Haftaya Bakış (231): İmamoğlu-Yavaş rekabeti - Narin Güran cinâyetinde tutuklamalar - Genç teğmenler krizi

13.09.2024 medyascope.tv

13 Eylül 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can ve Kadri Gürsel ile yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba. Geçen hafta hep birlikte stüdyodaydık; bu hafta üç ayrı şehirdeyiz. Günlerdir Türkiye’nin gündeminde Narin Güran’ın öldürülmesi ve o garip soruşturma süreci var. Olayın içerisine herkesin girdiği, medyanın garip bir şekilde daldığı, herkesin televizyon kanallarında kriminolog kesildiği garip bir dönem yaşıyoruz yine. Bu olay birçok yönüyle çok çarpıcı — tabiî ki öncelikle insânî yönüyle. Açıkçası ben de bu konuda yayın yapayım mı diye düşündüm. Aslında bir taraftan da ürktüm. O kadar hassas ve insânî bir konu ki, insan yanlış bir şey söylemekten çekiniyor. Şimdi de aynı durumdayım, ama bir şekilde üzerinden geçmemiz lâzım.
Bu olayda tutuklananlar belli: Amca, ağabey, anne, bir yığın yakın akraba, amcanın çalışanları. Baba serbest bırakıldı. Bu arada yayın yasağı geldi. Sonra birden bütün ifâdeler servis edilir oldu. Bu olayı Narin açısından önemseyen, Diyarbakır’da tanıdığım ve Baro Başkanı başta olmak üzere güvendiğim hukukçular, bundan rahatsızlıklarını dile getirdiler. Polis ve savcılık ifâdelerinin bu kadar alenî bir şekilde ortaya çıkmasının, soruşturmanın selâmeti açısından iyi olmayacağını, özellikle de insanların verecekleri ifâdelerin sonucu etkileyebileceğini söylediler. Sonuçta olay tam olarak aydınlanmış gözükmüyor. Herkes sâdece tahmin yürütüyor. Cinâyeti üstlenen de yok, doğrudan dâhil olduğunu kabul eden de yok. Ama bir îtirafçı var: “Bana içinde ölü bulunan çuvalı verdi. Ben onu dereye koydum” gibi bir ifâde verdi. Kemal, seninle başlayalım. Söylenecek çok şey var, ama dediğim gibi ben şahsen ürküyorum. Sen bu konuda ne söylemek istersin?
Kemal Can: Haklısın ürkmekte. Keşke hiç kimse ürkmese de, ölçülere, temel prensiplere, etik kurallara uysalar. Kendi mesleğimiz açısından da söylüyorum. Gazetecilerin bu işi biraz da magazinleştirerek, her türlü duyumu, kendi elde ettikleri bilgileri bırak, kendilerine servis edilmiş her şeyi “Hakîkat bu!” diye servis etmeleri, hiçbir süzgeçten geçirmeden bunu yaymaları çok sorunlu. Bu tür vakalarda bunu çok yaşıyoruz. Böyle hâdiseler iki türlü tehlike içeriyor. Bir tânesi, olayın hassâsiyetinden dolayı, bir kapalılıkla bir tür sis perdesinin arkasına saklanması; özel ve kapalı, âile içi ya da küçük bir kasabanın, kendi sırrı gibi, kapalı suçlar, günahlar, yüzleşilmeyen, bir türlü gerçeğine ulaşılamayan bir yaranın hep cerâhatli biçimde devam etmesi — bu bir risk. İkinci risk ise bu işi fazla medyatik, fazla magazinel ve aslında bir istismarla başlayan, daha sonra da bilgi istismârıyla devam eden, yönlendirilen, manipüle edilen ve aslında bu hâliyle de olayın kendisinden uzaklaşarak, çok kritik bir hâdisenin, yeni medya diliyle sâdece bir “hikâye”den ibâret, seyirlik bir malzemeye dönmesiyle oluşan yabancılaşma. Yani iki uçta iki büyük risk taşıyor bu tür olaylar.
Geçtiğimiz hafta T24’ten Gökçer Tahincioğlu’nun yazdığı bir haber https://t24.com.tr/yazarlar/gokcer-tahincioglu-yuzlesme/yetiskin-erkek-nufus,46328 vardı: Haberde, TÜİK verileriyle, Türkiye’de yetişkin erkek nüfusun yaklaşık %5’inin, cinsiyet dokunulmazlığı ya da cinsel istismar ve/veya benzeri suçlarla suçlandıkları, soruşturma geçirdikleri yazıyordu. Bütün erkek nüfusunun %5’i gibi bir rakamdan bahsediyoruz. Çok büyük bir rakam bu. Daha önceki yıllarda da başka hâdiseler duyduk. Bir kasabada, hattâ onun ileri gelenleri tarafından sistematik tecâvüze uğramış çocukların hikâyelerini izledik. Birtakım kurslarda, birtakım kapalı alanlarda, yurtlarda, birtakım cemaatlerin, tarîkatların içerisinde yaşanan istismar hâdiselerini gördük. Çocuk yaşta zorla evlendirilen insanları duyduk. Bunun yüzlercesi önümüze geldi, haber oldu. Bunlara büyük reaksiyonlar da verildi. Ama sonuçta çok kuvvetli bir hesaplaşma, çok kuvvetli bir yüzleşme ve bir daha bunların yaşanmamasına dönük kuvvetli bir kamuoyu oluşmadı. Geçici gürültülerle hâdiseyi yaşıyoruz. Hâdiseler gelip geçiyor, ama bunların aslında ne kadar büyük derinlikte ve ne kadar büyük bir genişlikte olduğuyla yüzleşmekten kaçmanın yolu oluyor.
Şimdi bu hâdisede de siyâsî müdâhalelerden, biraz önce senin işâret ettiğin gibi, güvenlik güçlerinin, hattâ yargının içinde olduğu manipülasyonlara kadar pek çok iddia gündemde. Olayın kapatılmak ya da yönünün değiştirilmek istendiği söyleniyor. Bu tür şüpheleri güçlendirecek birtakım belirtiler var. Ama bunların ötesinde, bu meseleye birazcık daha dışarıdan, “başka bir gözlükle” bakacağı iddiasındaki alternatif medyanın da çok kötü bir sınav verdiğini görüyorum. Bu kötü sınav şöyle bir şey: Orada olanları tabiî ki kamuoyuna aktarmak, saklanmaya çalışılan şeylerin saklanmasına izin vermemek çok önemli bir meslekî görev. Ama bu görevi yapıyor olduğunu zannederek ya da yapıyor olduğu iddiasıyla, tam da bu tür faaliyetlerin parçası hâline gelebildikleri durumlar gördük. Bu daha önce başka dâvâlarda da önümüze geldi. Yakın zamanda birtakım soruşturmalar, mafya dâvâları, birtakım kritik hâdiselerde de benzer şeyler gördük. Bu konulara bence bu anlamda ihtiyatla ama ısrarla yaklaşmak ve bütün derinliğini de göz önüne alarak, hiçbir şeyin cezâsız kalmasına ya da kamuoyunun ve yargının gözünden kaçırılmasına izin vermeyecek dikkatle odaklanmak lâzım — bütün gözlerin buraya dönmesi çok doğru bir şey, ama bunun bir seyirlik malzemeye çevrilmesi, bir tür sabah kadın programı içeriği hâline dönüştürülmesinin parçası olmamak lâzım.
Ayrıca pek çok açıklamada, özellikle iktidar sözcülerinin ve Adâlet Bakanlığı’nın yaptığı açıklamalarda, siyâsî malzeme edilmemesi gibi uyarılarla ele alınıyor. En son âilenin yaptığı açıklama bile dış güçlere bağlıyor hâdiseyi. Bunlar hakîkaten karikatür şeyler. Çünkü bir ülkede çocukların, biraz önce sayısını verdiğim genişlikte bir tehlike altında olmasının politik olmayan hiçbir tarafı yok. Bu, bilmem ne partisi, bilmem ne seçmeni, şuraya yakınlık, bu inanç grubuyla ilişkisinden bağımsız olarak, bu ülkenin toplumsal mayasında, o toz kondurulmayan kimyasında bir bozukluk olduğunu gösteriyor. Bu bozukluğu yaratan bütün gerekçeler son derece politik meseleler. Dolayısıyla bu konu da elbette ki politik. Ama o politik olma iddiasıyla gölgelenmeye çalışılan şey, aslında pek çok başka meselede olduğu gibi, gerçek bir yüzleşmeden, şu ya da bu biçimde isteyerek ya da istemeyerek parçası olmaya başladığımız bu karanlık, sisli atmosferden çıkmaya değil, bunu koyulaştırmaya yarıyor. Şu andaki seyriyle bu olayda çok sayıda bilgi, veri var gibi görünüyor; ama aslında bunların çok büyük bir kısmı varsayım, tahmin ya da belirli çevreler tarafından servis edilen bilgilerden oluşuyor. Gerçeğe ulaşma konusunda çok mesâfe alınmadığını gösteriyor. Umarız böyle devam etmez ve bu iş öyle bir seyir izlemez.
Ama şu âna kadarki performansa bakınca, sâdece resmî yetkililer açısından değil, mesleğimizin birtakım sorunlarını da çok çıplak biçimde gördüğümüz bir laboratuvar olarak değerlendirdiğimde, çok fazla sorun olduğunu düşünüyorum. Bu resim, asıl bakmamız gereken ve bakmakla yetinmeyeceğimiz seyirlik bir mesele ya da başı sonu olan ve bittiğinde bizim de hayâtımızdan çıkıp gidecek hikâye olmaktan fazla bir şey olduğunun idrâkiyle sonuçlansın, birtakım duygusal hezeyanlar, birtakım tatminler vesîlesi hâline gelmesin. Bâzı anchorman’lerin televizyon ekranlarında kişisel performanslarıyla kendilerini ifâde ettikleri, tribün alkışı peşinde koştukları bir malzemeye dönüşmesin.

Ruşen Çakır: Kadri, seninle devam edelim. Gerçekten bütün Türkiye büyük ölçüde yakından tâkip etmeye çalıştı. Tâkip ettiğini sananların da her gelen yeni haberle birlikte kafası karıştı. Katilin yakın çevreden birisi olma ihtimâli çok güçlü, bunu biliyoruz. A ya da B’nin olmasıyla ne değişecek? Çok fazla bir şey değişmeyecek; ama ortadaki o ilişkiler ağı çok daha hayâtî bir şey. Âile adına yapılan bir yazılı açıklama var, görmüşsünüzdür. “Biz büyük bir âileyiz. Karalanmamızı dış güçler ve onun yerli uzantılarına bağlıyoruz” diye bir açıklama. Onu görünce zâten insan işin nasıl bir yere değdiğini de görüyor. Ne dersin Kadri?
Kadri Gürsel: Türkiye’de son yıllarda giderek artan ve toplumun bir kesimindeki duyarlılığa rağmen önlenemeyen, kadınlara ve kız çocuklarına karşı zulüm, şiddet ve cinâyet dalgasına, Frenkçe bir tâbir kullanmak gerekirse fémicide boyutuna, yani kadın katli boyutuna varan şiddet dalgasının yaratmış olduğu ve beslediği muazzam bir reaksiyon gösterdi toplum. Medya da buna dâhil oldu. Bu kez farklı nedenlerle, farklı amaçlarla, medyanın bir kesimi ya da diğer kesimi değil bütün kesimleri, iktidar medyası da buna dâhil oldu. Ama iktidar medyasında, benim gördüğüm kadarıyla en başta, olayı şahsîleştirme ve suçu bir kişinin işlediği yönünde bir izlenim yaratmak gibi bir çaba vardı; yani mümkün olduğu kadar âileyi bu suçtan uzakta tutarak –âileyi ve âilenin siyâsî çevresini tabiî ki– siyâsî bir tavır ve yaklaşım içindeydi iktidar medyası. İktidar dışında kalan medya için “alternatif medya” tâbirini sevmiyorum ve kullanmıyorum. Belki bir gün yine başka bir meseleyle konuşuruz bunları. Kemal’in, “ticârî medya”, “alternatif medya” gibi ifâdeler kullandığını görüyorum, ayrı bir konu tabiî bu. “Bağımsız medya” da diyemiyorum artık. Bu medya konusunda parantez açmış oldum. Ayrıca tartışılması gereken bir konu. İktidardan bağımsız medyanın burada haber peşine düşüp, haberi kovalamasına rağmen elde ettiği bulguları da bir bağlama oturtma konusunda eksik kaldığını görüyorum. Kemal’in söylediği konu aslında çok doğru. Anchorman’lerin biraz da gaz alma ve o gazı reytinge çevirme gibi bir amaçla da yaptıkları duygusal manipülasyonlar da vardı — en azından ben öyle görüyorum.
Mâdem lâf gazetecilikten açıldı, biraz standart olacak ama, bir de o açıdan bakmak lâzım. Medya bu kadar çok büyük bir ilgi gösteriyorsa, o zaman elde bir şeylerin olması lâzım; bâzı bilgilere ulaşmış olmamız lâzım. 5N 1K kuralı açısından bakalım: 5 N’nin 1 N’si biliyoruz. “Ne?”: Cinâyet var. “K”: “Kim?” sorusunun cevâbının yarısını biliyoruz. Kurban belli, ama katil ortada yok. Kurban küçük bir kız, Narin; ama katil ortada yok. Diğer 4 N’yi ise hâlâ bilmiyoruz. Çok enteresan gerçekten. Ortada 10 tâne tutuklu var. Gözaltına alınan toplamda 20-23 kişiydi galiba yanılmıyorsam. Yarısı cezâevinde, tutuklandılar. Ama içlerinde katil yok. Cinâyete iştirak eden var. Cinâyeti örtbas etmek, suçluları korumak vs. gibi suçlardan dolayı tutuklananlar var. Ama katil kim belli değil. Cinâyetin nerede işlendiği belli değil. 5 N’den ikinci N: Nerede? Nasıl işlendiği belli değil. Ne zaman işlendiği belli değil. Saati, günü hâlâ belli değil. Ve cinâyetin neden işlendiği belli değil. Ama ortada bir tavır var. Bir âilenin ve bir köyün –ki köy akrabalardan oluşuyor, kapalı bir köy aslında–; bu çekirdek âile ve halkalar hâlinde genişleyen akrabalar hiçbir şekilde yardımcı olmuyorlar olayı soruşturan savcıya ve kolluk kuvvetlerine. Hattâ konuyu saptırmak, soruşturmayı yanlış yere doğru sevk etmek, yönlendirmek gibi bir çaba içinde oldukları da görüldü ilk başta. Böyle bir tavır nasıl ortaya çıkabilir? Bir âile, bütün dinlerde ve bütün yasalarda ağır bir suç olduğu alenen belli olan, tartışmaya kapalı olan bir hususta, nasıl olur da hiçbir şekilde yardımcı olmaz, katili gizler ve nasıl olur da soruşturma bu konuda ilerleyemez, bir noktaya varamaz? Şu an insanlar tutuklu, fakat hiçbiri katil değil. Öyle görüyoruz. Bunu gelenek ve kültürle açıklamak zorundayız. Ortada aslında çok ciddî bir sosyolojik problem var: Gelenek ve kültür. Bu gelenek ve kültürü tel’in etmek, kınamak, yerden yere vurmak ayrı bir mesele. Bunu yapmak en kolay şey. Ama bu gelenek ve kültürün burada bir suçun topluca örtbas edilmesi ve suçlunun gizlenmesi yönünde tezâhür etmesi nasıl olabiliyor? Kemal’in de söylediği gibi, bunun siyâsî bir hâdise olduğunu, siyâsî bir yönünün olduğunu, siyâsetten güç aldığını ve Türkiye’deki siyâsal değişimden beslendiğini de kabul etmemiz lâzım.
Türkiye’de siyâsî kültür son 10-15 yılda olağanüstü şekilde değişti ve dönüştürüldü. Özellikle bölge açısından baktığımız zaman, Diyarbakır çevresi, Batman gibi bir bölgeye, orada yaşayan Kürt nüfusun bir kesimine koyu bir taassup dayatılıyor. Hattâ o koyu taassubun siyasallaşmış kanadı olan Hizbullah, bugün iktidârın ortağı. Hizbullah’ın kız çocuklarının okula gönderilmemesi gibi talepleri dikkate alınıyor. Yine koyu taassubun bir başka temsilcisi olan tarîkatların talepleri, meselâ İstanbul Sözleşmesi’ni tek yanlı olarak iptal ettirdi. Buna benzer şeyler… Bu liste tabiî ki çoğaltılabilir. Geldiğimiz nokta bu. Diğer taraftan, toplum dehşet bir yarılma içinde ve bu dehşet yarılma da ortaya herhangi bir sonuç koymuyor. Büyük bir fokurdama, bir ilgi var bu olaya karşı. Bir tiksinme hâliyle birlikte yönelmiş bir ilgi. Diğer taraftan da kolluk kuvvetleri ve olayı soruşturan savcılığın açıkçası çok da istekli davrandığı kanaatinde değilim. Onlar da toplumun bir kesiminden ve medyadan gelen baskı altında, bir şeyler yapıyormuş gibi görünmeye çalışıyorlar. Açıkçası çok da olayı çözmek gibi bir gayretkeş tutum içinde oldukları izlenimi bende doğmuyor. AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu sonradan “Açıklamam çarpıtıldı” dedi, ama hiç alâkası yok. O iki cümle yeter zâten. Ensarioğlu, orada bâzı yerlere bâzı mesajlar verdi: “Bilmediğiniz, bilsek bile söylemeyeceğimiz şeyler var. Âilede bizim dostlarımız var” dedi. Bu iki cümleyi bağlamından ayrı veya bağlamın içinde tartışsak da varacağımız yer aynıdır. Bu iki cümle hiç telaffuz edilmemeliydi. Bundan sonra zâten ne yapsan boş.
Türkiye’nin gerçekten ciddî olarak taassup gibi bir problemi var. Karl Marx’a atfedilen bir söz var: “Ölmüş nesillerin gelenekleri, yaşayan nesillerin kâbusudur”. Bugün biz Narin olayında bu kâbusu yaşıyoruz aslında. Çünkü Narin olayında karşımıza çıkan bu suspus olma hâli, olayı örtbas etme hâli, katili koruma hâli, aslında bir gelenek ve kültürün tezâhürü. Bunun başka türlü açıklanması mümkün değil. Suçluyu teslim etmeme tavrı, ancak ve ancak katilin kimliğiyle îzah edebilir. Katilin toplumdaki yerinin harcanabilir olmasıyla açıklanabilir. Sâdece suçun niteliği değil, maktulün durumu da ortadadır. Katledilen kişinin durumu açısından da bakmak lâzım. Aslında çok çok ciddî, vahim bir trajediyle karşı karşıyayız. Şu âna kadar katilin ortaya çıkartılamamış olması trajedinin en tepe noktası.

Ruşen Çakır: Bu konuyu daha epeyce konuşacağa benziyoruz. Hakîkaten tekrar aynı şeyi söyleyesim geliyor. Kadri ve Kemal’in de vurguladığı gibi, bu kadar insanın bu olay üzerinde böyle fütursuzca tepinmesi, medya denen şeyden geriye ne kalmışsa… Ekranda şöyle şeyler de görüyorsun: Kare şeklinde oturmuş dört kişi var. Dördü de birbirinden farklı. Narin hakkında konuşuyorlar. Biri konuşurken diğer üçü cep telefonundan sosyal medyaya bakıyor. Böyle iğrenç bir durum. Neyse bu konuyu kapatalım.  
Teğmenler konusunu konuşalım tekrar. Geçen haftaki yayında https://medyascope.tv/2024/09/06/rusen-cakir-kemal-can-ve-kadri-gursel-ile-haftaya-bakis-230-chp-iktidara-yuruyor-mu-sisi-erdogan-kavusmasi-tegmenlerin-kilicli-yemini/ da konuştuk gerçi. Bildik bir şey oldu tabiî. Her zaman olduğu gibi, Erdoğan bu tür konularda önce sustu ve ortamı kolladı. Ömer Çelik, “Atatürk’ün adını anmalarında bir sorun yok” açıklamasını yaptı. Bu arada iktidar yanlıları askerî vesâyet konusunda birbiriyle kavga etti. Sonra Erdoğan, İmam-Hatipliler Kurultayı’nda “40-50 tânesi” diye telaffuz ederek “Kılıçları kime sallıyorsunuz?” dedi ve bu sefer iktidar yanlıları aynı tonda Erdoğan’la aynı pozisyonu aldılar. Belli ki bayağı sayıda öğrenciyi –daha doğrusu öğrenci değiller artık, mezun oldular ve teğmen oldular– ordudan atacaklar, öyle gözüküyor. Diğer taraftan onlara ilk gün sâhip çıkanların önemli bir kısmı, Erdoğan’ın çıkışından sonra fazla bir tepki vermedi. Bir tek Özgür Özel ısrarlı bir şekilde, “Tabiî ki Mustafa Kemal’in askerleri olacaklar. Başka ne olacaklardı?” dedi. Sonuçta fatura teğmenlerin bir bölümüne kesilecek. Bunun etrâfında şöyle de bir şey oldu. Sizin de dikkatinizi çekmiş midir bilemiyorum, ama bu olay üzerinden giden bir şey oldu: Erdoğan’la şu ya da bu nedenle değişik zamanlarda yollarını ayırmış bâzı kişiler, Gelecek Partili, şucu, bucu, birtakım kalem erbâbı kişiler, o klasik, eski günlerin askerî vesâyet söylemleriyle Erdoğan’a tekrar ulaşmanın aracı olarak bu olayı kullandılar. Şu hâliyle bu olay bitmişe benziyor. Ama bu teğmenlerin içerisinde özellikle birinci olan, ikinci korsan yemini ettiren Ebru Eroğlu’nun ve diğer bâzı teğmenlerin ordudan ihraç edilmesiyle belki olay tekrar gündeme gelir. Ama şu hâliyle de üzerinde epeyce konuşulacak bir olay, değil mi Kemal?
Kemal Can: Evet. Bu tür vakalarda hep “Amaç hâsıl oldu” diye kullanılır ya? Erdoğan açısından, bir tür “Allah'ın lütfu” gibi işledi hâdise — ya da ona çevirebildi. Geçen hafta da söylediğim gibi, bu konudaki kanaatim çok değişmedi. Konunun böyle üç hâneli sayıda ihraç içeren büyük bir hamle, komuta kademe aşamasına yayılan büyük bir temizlik vesîlesi gibi işlemeyeceğini düşünüyorum. Erdoğan: “30-40 teğmen” diyor. Daha sonra çıkan kulis haberlerinde de “30-40” lâfı dolaşıyor. Geçen hafta konuştuğumuz gibi, daha sonra çıkan görüntülerden, bu yemin gösterisine katılan teğmen sayısı 20-30 kişi değil, daha fazla sayıda teğmenin katıldığı görülüyor. Neredeyse mezun olanların yarısından fazlasının, Erdoğan’ın sorduğu gibi birilerine kılıç çekmiş görüntüsü vermek istedikleri kanaatinde değilim. Belki bir miktar, sembolik sayıda birilerini ihraç ederek ya da disiplin cezâsı vererek zaman içerisinde konunun kapanacağını, uygulama anlamında çok genişletmeyecekleri kanaatindeyim.
Ama öbür taraftan ilk cümlemde söylediğim “Amaç hâsıl oldu” açısından çok elverişli bir şey oldu. Erdoğan pek çok meselede bunu çok rahat yapıyor. Bu vesîleyi kullanarak; çok kararlı, eğilmez, dik duran ve hâlâ canlı olan vesâyet odaklarına karşı “sağlam duran lider” görüntüsünü pekiştirmiş oldu. Sen örneklerini verdin: Karşı tarafta, ilk tereddüt nedeniyle iktidârın biraz alttan alacağı kanısına kapılan, bunu düşünerek biraz yüksek perdeden çıkış yapan, hattâ bunun toplumsal desteğinin de kuvvetli olacağı varsayımıyla biraz da tribünlere oynayan çıkışlar, Erdoğan’ın hamlesiyle hızlı biçimde yatıştı. Bunu daha önce başka vesîlelerle konuştuk, Erdoğan’a rest çektiğinizde ya da Erdoğan’a “Hadi bakalım. Yap da görelim” çıkışı yaptığınızda, eğer o yaptığında bir şey yapamıyorsanız, devâmını getiremiyorsanız, bu yaptığınız kendi güçsüzlüğünüzün teyidi anlamına geliyor. Genç teğmenlerin arkasına takılmak ya da birtakım genç teğmenlerin şu ya da bu nedenle kendi aralarında bir duygudaşlıkla yaptıkları işin peşine takılmak, tıpkı sokak röportajında biraz filtresiz konuşan birinden büyük bir muhâlefet potansiyeli ya da bir muhâlefet faktörü îcat etmek gibi bir şey. Muhâlefet dediğiniz şey ise, kendi başına harekete geçmiş birtakım şeyleri işâret ederek, “Bakın, buralarda böyle şeyler oluyor” diye gösterip, orada oluşan mağduriyetlerin de “Arkasındayız. Yalnız değilsiniz” diye peşine takılmak çok etkili bir sonuç vermiyor. Bu hâdisede de onu yaşadık. Erdoğan için amaç hâsıl oldu. Hem kendi tarafını bir hizâya soktu, hem de karşı tarafa, “O kadar da celâllenmeyin, o kadar da bunun üzerinden yükselmeyin” demiş oldu; hem de tâbir yerindeyse hava da yapmış oldu. Ama işi uygulama anlamında daha ileriye götüreceği kanaatinde değilim.
Geçen hafta, bunun bâzı nedenleri olduğunu, zâten böyle bir mühendislikle davrandığını, dış politikada da iç politikadaki bâzı meselelerde de verilen yüksek reaksiyonla yapılan arasında fark oluyor. “One minute” olayında da böyleydi, toplumsal meselelerde de böyle, başka şeylerde de böyle. O havanın devâmı çok fazla getirilmiyor. Çünkü bunun, o havanın kullanışlı olmasıyla bir ilgisi var. Fazla uzatıp büyüttüğünüzde, o kullanışlılığı biraz zorlarsınız. Şu anda tam istediği kıvamda. Hem kendi tarafını bir derlemiş toparlamış, hem de senin biraz önce söylediğin gibi, hattâ kendi tarafının biraz dışında durmaya kalkmış olanları da safa dizmiş, karşı tarafın bütün havasına ve bağırıp çağırmasına rağmen aslında yine klasik “Darbeci misin? Vesâyetten yana mısın?” suçlamalarından kaçınmak için hemen geriye çekilebileceğini gördüğü, 30-40 tâne teğmenin başına patlayacak bir iş olarak kapanacak. Ama bu şeyi mümkün kılan zemin ve bunu yaratan motivasyon ortadan kalkmış değil. Bunu Erdoğan da gayet iyi biliyor. Bunu tam olarak bilmeyenler ya da bunu nasıl kullanacaklarını bilmeyenler, karşısında yer alanlar. Bence problem burada oluşuyor. Teğmen vakasında da benim gördüğüm –yine bir başka çok acâyip gelişme olur, başka bir tarafa evrilir ama– başından îtibâren izlediğim ve buradan süzülerek kalan politik sonuç, bana böyle bir resim gösteriyor.

Ruşen Çakır: Kadri, ne diyorsun? Kemal’in dediği gibi, Erdoğan için hakîkaten maksat hâsıl oldu mu? Sonuçta Erdoğan bu işten kârlı çıktı mı? Açıkçası Erdoğan’ın bir kârı olsa bile, sonuçta Kemal’in söylediği gibi böyle bir zemin var. Böyle otoriter bir yönetimde teğmenlerin böyle bir şeye cesâreti ve cüreti aslında başlı başına çok önemli bir şey söylüyor bize. Bâzıları “Başıma gelecekleri bilseydim yapmazdım” diyebilir, ama sonuç olarak buna bir tepki doğacağını kestirmiş olmaları lâzımdı. Ne dersin Kadri?
Kadri Gürsel: Doğru. Geçen hafta da tartıştık bu konuyu. Teğmenlerin eylemi elbette ki cüretkâr bir eylem, cesur bir eylem. Ve çok riskli bir eylem. Fakat ben eylem kadar, teğmenleri bu eyleme sürükleyen, onları bu eyleme iten ortamı daha çok önemsiyorum. İki açıdan baktım ben bu konuya. Birincisi, genç teğmenler rahatsız da, niye rahatsız? Muhtemelen mezun oldukları okuldaki eğitim düzeninden de belki rahatsızlar. Komutanlarının Hizbullahçı ile yan yana fotoğraf vermesinden de rahatsızlar. Belki Genelkurmay’ın çatısı altından alınmış olan bâzı kuvvetlerde, bâzı tarîkatların çok etkin olduğuna dâir çeşitli söylentiler var — ki bunların mesnetsiz söylentiler olduğu kanaatinde değilim, ama şu anda söylenti boyutundalar. Bunlardan rahatsızlar. Belki de görüyorlar, birebir yaşıyorlar bunları. Bu rahatsızlıkları bir yana koyalım. Ama bu rahatsızlık bir disiplinsizliğe neden oluyor. 
Diğer taraftan, Fethullahçı darbe girişiminden sonra Millî Savunma Üniversitesi’nin başına dekan olarak târihçi Erhan Afyoncu geldi. Harp Okulları’nın başına sivil dekan atadılar. Sivil hocaların sayısı arttı. Böyle bir sivilleştirme ve aynı zamanda da iktidârın meşrebi, iktidârın ideolojisi ve çizgisi doğrultusunda bir silâhlı kuvvetler tasarlamak gibi bir amacı var bu hareketin aslında. Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni, giderek Cumhuriyet dönemi boyunca bilinen kimliğinden uzaklaştırıp, iktidârın ve Erdoğan’ın çizgisi, siyâsî kültürü, ideolojisi doğrultusunda bir noktaya ne kadar çekebilirlerse o kadar başarılı olacaklardı. Burada bir başarısızlık var bir kere. Bence Erdoğan bu başarısızlığı da gördü. Şu an partisinin toplumda azınlık durumunda olduğunu da biliyor. Atatürk’ün mîrâsının Türkiye’de kendi canlı hâlinden daha güçlü olduğunun da farkında. Cumhuriyet ideal ve ideolojisinin Atatürk’le özdeşleştiğinin farkında. Mustafa Kemal Atatürk’ün, bir yanda da artık devletin inhisârından çıkıp –çünkü devlet Atatürk’ü terk etti, kovdu kendi divanından– halka mal olduğunun farkında. Tören bittikten sonra, çoğunluğu oluşturan bir grup genç teğmen tören kılıçlarını çekerek, şakırdatarak, birbirleriyle temas ettirerek “korsan yemin töreni” düzenliyorlar. Bu yemin töreninde, 2016’dan sonra kaldırılan bir yemini hep bir ağızdan tekrar ediyorlar. Bu tablo karşısında Erdoğan’ın dehşete düştüğünü canlandırıyorum gözümde. Dehşete şöyle düştü: Artık 22 yıldır Türkiye’yi yönettiği için, hangi krizler, hangi sadmeler, durumlar karşısında reaksiyon vermek için ne yaptığını ne kadar beklediğini ölçebiliyoruz. Erdoğan’ı tahlil etmek artık hiç zor değil. Lineer bir çizgide ileri geri şeklinde hareket ediyor. Çok abartılacak bir durum olmadığını düşünüyorum. Bu açıdan sofistike bir şey yok. Çözümlenmesi zor bir insan değil. En ağır krizlerde maksimum 4 gün bekleyen Erdoğan, tepki göstermek için bu kez 9 gün bekledi. Dokuz koca gün geçtikten sonra ağzından çıkan sözle muhâlefetin ağzına da bir kaşık bal çaldı neredeyse. “O kılıçları siz kime çektiniz?” dedi. Aslında “Mustafa Kemal'in askerleriyiz” dedikleri için bu kadar kızgınlık ifâdesiyle tepki gösterdi 9 gün sonra. Aslında orada edilen yemin değil, “Mustafa Kemal'in askerleriyiz” sloganı onu çok rahatsız eden bir slogan. Âdeta kendisini bir yerde başa dönmüş gibi hissetti. Belki emeklerinin büyük ölçüde boşa gittiğini falan düşündü. Buna benzer şeyler.
Dolayısıyla Erdoğan açısından tablonun o kadar da parlak olmadığı kanaatindeyim. Erdoğan’la oradan oraya savrulan gürûhun zavallı hâlinin kamuoyunun da gözünden kaçtığını zannetmiyorum. Tabiî ki Mustafa Kemal’in askerleri. Özgür Özel de, “Hepimiz Trikupis’in askerleriyiz mi diyeceklerdi?” dedi. “Mustafa Kemal'in askerleriyiz” sloganı her ne kadar Ergenekon-Balyoz operasyonları sırasında ortaya çıkmış bir slogan olsa da, artık kaynağından koptu ve bir yerde genel kabul gören bir slogan hâline geldi. Bu “askerleriyiz” sözcüğü ayrıca tartışılır. Ama bu sloganı bu genç teğmenler atmayacaktı da başka kim atacaktı? Hâliyle şimdi Erdoğan açısından, yukarı tükürse bıyık aşağı tükürse sakal bir durum var. Çünkü çeşitli söylentiler de dolaşıyor. Savunma Bakanı Yaşar Güler’in, bu teğmenler ordudan ihraç edilirse istifâ etme hazırlığı içinde olduğu yönünde birtakım duyumlar, iddialar var. Ne kadar doğru bilemem, ama var. Eğer teğmenler bir noktada ordudan ihraç edilirse –ki o nokta gelene kadar çok beklenecektir– uygun şartların oluşması, kamuoyunun bunu çok büyütmeyeceği bir ânın kollanması gibi bir siyâsî takvim mühendisliği yapılacaktır; palas pandıras gidilmeyecektir bu olayın üstüne. Olayın biraz daha yatışması beklenecektir. Netîcede ortada bir disiplinsizlik var mı? Objektif kriterler açısından var. Disiplinsizliğin olduğu yerde disiplin cezâsı uygulanacak mı? Uygulanırsa da nasıl bir şey olacak? Teğmenlerin sicillerine mi işlenecek, yoksa hepsi doğrudan tart mı edilecek? Şu an Erdoğan’ın verdiği tepki, ordudan ihraç işlemlerinin yapılacağı gibi bir izlenim veriyor. Bunun nasıl olacağını göreceğiz.
Diğer taraftan, böyle bir şey olduğunda iktidar içinde de görev bekleyen, eski görevine geri dönmek isteyen, gözden düşmüş bâzı eski askerler –Hulusi Akar’ı kastediyorum, çok târife gerek yok– “Bana gün doğdu” gibi düşünüyor olabilir. Ekonomide bir Mehmet Şimşek dönemi oldu, gitti, kovuldu. Kovulduktan sonra tekrar zorla geri getirildi. Hulusi Akar da, “Yaşar Güler istifâ ederse bana da belki Savunma Bakanlığı’na dönmek tekrar mümkün olur. Ben de o güzel lâcivert üniformamı giyer, tekrar birlik teftiş etmeye çıkarım” diye bekliyor olabilir. Nereden geldik şimdi Hulusi Akar’a? Hulusi Akar’ın gündem olan sözlerini konuşalım demiştik galiba. Ama herhalde zamânımız yetmeyecek. Böyle bir değinmiş olalım sâdece.

Ruşen Çakır: Ne demişti Hulusi Akar?
Kadri Gürsel: Okuyayım: “Eğitimin amacı bilgi edinmek değildir”. Bu çok veciz bir söz. “Eğitimin amacı, 1) Allah korkusu, 2) kuldan utanmaktır.” Ben bu konuşmanın çıkışını aldım. Burada her cümlesi ayrı ayrı tartışılıp yerden yere vurulabilecek şeyler içeriyor. Her cümlesi yanlış. Şimdi vaktimiz yok, bunu konuşmayalım. Bilemiyorum programı yöneten sensin. Ama son cümlesini okuyayım: “Çocuklarımız da bize yabancılaşıyor. Bunu verdik verdik…” –yani onun tasavvurundaki eğitimi– “…verdik verdik; veremezsek, ondan sonra çocuklarımız da bize yabancılaşıyor, kendi torunlarımız bize yabancılaşıyor” diyor. Bu tam bir mutaassıp, dar kafalı, yobaz bir zihniyetin kendini ifâde etme şekli. Nesil çatışması olmadan gelişme olmaz. Bir toplumda, bir sonraki nesil önceki nesli taklit ediyorsa o toplum sonunda yok olmaya, çökmeye mahkûmdur. O yüzden tekrar söylüyorum Karl Marx’ın lâfını: “Ölmüş nesillerin gelenekleri, yaşayan nesillerin kâbusudur”. Hulusi Akar’ın burada, modern eğitim, modernitenin klasik değerleri, sorgulayıcı akıl, eleştirel akıl, bilgi, bilimsel düşünce dururken, sâdece ve sâdece medrese eğitimini savunması, medrese de değil taş mektebi savunması çok büyük şanssızlık. Okuma yazma da öğretecek herhalde bunun yanında. Onu savunuyor. Neyse.

Ruşen Çakır: Kemal, sen ne diyorsun bu konuda?
Kemal Can: Belki de Hulusi Akar’ın torunları, kuldan utanma eğitiminden dolayı uzaklaşıyordur.
Kadri Gürsel: Meselâ. Misal. 
Kemal Can: Kuldan utanmayı öğrendikleri için, bu nesilden uzaklaşıyor olabilirler.
Kadri Gürsel: Ama sen başarı atfediyorsun o zaman.
Kemal Can: Onların başarmaya çalıştığı şeyi değil, hakîkaten bilgiyle edindikleri bir “kuldan utanma ve yanlışı görme” sâyesinde uzaklaşıyordur belki.
Kadri Gürsel: Ama uzaklaştığı zaman gittiği yerde, modern dünyada rekabetçi olması ve güçlü olması için gerekli hangi bilgiler varsa, onu ona kazandırmış bir eğitimden geçmiş olması lâzım. Çünkü bildiğim kadarıyla Hulusi Bey’in oğlu uluslararası finans sektöründe, değil mi?

Ruşen Çakır: Kızı için söylenenleri biliyorsunuz: Hacettepe Tıp Fakültesi’ne çok alâkasız bir bölümden yatay geçiş yaptı.
Kemal Can: Biyolojiden tıbba geçti.

Ruşen Çakır: Sonra da soruşturmanın zaman aşımına uğradığı söylendi. Neyse onları kendi kaderleriyle bırakalım. Gelelim erken başlayan rekabete. Önce CHP’nin Tüzük Kurultayı’nın bir bölümünde Ekrem İmamoğlu bayağı iddialı bir konuşma yaptı. Belli ki çok hazırlanmış; danışmanları hazırlamışlar. Sonra Mansur Yavaş kürsüye çıkartıldı. Mansur Yavaş: “Bana bir saat önce haber verdiler. Ben de bilseydim Ekrem Bey gibi bir konuşma hazırlardım” dedi. Aslında orada olayı gördük. Siz de fark ediyor musunuz bilmiyorum, başka versiyonlar da vardır tabiî; ama birbirinden farklı insanların, sağda solda Ekrem İmamoğlu’na yönelik birtakım lâfları var. Kemal, ortak eski arkadaşımızın yayın organında, “Ekrem İmamoğlu’nun diploması sahte” diye haber çıkmış. Gördün mü onu?
Kemal Can: Gördüm, evet. 

Ruşen Çakır: Birileri sürekli bir şeyler yapıyor. Bu arada da Mansur Yavaş ısrarlı bir şekilde az konuşuyor. Az konuşan birisi olarak biliniyor ama konuşma sıklığını biraz daha artırdı. Sürekli “Türkiyeli diyenler gitsin”, “Ne mutlu Türküm diyene” gibi milliyetçi mesajlar veriyor. Bir de DEM Parti aleyhine konuşuyor. DEM Parti’nin ötesinde, Kürtlere yönelik, “Kürtler oy vermese de olur” gibi bir havada gidiyor. Sanki çok erken başlamış gibi bu olay. Bayağı da süreceğe benziyor. Her iki taraf da çok ciddî bir şekilde bu işe yatırım yapmış durumda. Diğer husus ise, kimin olacağından ziyâde, iktidar Ekrem İmamoğlu’nun olmaması için yatırım yapmışa benziyor. Bir de tabiî ki hep var olan yasal hikâye: İstinaf, Anayasa Mahkemesi, siyâsî yasak meselesi var. Ne diyorsun Kemal? Bu iş bayağı kızışacağa benziyor sanki.
Kemal Can: Evet, ama burada pek şaşırtıcı bir şey yok. Çünkü bunu üçüncü kere izliyoruz aslında. Eskiden muhâlefet bloku vardı: partiler, Altılı Masa, diğerleri… Çok adaylı ittifaktan beri, 2018’den bu yana, Erdoğan iktidârını devirmeyi öncelikli hâle getiren muhâlefet ittifâkının bu kazanma stratejilerinin aktörler bazında tartışıldığı üçüncü devreyi yaşıyoruz. Her seferinde bu böyle yaşandı. İlk turda tek aday meselesi vardı. Onun bozucusu da Meral Akşener olmuştu. Herkesin kendi adayıyla çıkması ve “Gel bakalım Muharrem formülü”, peşinden Kılıçdaroğlu’nun adaylığıyla biten Altılı Masa hikâyesi. O zaman da yine İmamoğlu ve Mansur Yavaş faktörleri vardı. Şimdi tekrar yeni bir “kazanacak aday” perspektifinden başlayan bir mücâdele. Bu, muhâlefetin biraz seçmenini de içine çektiği, “Ne var yani? Tabiî öyle olması lâzım. Bıkmadınız mı yenilmekten?” denilerek, seçmenin de rızâsının bir mecbûriyete dönüştürüldüğü kısır bir siyâsî çekişme. “Bu iktidar kuvvetli bir iktidar. Bu iktidârın elinde çok enstrüman var. Devlet de elinde; ayrıca çeşitli numaraları var. Çok da yetenekli bir oyun kurucuya sâhip. Dolayısıyla bunu yenmenin yolu, bununla baş edebileceğine önce kendi kamuoyumuzun, daha sonra da Türkiye’nin iknâ edileceği bir aktör lâzım. O aktör üzerinde mutâbakat lâzım. Hattâ o aktörle mutâbakat da yetmez. Onlar yarışmadan, o aktörü bulalım, önünü de temizleyelim.” 2018'den beri –hattâ daha evveli de var ama– bütün plan bunun üzerine çatılıyor. Aslında iktidârın başka araçlarla yürüttüğü siyâsetsizliğin muhâlefet tarafından da kabul edilip devam ettirildiği bir vasatı mümkün kılıyor.
Şimdi yine bu versiyonun içerisindeyiz. Şu anda bütün aktörlerin, senin söylediğin gibi hızlı harekete geçmesinin nedeni, bu ön temizleme işi. Herkes, kendi iddia ettiği gücünün iddia ettiği kadar olmadığının farkında olduğu için, diğer adayları elimine ederek ya da kendisine mecbur olunduğu fikrini erkenden yaratarak sonuç almaya çalışıyor. Yani muhâlefetin kazanabilecek birden çok adayı varsa bunlar ortaya çıkabilir. Zamânı geldiğinde birbirleriyle de yarışabilir. Kendi partileri ya da muhâlefet kamuoyu veya genel olarak Türkiye’nin eğilimi, biri etrâfında daha somut bir bütünleşmeyi işâret eder ve o yoluna çıkar. Ya da belki rekabet ederler. Yarışa bile öyle girebilirler, sonra başka bir formüle gider. Ama bunların hiçbiri doğal siyâsî süreçler hâlinde yaşanmıyor. Geçen hafta da CHP içini, Tüzük Kurultayı’nı konuşurken bahsettik. Yine taktik alanda; ön temizlenecek, birtakım vekil sözcüler üzerinden, kimin neden doğru aday olduğu üzerine kamuoyu hazırlanacak, diğerlerinin neden aday olmaması gerektiği üzerine anlatılar kurulacak. Sonuçta süreç çok erken bir zamanda aktörler için hazır hâle gelecek. Ama bu erkencilik ya da bu acelecilik baskısı, adayların ya da bu aktörlerin etrâfında kümelenmiş birtakım gruplar tarafından daha da manipülatif biçimde hızlandırılan süreç, aslında her seferinde muhâlefetin aleyhine çalıştı. 2023 bunun en çarpıcı örneği. Adaylık tartışmalarını, açıkça Altılı Masa’da ve konuşmaları gereken yerde konuşmadan kamuoyu önünde çok erken başlatmaları, bütün adayları yıpratan, sonuçta da kayıpla sonuçlanan bir süreçle tamamlandı. 2023 seçiminden önce, “Mansur Yavaş’ın Erdoğan tarafından en kolay yenilecek seçenek” olduğunu söyleyen, “İki hafta içerisinde paramparça eder” diyen –hattâ bir tânesi senin yayınında anlatmıştı bunu– birtakım araştırmacıların, şimdi başka göstergeleri işâret eden anketlerini ve yorumlarını görüyorum. 

Ruşen Çakır: Bunun bir muz orta olduğunu ve Kadri’nin de hemen bu topa gireceğini düşünüyorum. Beni zor durumda bırakmayın.
Kemal Can: Başka örnekler de söyleyebilirim. Yakın zamâna kadar “Mansur Yavaş” diye bahsettiği insanı “Mansur Bey” diye değerlendirmeye başlayanları izliyoruz. Daha önce “Ekrem İmamoğlu” diyenlerin şimdi “Ekrem Bey” demeye başladığını görüyoruz. Buradan yakınlık ve pozisyonu anlayabiliyoruz. Bunlar pozitif versiyonlar. Senin söylediğin gibi bunun negatif versiyonları da var. “Onun da şusu var, bunun da çöpü var, onun da gözünde çapak var” filan denebiliyor. Yani bu tersinden de işliyor. Çünkü bir adayı parlatma işi tek başına yapılan bir şey değil. Aynı zamanda diğer adayları hırpalama, gözden düşürme işi yapılıyor. Bunun için kocaman bir medya oluştu. Özellikle CHP medyası, neredeyse tamâmen bununla iştigal eder hâle geldi. Hattâ artık iktidarla uğraşmaktan çok, enerjisini aktörlerin birbirleri karşısındaki pozisyonunu belirlemeye harcayan bir içerik kazandı. Bu aslında daha önce de öyleydi. Hatırlarsanız geçen hafta da başka vesîleyle konuştuk: İktidâra karşı gibi yapılan her çıkışın, aslında muhâlefet içerisindeki dengelerdeki karşılığının hesaplanarak yapıldığını kolayca görüyoruz. Çeşitli aktörlerin ve doğrudan iktidârın da bu işlerin içerisinde rolü var. Senin söylediğin gibi, bâzen yasa ve yargı araçlarını kullanarak engelleyici bir fonksiyon içeriyormuş gibi görünüyor. Bâzen de bu fonksiyon tam da bir adayın olması gerektiği aday olmasına kanıt sayılıyor. Böyle bir süreç işliyor.
Bir süredir, bu hazırlığın çok tek taraflı gideceği, Kılıçdaroğlu’nu değiştiren Kurultay’dan sonra, Özgür Özel’in de İmamoğlu sâyesinde oraya geldiği gibi bir varsayımla, “Tamam, artık yol açıldı. İmamoğlu’nun 2028 adaylığı üzerine geliştirilecek bir strateji işliyor” durumu biraz ortadan kalkmış ve aktörler çeşitlenmiş durumda. Özgür Özel de özellikle son dönemde güçlü genel başkanlık ve güçlü teşkîlât görüntüsüyle yeni bir boyut kazandı. Öte taraftan, bu yol temizliğinin çok da kolay kabul edilmeyeceğini gösteren Mansur Yavaş gibi aktörler, kendi pozisyonlarını, o kadar çok vekil sözcüye sâhip olmasa bile, başka kanallar kullanarak gündeme getirmeye başladılar. CHP kamuoyuna, “Bakın, burada bir şey başlıyor” dediğini görüyoruz. Bizim “Erken mi başladı bu mücâdele, rekabet?” dediğimiz şeyin bir tür kabul ettirilmesi süreci. Bu, kendi başına kötü bir şey değil. Tabiî ki bir partide kazanmayı güçlendirecek aktörlerin yarışması, birbiriyle rekabet etmesi, daha iyi bir seçenek için bunların tartışılmaya başlanmasında hiçbir mahzur yok. Ama hâdiselerin hiçbiri bu açıklıkta cereyan etmiyor. Tıpkı 2023’te olduğu gibi, her şey aslında başka bir şey yapılıyormuş kılığında. “Aslında sâdece kazanmak için konuşuyoruz biz bunları. Sonrasıyla hiç ilgimiz yok. Kazanalım, ondan sonrasına bakarız” denilerek, herkesin sonranın hesâbını yaptığı kapalı bir tartışmanın ürünü olduğunu daha sonra çok net gördük. Hattâ Erdoğan’ın yenilmesi için neredeyse kendini paralayan en önemli aktörün, Kılıçdaroğlu’nun yenilgisinden birkaç ay sonra soluğu Külliye’de aldığını da müşâhede ettik. Dolayısıyla bu tür değerlendirmeler sorunlu. Şu anda girilmiş olan bu hat, erken rekabet, rekabetin kendisi kötü olduğu için değil rekabetin yapıldığı alanın, Ekrem İmamoğlu’nun Kurultay’da söylediği gibi, “ ‘Bu millet çok sıkıntıda’ diyerek milletin önüne gidip, tekrar tekrar kendi bildiklerini onlara anlatmakla bir yere varamayız” lâfının devâmında, kendi farkını, kendi çözüm projesini, kendi iddiasını, bulunduğu pozisyonun avantajlarıyla değil, kendi iddialarıyla açıkça tartışmaya açan tarafları görmüyoruz. Hâlâ çok taktik alanda ve yıpratıcı bir siyâsî performansla bunu izliyoruz. Bunun sıkıntılı bir şey olduğunu, bu sıkıntının üç kere deneyimlendiğini unutmamak lâzım. Açık tartışma iyi bir şeydir. Rekabet iyi bir şeydir. Farkların ortaya çıktığı tartışmalar geliştiricidir, verimlidir. Ama taktik alana sıkışmış siyâîsetsizlik, sâdece retorik sloganlarla, “Bu doğru değil. Biz daha başka bir Türkiye için bir şey yapıyoruz ve yapmalıyız” iddiasını içeriklendirmemek, buradaki tercih farklarının neler olduğunu anlatmamak, bunu birtakım profesyonellere hazırlattığınız şablon cümlelerden ibâret tutmak, doğru bir yaklaşım olmaz.

Ruşen Çakır: Evet Kadri Bey, seninle noktayı koyalım. Ne diyorsun? Rekabet başladı. Kemal, “Rekabet iyidir, ama açık olması kaydıyla” diyor. Şu hâliyle baktığımız zaman taraflar birbirlerine karşı kibar. Îmâlı lâflar dışında pek bir şey yok. Ama tarafları destekleme durumunda olan kişilerin, destekledikleri kişileri övmekten ziyâde, karşı çıktıklarını yerme ya da yerin dibine batırma gayretleri daha fazla olduğu dikkatimi çekiyor. Sen ne dersin?
Kadri Gürsel: Rekabet, ama ne için rekabet yapılıyor? Bir düzen değişikliği, rejim değişikliği için mi rekabet yapılıyor? Rekabet ettiğini varsaydıklarımızın Türkiyeye vaat ettikleri nedir? Bu sorunun cevâbını biliyor muyuz? Bu aktörler ne vaat ettikleri konusunda şu âna kadar bir şey söylemişler midir? Söylememişlerdir. 2023 Mayıs’ından bugüne kadar geçen 16 aylık süre zarfında, sâdece bir istisnâ var, o da Mansur Yavaş. Daha önceki programda da söyledim. CHP Tüzük Kurultayı’ndan önce Ankara İl Danışma Kurulu Toplantısı’nda çıkıp, ilk defa, “Parlamenter sisteme geçiş konusunun altı mutlaka çizilmeli. Ben şahsen böyle bir gücü istemiyorum. Bu bizim olmazsa olmazımız olmalı. Parlamenter sisteme geçiş konusunda çok kuvvetli söylemlere ihtiyâcımız vardır” dedi. Dolayısıyla, öncelikle Meral Akşener’in ihâneti nedeniyle çuvallayan –başlıca faktör budur, bunun adını koymak lâzım; orada konu ortak aday tartışması değildir– o beğenmediğimiz Millet İttifâkı’nın bir rejim değişikliği projesi vardı. Bu saçma sapan, ucûbe Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ni değiştirip, yerine güçlendirilmiş bir parlamenter demokrasi ihdas etmek gibi bir şey. Benim de olumlu baktığım yönü buydu.
Bugün için bizim gördüğümüz şu: Bundan sonraki seçimler, “Erdoğan gitsin” seçimleri olacak. O zaman Erdoğan’ı sandıkta kim götürecekse ona verilecek oylar var. Ama Türkiye’nin de çok ciddî sorunları var. Türkiye’nin baş çelişkisi Erdoğan olabilir, ama ekonomiyi nasıl çözeceksiniz? Ekonomik krizden nasıl çıkaracaksınız Türkiye’yi? Türkiye’de bütün kötülüklerin anası olan hukuksuzluk probleminin kaynağı olan yargı düzenini nasıl değiştireceksiniz? “Henüz bu konularda konuşmak için erken. Potansiyel adaylar bu konularda niye konuşsunlar ki? Onlar zaten belediye başkanı. İşlerini düzgün yapsınlar” diyeceksiniz. O zaman, bu konuda Cumhuriyet Halk Partisi’nin konuşması lâzım, bir şeyler üretmesi lâzım. Ben Cumhuriyet Halk Partisi’nden de bu konuda herhangi bir çalışma, çaba, üretim, sonuç göremiyorum. İki program önce söylediğim ifâdeyi tekrarlıyorum: CHP, “normalleşme” adı altında ılımlı muhâlefet yapmıyor, hafif muhâlefet yapıyor. Hafif muhâlefet de tebessümle izlenir ancak. Veyâhut iktidârın işine yarar. “Cumhuriyet Halk Partisi Türkiye’nin birinci partisi” diye reklam sloganı gibi yazmakla olmuyor bu iş. Çünkü o bile tartışılır günün birinde. “Birinci parti demiştin. Hadi ne oldu şimdi? Kaçıncı oldun?” diye bu işin makarası yapılır.
Şimdi Cumhuriyet Halk Partisi’nin birinci parti mi ikinci parti mi olduğu tartışılıyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nin hâlâ Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi adlı bu rejimin esâsını irdelemekte ve kavramakta biraz sıkıntı duyduğunu düşünüyorum. Bu bir “Tek Adam” rejimi. Biz yine yerine bir “Tek Adam” seçeceğiz. Türkiye’de seçmen ittifâkıyla muhtemelen böyle olacak; yeni bir Tek Adam seçilecek. Bu Tek Adam, partisine karşı göreceli veya açıkça belli oranlarda bağımsız, otonom bir pozisyona sâhip olacak. İsterse tam bağımsız bir pozisyon da izleyebilir. Mevcut anayasa ona bu gücü veriyor. Dolayısıyla bizim bugünden îtibâren partileri tartışmak yerine, aslında geleceğin Cumhurbaşkanı’nı tartışıyor olmamız lâzım. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi’nin birinci parti olması hiçbir şeyin garantisi değil. CHP birinci parti olarak da pekâlâ eski iktidârın sandalye sayısına erişemeyebilir; Parlamento’da azınlıkta kalabilir. Burada önemli olan cumhurbaşkanlığı seçimidir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde de sandıkta kurulacak bir seçmen ittifâkının sonucunda –buna “Türkiye İttifâkı” diyor Özgür Özel– ortaya çıkacak bir netîce.
Tabiî burada da bir siyâset mühendisliği yapılmıyor değil. Bir tarafta Mansur Yavaş faktörü var. Mansur Yavaş’ın Cumhuriyet Halk Partisi adayı olmadığı takdirde bağımsız aday olabileceği konusunda aylar öncesinden duyumlar vardı zâten. Sürecin bu yönde ilerlediğini görüyoruz. Diğer taraftan da İmamoğlu’na siyâset yasağı getirilebileceği yönünde iddialar var. Bu iddiaların en büyük destekleyici unsuru, Erdoğan iktidârının, bir süre sonra ekonomide tedrîcî bir iyileşme sağlayıp, belki yeniden birinci parti konumuna yükseldikten sonra, kendisini güvende hissedebileceği bir noktada, yargıyı silâh olarak kullanarak bu konuda siyâset mühendisliğine girişebileceğidir. Böyle bir durum oluşursa, o zaman karşısında ne olacak? Çok kısa sürede çıkartabilir bunu. İstinaf zâten önemli bir aşama değil. Asıl önemli olan Yargıtay. Oradan sonra Mansur Yavaş’la karşı karşıya kalabilir. Asıl bunlara hazırlanmak lâzım. “Mansur Yavaş-İmamoğlu rekabeti” derken, ortada bir ikilem yok. Ortada, denkleme etki eden bir Cumhuriyet Halk Partisi var. Cumhuriyet Halk Partisi’nin, Mansur Yavaş’ı ve İmamoğlu’nu doktrine edecek, onları bağlayacak, onları baskı altına alacak politika setleri üretmesi lâzım. Bunu yapmıyor Cumhuriyet Halk Partisi.
Diğer taraftan da iktidârın kendine olan güveni ve sâhip olduğu gücü nasıl kullanacağı, güç algısının ne yönde şekilleneceği de ayrı bir şey. Çünkü geçmişte, “Bu iktidar, iktidarda kalmak, seçim kazanmak için her şeyi yapar. Kaybedeceği seçimi yaptırmaz. Kaybetse de gitmez” deniyordu. Bunun çok doğru olmadığını biliyoruz. Çünkü iktidârın gücü nispetinde ancak aklından geçenleri yapabileceğini biliyoruz. Bakalım, iktidârın gücü, geçici bir süre için de olsa İmamoğlu’nu tasfiye etmeye yetecek mi? Böyle bir şey yaparsa, onun yerine CHP’nin adayı kim olursa olsun açık farkla kazanabilecek mi? Mansur Yavaş’ın gerçekten usta bir kampanyacı olup olmadığı ayrı bir mesele, oralara kadar gitmeyelim. Ben, İmamoğlu konusunda uygun zamanı kolladıklarını düşünüyorum. Rekabet husûsunda ise, burada egoların savaşı olduğunu kanaatindeyim. Mansur Yavaş’ın zâten Cumhuriyet Halk Partisi’nde ciddî bir gücü ve tabanı yok. Cumhuriyet Halk Partisi açısından İmamoğlu doğal aday olarak gözüküyor. Ama İmamoğlu’nun karşısında potansiyel bir siyâset yasağı tehdidi var. Bu tehdidin de kuvveden fiile geçmesi, AKP’nin, Erdoğan’ın ekonomideki performansına, önümüzdeki bir yıl içindeki performansına bağlı. Ondan sonra kendinde yeterli özgüveni ve gücü görürse, bu yönde harekete geçebilir bu iktidar. Daha önce seçimlerin sonuçlarını değiştirmek için neler yaptıklarını hatırlayalım. İmamoğlu-Mansur Yavaş rekabetinde daha işin çok başındayız. Kılıçlar da çekilmedi. Ayrıca, çekilmesi de gerekmiyor. Çünkü iki taraf da, biri ya da öteki, sonuç ne olacaksa, başka faktörlerin, başka aktörlerin karârı veya eğilimi, eylemliliğinin de bunda etkili olacağını biliyor. Mansur Yavaş eğer bağımsız adaylık gibi bir seçeneği tutuyorsa aklında, bu belki de rekabetin kızışmasını önleyecektir.

Ruşen Çakır: Bütün bu konuştuğumuz konulardan çok bağımsız bir konudan bahsetmek istiyorum. Batı Şeria’da bir Türk genç kadın öldürüldü, biliyorsunuz: Ayşenur Ezgi Eygi. Amerika’dan, Seattle’dan gitti oraya. Türkiye’de doğmuş, ama Amerikan vatandaşı. Özgeçmişine baktığımız zaman, Seattle’da Filistin dâvâsına inanan sosyalist bir hareketin içerisinde yer alıyor. Barışçıl bir amaç için, kanunsuz yeni yerleşim yerleri açılmasına karşı direniş için oraya gidiyor. Orada bir keskin nişancı tarafından öldürüldü.
Günlerdir hep aklıma geliyor. Gazze meselesi başladığından beri birçok siyâsetçi sürekli Filistin’e gitmekten bahsetti biliyorsunuz. En son Hakan Fidan, Refah Kapısı’nın orada bir yerde basın açıklaması yaptı. Ama Filistin’e de girmedi. Şimdi bir Türk kadın, ABD’den, Seattle’dan kalkıp Filistin’e gitti ve öldürüldü. O arada karşıma şöyle bir şey çıktı. Adını vermeyeceğim, ama paylaşımını görünce tepem attı. Türkiye’de iktidar yanlısı, İslâmî kesimin önde gelen bir kadın ekran yüzü, bir paylaşım yapmış X hesabında. Starbucks’ta çekilmiş bir fotoğraf var. Starbucks, “Kahvemiz 120 lira değil, 55 lira” diye yazmış. Yani yarı yarıya indirmiş fiyatı Starbucks. Bu kadın, o fotoğraf üzerinden bir zafer metni yazmış. “Biz sizi böyle mahvederiz. Şöyle yaparız” diye paylaşmış. Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Amerika’dan, Seattle’dan bir kadın kalkıp barış için Filistin’e gidiyor ve maalesef orada hayâtını kaybediyor. Ama Türkiye’de, ekranlarda Filistin’le yatıp Filistin’le kalkanlar Starbucks’ın indirim yapmasıyla övünüyorlar. Güyâ o kadar çok boykot yapmışlar ki Starbucks mecbur kalmışmış. Böyle garip bir ülkede yaşıyoruz. Bunu söylemek istedim. Çünkü hakîkaten çok öfkelendim. Ayşenur Ezgi’ye çok üzüldüm. Ama gördüğüm kadarıyla, Türkiye’de bu işten bayağı ekmek yiyen insanlar hâlâ Starbucks indirim yapmışmış da filanmış, onun derdinde. Evet, bitiriyor muyuz? 
Kemal Can: Siz bilirsiniz.

Ruşen Çakır: Bu arada Kadri Bey kitaplarıyla bizi ezdi geçti.
Kadri Gürsel: Estağfurullah. Ben beyaz fonda konuşmayı sevmiyorum. Arkada bir şeyler olsun istiyorum.

Ruşen Çakır: Zâten biz de sevmiyoruz, ama bizim evimizde, bulunduğumuz yerlerde kitap yok.
Kadri Gürsel: Burası benim İstanbul’daki çalışma odam. Nerede konuşayım ki başka?

Ruşen Çakır: Tamam canım, biz seni takdir ediyoruz.
Kadri Gürsel: O zaman bir dahaki sefere stüdyoda buluşalım.

Ruşen Çakır: Tamam o zaman. Ben haftaya İstanbul’dayım. Gelirseniz burada buluşuruz. Evet, çok teşekkürler Kadri ve Kemal. Tabiî ki izleyicilerimize de çok teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere. İyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
22.09.2024 Erdoğan ile Esad buluşmasını beklerken
15.09.2024 Erdoğan’ın “din düşmanları”na ihtiyacı var
13.09.2024 Haftaya Bakış (231): İmamoğlu-Yavaş rekabeti - Narin Güran cinâyetinde tutuklamalar - Genç teğmenler krizi
12.09.2024 Mehmet Altan ile söyleşi: Türkiye’nin gidişâtı
12.09.2024 BRICS nedir? Türkiye üye olursa ne olur? Sinan Ülgen ile söyleşi
11.09.2024 Transatlantik: Trump-Harris düellosu - Hakan Fidan Arap Ligi’nde - 23. yılında 11 Eylül saldırıları
09.09.2024 Hafta Başı (1): Narin Güran cinayeti | Erdoğan teğmenleri hedef aldı | Hopa’da yaşananlar
08.09.2024 Erdoğan genç teğmenlerden rahatsız
07.09.2024 Müslüman Kardeşler out, “kardeşim Sisi” in!
06.09.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (230): CHP iktidara yürüyor mu? Sisi-Erdoğan kavuşması - Teğmenlerin kılıçlı yemini
22.09.2024 Erdoğan ile Esad buluşmasını beklerken
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı