakan yapılıp sonra AKP’ye geçmesinde olduğu gibi, birilerini “siyâseten yakma”yı istemek dışında hiçbir getirisi olmaz. Kamuoyu nezdinde de ne normalleşmenin ne yumuşamanın ne CHP’nin iktidar yürüyüşünün bir göstergesi sayılacak bir gelişme olur.
Yine bir hatırlatma yapmayı isterim: 1991 seçiminden sonra, uzun bir süre çok ciddî taban sorunlarıyla baş etmek zorunda kalan –o zamanki adıyla SHP, daha sonra CHP– sol sosyal-demokrat merkez partilerinin krizini başlatan bir koalisyon dönemi yaşanmıştı. Üstelik o zaman böyle başkanlık sistemi de yok. Bildiğin koalisyon. Protokolü olan, bakanlıkların kendi icrâ alanlarında aktif olduğu, siyâseten etkili olduğu bir koalisyon dönemi olmasına rağmen, DYP-SHP koalisyonu, merkez sol siyâsete en büyük darbelerden biri olmuştu. SHP, 1989’da çok ciddî bir çıkışla ANAP iktidârının sonunu getiren yerel seçimin ardından, 91’de hem bir oy kaybına uğramıştı hem de koalisyona girerek siyâseten çok etkisiz bir pozisyona düşmüştü. Ondan sonra da zâten bütün 90’lar boyunca bunun krizlerini yaşadık. En çok da tabiî ki bu partiler yaşadı bu krizi. Senelerdir bu partilerin 70’lerdekine benzer bir taban desteği bulamamasının nedenlerinden biri de o yanlış koalisyon süreciydi. Dolayısıyla onu da hatırlatmak istedim.
Bu koalisyon iddialarını çok ciddîye aldığım ya da hakîkaten “her şeyi duyan adamlar” bunları söylediği için bunları söylemiyorum. Her şeyi duyuyorlar. Amerika’da olacakları da biliyorlar, borsada olacakları da biliyorlar, kimin şampiyon olacağını da biliyorlar, dâvâların içindeki kararları önceden haber alıyorlar, siyâsetçilerin nasıl angajmanlara girdiklerini biliyorlar. Nasıl bildiklerini bilmiyoruz, ama biliyorlar. Onları çok ciddîye aldığım için söylemiyorum; ama bu tür söylentiler, bir şeylerin kafaya sokulması, bir şeylerin “normalleştirilmesi” işlevi görebileceği için, sanki böyle bir işbirliğinin zemini mümkünmüş gibi düşünülmesine taban hazırlanıyor olduğu için söylüyorum. Zâten bunun çok olabilecek bir şey olduğu kanaatinde değilim.
Gelelim Erdoğan meselesine: 2018'den itibaren, Erdoğan’ın başkanlığı bırakacağı, yerine adam aradığı da konuşuluyordu hatırlarsan. Ama gördüğümüz gibi, 2023’te seçildiği gibi, bir daha seçilmenin yolunu arıyor. Bu ciddî bir şey. Bunu ciddîye alıyorum. Bu duyum olarak değil, bütün belirtileriyle gayet reel bir durum olarak karşımızda. Bütün işâretler de bunu gösteriyor. Fakat Erdoğan’ın problemi şu: Karşı karşıya kaldığı sorunu biraz araçsal ele alıyor. Bu, kendi siyâsî kalibresiyle ilgili bir şey olabilir. Onu “dehâ” saymalarına rağmen, aslında sâdece kurnaz olmasıyla ilgili olabilir. Diğeri de, buna mecbur olduğu için böyle düşünüyor olabilir. Ama karşı karşıya kaldığı sorunun çok yapısal bir kriz olduğunu düşünmüyor ya da öyle düşünürse yapabilecek bir şey olmadığını varsaydığı için, geri duruyor ve konuya son derece araçsal yaklaşıyor. Nedir bu? “İl başkanlarını değiştirecekmiş, Kabineyi değiştirecekmiş, aksayan yerleri tâmir edecekmiş. ‘Normalleşme’ söylemiyle, muhâlefet aktörlerini yönetmenin ya da onları idâre etmenin bir başka yöntemini geliştirip, bununla zaman kazanacakmış…” Böyle işlerin peşinde. Dediğim gibi bu ya siyâsî fıtratı böyle olduğu için, siyâsî kapasitesi buna elverdiği için böyle davranıyor ya da karşı karşıya kaldığı yapısal sorunla ilgili yapabileceği hiçbir şey olmadığı için, bunlarla idâre etmeye çalışıyor. Artık herkes hangi seçeneğin daha akla yakın olduğunu düşünsün. Benim bir fikrim var, ama bu önemli değil.
Her iki durumda da Erdoğan’ın yapacağı, şu anda önünde var olan seçenekler, bu, en uçlardaki muhâlefetle koalisyon yapmaya kadar gidebilecek ya da anayasa değişikliğine gidebilecek bütün seçenekleri berâber düşündüğümüzde, hiçbiri derdine çâre değil. Derdine çâre olacak şey, yapısal krizini fark etmesi ve yapısal krizinin artık geri döndürülemez biçimde işleyişini fark edip, yine belirli bir tabanı tutabilecek, bir kitle partisi özelliklerini yeniden kazanabilecek, kendi partisini tekrar partiye dönüştürecek bir reforma girmesi gerekiyor. Böyle, adam değiştirerek, vitrin değiştirerek, kabine değiştirerek, il başkanı değiştirerek çözebileceği bir meselesi yok. Bu başkanlık sistemi, ister itildiği için ister kendi hevesinden girdiği bu yolda –bunu seninle yaptığımız yayınlarda da söylemiştim, ayrıca birkaç kez de yazdığımı hatırlıyorum– ilk imhâ olacak parti AKP olacaktı. Bu sistemin ilk hırpalayacağı siyâsî yapı o olacaktı ve nitekim öyle oldu. Şimdi kendi eliyle boğduğu bir şeyi yeniden sun’î teneffüsle canlandırmaya çalışıyor.

Ruşen Çakır: “Tekrar parlamenter sisteme dönüş yok. Yarı başkanlık sistemi” gibi şeyleri birileri dillendiriyor, ama ne kadar olur bilmiyorum. Ama şu var tabiî: Yüzde 50+1 oy alma ihtimâlinin iyice azaldığı bir ortamda, Erdoğan, başkan ya da cumhurbaşkanı seçilememiş olmak yerine, koalisyonda güçlü bir başbakan olmayı tercih eder. Şu anda çok erken.
Kemal Can: Erdoğan’ın şu andaki en temel krizi, aslında bu 50+1 tartışmasını da yaratan şey şu: Bütün erimeye rağmen, % 30 civârında tutunabilen bir parti, önemli ve büyük bir partidir. Yüzde 30 alabilen bir partinin başında olarak siyâset yapmakla, %50+1’in, yani Türkiye’deki baskın çoğunluğun adamı hâline gelme iddiasını karşılamak mümkün değil. Tıpkı, daha önceki yıllarda nasıl Demirel % 25, % 30’lara, sonra % 40’lara çıkarak, kimi zaman muhâlefette kimi zaman iktidarda süreklileşmiş bir siyâset yürütebildiyse, bunun bir benzerini yapabilmesi gerekiyor. Ama bunu yapabilecek ne fıtrat ne de artık bir hikâyeye sahip. O yüzden, %50’nin temsilcisi gibi davranan % 30’luk bir parti başkanı olmanın krizini yaşıyor.

Ruşen Çakır: Kemal, son olarak şu Olcay Kılavuz meselesine biraz bakalım. Güneydoğu gezim nedeniyle bu konuyla fazla ilgilenemedim. Bahçeli’nin onu danışmanlıktan çıkarttığını biliyoruz. Zâten Mersin’de seçilemeyecek bir yere koymuştu. Yeniden milletvekili seçilemedi. Daha sonra danışman yaptı. Sinan Ateş cinâyetinde adı çokça geçtiği için onu bir tür koruma altına aldığı söylendi. Sonra da danışmanlıktan çıkarttı. “Affını” mı istedi bilemiyoruz, ama artık danışman değil.
Sinan Ateş olayında, başından îtibâren hep, “Bir yerden siyâsî bir yere bağlanacak mı? Ne zaman bağlanacak?” diye bir beklenti var. Olcay Kılavuz olayıyla berâber, “Şimdi bir şeyler oluyor galiba” gibi bir duygu yarattı, ama pek de bir şey olmadı. En azından şu âna kadar olmadı. Ne olabilir? Ortada çok da fazla bir şey yok. Meselâ “Bahçeli’nin İçişleri Bakanı’yla görüşmesi sonrasında görevden alındı” denildi. Sonra Bakan ile görüşmeden önce görevden alındığı yazıldı. Ayrıca, İçişleri Bakanı ile bu konuyu konuştukları muhakkak tabiî.
Bir de, bu konuyla ilgili olarak Bahçeli’nin açık açık birtakım muhâlif medya kuruluşlarını ve gazetecileri karşısına alması, alenen hedef göstermesi var. Sinan Ateş olayında âilenin, eşinin ve kardeşinin sürekli yaptığı açıklamalar var. Özgür Özel bu olayı arada sırada gündeme getiriyor. Bu olay böyle bir yere varmadan gidecekmiş gibi bir hava var. Hep “Bir şey olacak” diye beklerken olmuyor. Erdoğan’ın bunu Bahçeli ile ilişkisinde bir pazarlık unsuru olarak kullandığı bence kesin. Ama bu olayın siyâsî boyutunun ortaya çıkacağı konusunda hiçbir umûdum yok açıkçası.
Kemal Can: Bu konu “normalleşme, yumuşama” gündemine benzer bir grafik izliyor. Her gelişmede “Hah! Şimdi oldu!” deniyor. Ama aslında tuhaf bir biçimde salınım var. Bir yandan, bâzı görüntüler, bilgiler, bâzı ifâdeler basına sızdırılıyor. Bir taraftan, bir iddianâme çıkıyor. O iddianâmede olayın hiçbir siyâsî tarafı dikkate alınmamış, hattâ bâzı isimler bile yer almamış. Yapılan birtakım açıklamalarla, “Artık yeni bir safhaya gelindi” diye düşünülüyor. Ama pat diye yine bir karşı açıklama geliyor. Böyle tuhaf bir salınım söz konusu.
Bu son olay şöyle gelişti aslında. Önce, grup toplantısında Bahçeli çıkıp, “Papuç bırakmayacağız” minvâlinde sert bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı yapmamış olsaydı ve hemen iki gün sonra Olcay Kılavuz’u görevden almış olsaydı, “Hakîkaten kendisine karşı kullanılan o koz işlemeye başladı ve bâzılarını gözden çıkartması gerekecek. O yüzden bunu yapıyor” diye düşünebilirdik. Ama görevden almanın bir gün öncesinde, Meclis’te, senin de işâret ettiğin o çok sert konuşmasını yaptı. Ayrıca, bu çıkışı yaptıktan hemen sonra, Erdoğan’ın tâlîmâtıyla İçişleri Bakanı Bahçeli’yle görüşmeye geldi. Yani aslında İçişleri Bakanı, Bahçeli’nin sert çıkışına teskin edici bir elçi olarak gönderilmiş gibi görünüyor. Önüne bir dosya koyarak bir şey yapıldığını değil, bir tür “Sakin olun” demeye gittiğini düşünüyorum.
Yine, görevden alma hikâyesinin gerekçelerinden biri, Olcay Kılavuz’un Halk TV’ye konuşması. “Bu konuyu konuşmayın” tâlîmâtına uymaması gerekçe gösterildi. Ben bu olasılıkların hepsinin açık olduğunu düşünüyorum. Bunu Ayhan Bora Kaplan Dâvâsı’nda da gördük, bu hâdisede de gördük. Normalleşme, yumuşama hâdiselerinde de sürekli görüyoruz. Birtakım ihtimaller üzerinden çok fazla çıkarım yapılıyor. Her türlü gelişme, bir ihtimâlin doğrulandığı konusunda kesin kanıt gibi kullanılıyor. Bence buralarda biraz ihtiyatlı davranmak lâzım. Senin de söylediğin gibi, bu dâvâ dolayısıyla, “İktidar ittifâkının çatlağı tâmir edilmez biçimde ayrılmış” demek için fazla erken. Aynı şekilde bu görevden almanın bir tür “kelle vermek” anlamında yorumlanması için de aceleci olmamak gerekir. Bir bakalım, görelim süreci.

Ruşen Çakır: Hulusi Akar’ın mikrofonu açık kalınca olanları gördün mü?
Kemal Can: Hayır, görmedim.

Ruşen Çakır: CHP’li Murat Bakan, Meclis’te astsubay ve uzman çavuşların özlük haklarıyla ilgili bir önerge vermiş, o sırada Hulusi Akar’ın mikrofonu açık. Yanında bulunan kişi “Oylayıp reddedeceğiz” diyor. Hulusi Akar “Niçin?” diye soruyor. Yanındaki kişi “Bilgi geldi” diyor. Sonuçta “Astsubay ve uzman çavuşların problemlerini çözmeliyiz” gibi gayet saf bir konuyu oyluyorlar. Hulusi Akar gibi eski bir Genelkurmay Başkanı’nın, Millî Savunma Bakanı’nın, “Olur mu? Astsubay ve uzman çavuşların problemlerini neden çözmeyelim?” diyecek hâli yok. Zâten “Oylayıp reddedelim” deyince “Niçin?” diye sormak durumunda kalmış. Onu bir not olarak düşelim. Kemal, sen yayından düştün galiba. O zaman ben noktayı koyayım. Bu haftaki “Haftaya Bakış”ı, Kadri Gürsel yurtdışında olduğu için Kemal Can’la birlikte yaptık. Hepinize çok teşekkür ediyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.




Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
20.10.2024 Doğrusuyla yanlışıyla Kürt hareketi üzerine yedi öne çıkan önerme
14.10.2024 Türkiye’nin Selahattin Demirtaş’a ihtiyacı var
13.10.2024 “Ben senin, beni sevebilme ihtimalini sevdim!”
09.10.2024 Transatlantik: ABD seçimlerine son 26 gün - 7 Ekim’in birinci yılında Ortadoğu
08.10.2024 Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi: Türkiye’nin gündeminde “muhâlefet boşluğu” var
08.10.2024 Mümtaz’er Türköne ile söyleşi: Silivri Postası
06.10.2024 Özgür Özel üzerine bazı gözlemler ve notlar: Pirinç/bulgur paradoksu
03.10.2024 Aydın Selcen ile söyleşi: İran-İsrail gerginliğinin geleceği
03.10.2024 Arzu Yılmaz ile söyleşi: Ortadoğu alt üst olurken Türkiye ve Kürtler
02.10.2024 Transatlantik: İsrail İran’a cevap verir mi? Lübnan’da Hizbullah’ın geleceği – Walz-Vance münâzarası
20.10.2024 Doğrusuyla yanlışıyla Kürt hareketi üzerine yedi öne çıkan önerme
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı