Gökhan Bacık değerlendirdi: Siyasi partiler ve liderler çözüme ne derece hazır?

08.08.2025 medyascope.tv

8 Ağustos 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Gülden Özdemir hazırladı

Ruşen Çakır: Profesör Gökhan Bacık'la konuşalım diyorum. Herhâlde Gökhan şu anda hatta olması gerekiyor. Gökhan, seninle hep Fethullahçılık, cemaat işleri konuşuyoruz ama şimdi biraz daha sahici konulara gelelim. O hikâye çünkü birazcık hikâye olmaya başladı, onu ayrıca konuşuruz.
Gökhan Bacık: Tabii.

Ruşen Çakır: Sen şimdi Medyascope'ta yazdığın haftalık yazılarda düzenli bir şekilde bu konuyu ele alıyorsun ve şöyle, demin izleyicilere söyledim; iyimser ama eleştirel.
Gökhan Bacık: Evet.

Ruşen Çakır: Neden iyimsersin, neden eleştirelsin?
Gökhan Bacık: Şimdi şunu söyleyeyim; bir kere bu kompleks ve zor bir süreç. Dolayısıyla siyaset biliminde bu tür kompleks ve zor süreçlere baştan "buradan bir şey çıkmaz" yahut "bu çok iyi olur" deme imkânı yok. Yani buna benzer süreçler sadece etnik sorunların çözümü değil, büyük ekonomik planlamalar, kalkınma planlamaları, işte anayasal değişiklikler, biraz heuristik. Yani süreç giderken sonuçlarını verir. Dolayısıyla bu sürece baştan "her şeyi çözecek, aradığımız budur" demek ne kadar yanlışsa, ikincisi de "bu süreçten bir şey çıkmaz, bu çok kötü" falan demenin de sorunlu olduğunu düşünüyorum. Ben süreci son derece önemli buluyorum. Öte taraftan elbette bu sürecin demokrasiyle netice vermesini temenni ederim. Ama etnik sorunların çözülmesi için kamuoyu ilgisinin az olması, sorunun demokrasi ve başka sorunlara ilintilenmemesi de faydalı olabiliyor. Yani bizim elimizdeki bazı etnik sorunlar geçmişte başka ülkelerde nasıl çözülmüş buna baktığımız zaman aslında bunların böyle kamuoyunun çok ilgilenmediği, biraz duygusal mesafe olduğu, hatta "sorunu çözelim bu demokrasiyi getirir" yani sorunla beraber demokrasi değil de "bu sorunu çözersek Türkiye'nin başka sorunlarının çözümüne de katkıda bulunur" gibi yaklaşımlar daha etkili olabiliyor. Üçüncü bir nokta da şu: Türkiye'de geniş bir kitle bu süreçte Erdoğan'ın bir siyasi çıkar sağlayacağını düşünüyor. Bununla ilgili rezervasyonları var. Bu olabilir. Yani siyasette siyasi aktörlerin bir belediye başkanı park bile açsa bunu siyasi kazanca tahvil edebilir. Ama ben sürecin Erdoğan için de riskler barındırdığını düşünüyorum. Hatta şöyle söyleyeyim: Muhalefet şöyle düşünmeli, bu süreçte önemli olan eğer Erdoğan'ın siyasi bazı amaçları varsa bundan kaçınmak değil, onu kendi oyununda açık düşürebilmektir. Yani onun da bu süreçte karşılaşacağı bazı riskler ve maliyetler olacaktır. Dolayısıyla muhalefete de burada siyaset yapma olanağı doğacaktır. Her şeyden önemlisi Türkiye'de depolitizasyon çok yoğun yaşanırken bütün aktörleri çok kritik bir siyasi mindere çekiyor bu süreç. Yani muhalefetin de elinde yeteneklerini kullanırsa Erdoğan'ı kendi oyununda açık düşürebileceğini düşünüyorum. Burada özel bir neden de var, o da şu: Bu konuşmayı 3 sene 4 sene önce yapsam daha pesimist olurdum ama şimdi son derece şapkadan siyasi manevralar çıkartan, Erdoğan'ı zaman zaman açık düşüren bir muhalefet lideri var, Özgür Özel. Hepimiz bunu görüyoruz. Yani Özgür Özel'in başlangıçtaki düşük karizması, işte böyle klasik Türk liderlik tipine göre daha düşük bir tını vermesine rağmen gün geçtikçe kendini, yani hiçbir kesimin beklemediği, biraz önce ifade ettiğim gibi şapkadan tavşan çıkartabiliyor, ilginç karşı hamleler yapabiliyor. Bütün bunları dikkate alırsanız ben süreci makul görüyorum, çok kritik ve bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Ama öbür taraftan Türkiye'nin yakın geçmişinde böyle bir süreç tabiri caizse siyasi bir felaketle sonuçlandı. Dolayısıyla burada hadiseye şüpheyle bakmamızı gerektirecek veriler de var. Yani Türkiye'de yaşıyoruz, bir önceki çözüm sürecinin nasıl sonuçlandığını, arkasından gelen hadiseleri bildiğimiz için benim pozisyonum ben bu süreci çok kritik tarihi bir fırsat olarak görüyorum ama süreçle ilgili bazı rezervasyonlarım da var.

Ruşen Çakır: Şimdi ben bu yayının başlığını "Siyasetçiler ve toplum çözüm sürecine hazır mı?" diye koydum ve biraz önce Sabancı Üniversitesi'nden Profesör Nebi Sümer'le çok güzel bir yayın yaptık ve Nebi Hoca toplumun birtakım kaygı ve beklentilerini dile getirdi, çok ufuk açıcıydı. Seninle başladığımız yerden devam edelim, "Siyasetçiler hazır mı?"ya biraz daha fazla yoğunlaşalım. Sen Özgür Özel'den bahsettin, çok önemli o söylediğin tespitler. Gerçekten Özgür Özel Türkiye'de gündemi belirleyen bir siyasetçi oldu ve çözüm sürecine karşı tavrını da aslında bayağı bir — bence, itirazın varsa lütfen söyle, biliyorsun en kritik karar CHP'deydi, komisyona katılıp katılmama — beceriyle, bir nitelikli çoğunluk ön şartı koşup onu da alınca katıldı falan. Diğerlerine bakalım biraz, CHP'ye tekrar geliriz. Şimdi burada normalde beklenenin tam tersi bir durum var. Bahçeli sürecin sahibi gibi gözüküyor. Erdoğan geç bir şekilde olaya dahil oldu ve hiçbir zaman da Bahçeli'nin coşkusunu göstermedi. Bunlar şimdi Türkiye'deki siyasi ön kabullere bakıldığında çok farklı bir şey. Sen bunları nasıl okuyorsun? Kimileri biliyorsun "iyi polis, kötü polis oynuyorlar" falan diyor. Bahçeli'nin ve Erdoğan'ın tutumları arasındaki farkı nasıl yorumlarsın?
Gökhan Bacık: Şöyle düşünüyorum, ben "iyi polis, kötü polis" düşüncesini samimi görmüyorum açıkçası. Yani Türkiye siyasetinin kompleks dinamikleri açısından basit bulurum doğrusu bu açıklamaları. Benim burada gördüğüm iki tane faktör var. Birincisi, Bahçeli'yi çok iyi analiz etmek lazım. Bahçeli MHP'yi devraldığında MHP herhâlde kurulduğundan beri %10 oy alamamıştı. İkincisi, Soğuk Savaş bitmişti ve MHP Soğuk Savaş döneminde antikomünizm üzerine bir siyaset yapıyordu. Bahçeli bu partinin ideolojisini yeniden konumlandırdı. O zaman hatırlarsanız Kürt karşıtlığına konumlandırdı. Yani Bahçeli'nin MHP üzerinde doktrini dönüştürme etkisi var. Yani MHP tarihinde Bahçeli, Alparslan Türkeş'ten devraldığı partiyi toplumsallaştırmış, gerektiğinde partinin ideolojisini bile değiştirebilmiştir. Bu çok önemlidir. Mesela ilk başta Ülkücü Hareket’in son derece ünlü isimleri Bahçeli’yi eleştirmiş ama onlar tasfiye olmuştur. Yani Bahçeli'nin Ülkücü Hareket üzerindeki doktriner etkisini küçümsememek gerekiyor. Dolayısıyla bence Bahçeli şu anda milliyetçi harekette Türkeş'ten aldığı MHP döneminde yaptığı bir doktrin dönüşümünü yapıyor. Yani MHP de dönüşüyor bu süreçte. Üçüncüsü de şu var: Bahçeli burada anladığım kadarıyla kamuoyuna sadece bir parti temsilcisi olarak, yani biz Bahçeli'ye baktığımız zaman MHP'nin liderinin olaya bakışı değil, bir devletin, artık Türkiye'de başkanlık sistemiyle fiili bir koalisyon ortaya çıktı, dolayısıyla devletin bir kısmını temsil eden bir kişinin bakış açısını görüyoruz. O nedenle MHP'deki bu gelişimi elbette şaşırtıcı buluyoruz bir ölçüde ama Bahçeli'nin geçmişte böyle, yani MHP'nin geçmişi… Şimdi şöyle bir problemimiz var: Ben de ideolojik olarak MHP'ye eleştirel bakan bir arka plandan geldiğim için MHP ile ilgili bazı siyasi manevraların, siyasi teşhislerin hakkını vermekte zorlanabiliriz. Yani burada MHP'nin kendi geleneğine rağmen bazı manevralar yapabildiğini, topluma başka şeyler söyleyebilme yeteneğinin olduğunu teslim etmemiz gerekiyor. Bu yalnız, biraz önce söylediğim gibi, yeni bir şey değil. Yani Türkeş'ten devralınan partiyi Bahçeli şöyle ya da böyle Türkiye siyasetinin merkezine çekmiştir. Bu partiye yüksek oranda oy almaktadır. Mesela şu gün işte anketlerde %8 kadar çıkıyor bildiğim kadarıyla. %8 oyu Türkeş döneminde MHP hiçbir zaman görmemiştir hatırlarsan. Dolayısıyla Milliyetçi Hareket Partisi'nin ben yeni ortaya çıkan düzende kendine bir merkez rol almaya çalıştığını, merkeze gelmek demiyorum, merkezde rol almaya çalıştığını düşünüyorum. O nedenle partinin geçmişi, tarihsel bazı kırılmalarda aldığı pragmatik ve ideolojik değişikliklere bakarak burada aslında çok şaşırtıcı bir durum olmadığını, bunun "iyi polis, kötü polis" şeklinde düşünülmesinin yanıltıcı olacağını, en başta MHP'ye karşı bir haksızlık yapılacağını düşünüyorum. Öte taraftan şu da var: İster bunu Bahçeli bilerek yapsın, isterse... Çünkü biliyorsun kamuoyunda Bahçeli ve Erdoğan arasındaki farklılıklar üzerine büyük bir analiz kümesi var. İşte bazı kişiler bu farklılıklar üzerinde büyük şeyler söylüyorlar. Bu tartışmaların dışında ister istemez fiili başkanlık sisteminde, MHP'nin fiili iktidar ortağı olduğu başkanlık sisteminde, MHP iktidarın içinde bir denetleme organına dönüşmüştür. Bu MHP ile ilgili bir durum değildir. Yani yarın diyelim ki, spekülatif konuşuyorum, Cumhurbaşkanı Erdoğan başka bir partiyle ortaklık kursa o da bu hâle gelecektir. Yani bu sistem de facto bir sistemdir. Çünkü bu sistemi geçirirken kamuoyuna "koalisyonlar bitecek" sözü verilmiş ama fiili koalisyonlara geçilmiştir, yani ismi konulmamış koalisyonlara. Dolayısıyla buradaki fiili koalisyonda MHP ister istemez rejimin içinde, yani idarenin içinde bir denetim unsuru hâline gelmiştir. O nedenle MHP'yi ben aslında geçmişteki, yani bundan 3-5 yıl önceki söylemlerine göre şaşırtıcı bulmakla beraber MHP'nin Türkeş sonrası Bahçeli tarafından hem bazı politik olaylara bakış açısı hem doktrin değişiklikleri konusunda bunu bu partinin geçmişinin üretebileceğini düşünüyorum, geçmişine baktığımız zaman çok da şaşırtıcı olmadığını düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Peki, Erdoğan için ne dersin, Erdoğan'ın Bahçeli'nin gerisinde ve çok geç bir şekilde olaya dahil olması konusunda?
Gökhan Bacık: Şimdi şöyle, Erdoğan bu süreci yönetmek zorunda. İşte burada bir sorun var ama bu sorunla beraber işte kafasında belki bir kere daha aday olmak, tekrar seçim kazanmak, toplumsal desteği kazanmak, belki Kürt oylarını düşünmek… Dolayısıyla bu sürecin Erdoğan için ifade ettiği politik maliyetler sadece sorunun çözülmesinden daha fazla. O nedenle Erdoğan'ın burada Bahçeli'ye göre daha muğlak bir dil kullanmasını normal karşılıyorum. Yani Bahçeli son tahlilde son derece konsolide, zaman zaman muhalefette kalınca buna katlanabilen bir doktrin partisinin lideri. Yani diyelim ki Türkiye'de bir seçim yapıldı ve MHP Meclis dışında kaldı, bunun MHP'nin özgül tarihsel önemini değiştirmeyeceğini düşünüyorum. Ama aynı durum AKP için asla söz konusu değil. O nedenle Erdoğan bir taraftan çözüm süreciyle ilgili dinamikleri hesaba katmak zorunda. Bir taraftan da partisinin bu süreçteki siyasi, işte kamuoyu bunu nasıl algılayacak? Yani şöyle söyleyeyim, Türkiye'de bir tabir vardır, "davul birisinin boynunda, tokmak birisinin boynunda." Eğer bu süreç bazı siyasi maliyetler üretirse bunun en çok kaybedeninin Erdoğan olacağını düşünüyorum. İkincisi de şunu söylüyorum: Bu süreç eğer bazı siyasi maliyetler üretirse bunu absorbe etme yeteneği en düşük olan partinin AKP olduğunu düşünüyorum. Yani bu süreç diyelim ki bazı siyasi maliyetler üretti, sıkıntılar ortaya çıktı; buradan en çok AKP kaybedecektir, MHP daha az kaybedecektir. İkincisi, bu kayıplara karşı dayanıklılık testinin AKP'nin daha düşük olduğunu düşünüyorum. Bütün bunlar Erdoğan'ı temkinli bir yere doğru çekecektir. Yani Erdoğan daha temkinli olacaktır. İşte şehit anneleriyle ilgili diyalog kurmaya çalışacaktır, pazarlık olmadığını söylemeye çalışacaktır, işte ne bileyim, Kürtlerle politik bir angajmana girmediğini yani seçim düzeyinde bunu söylemeye çalışacaktır. Ancak şunu söyleyeyim: Gerek iç gerek dış faktörü hesaba katarsak bu sürece Kürtler kadar Türkiye kadar Erdoğan da mecbur. Yani bu bölge değişti. Ben şunu demiyorum öte taraftan, yani Amerikalılar gelip Türkiye'nin önüne bir şey dayatmadılar, o kadar basit düşünemeyiz. Ama bölgesel gerçeklikler var ve buraya herkes uymaya çalışıyor, Türkiye de buna uymak zorunda. İç politikada bazı gerçeklikler var. Amerika hiçbir şey demezse bu bölgesel değişiklikler olurken Türkiye içerisini toparlamadan burada önünün açılmasına imkân yok. Dolayısıyla bu süreç Erdoğan için de bir zorunluluk. Yani Erdoğan'ı salt ofisinde oturmuş, bir kez daha dönem kazanmak için bir fantezi kurgulamış, işte bunu da Kürtler üzerinde yapıyor gibi düşünmek doğru olmaz. Benim burada tekrar altını çizmek istediğim nokta, bu sürecin siyasi riskleri, kırılma fayları en çok AKP'ye yakın geçiyor. Yani bu süreci Türkiye'deki popüler bir jargon olan "deprem fay hatları" üzerinden düşünürsek, fay hatlarına en yakın parti burada AKP.

Ruşen Çakır: Burada şöyle bir husus var: Bu olaya karşı çıkan, açıkça karşı çıkan birtakım partiler var, Zafer Partisi, İYİ Parti başta olmak üzere ama şu ana kadar açıkçası çok etkili olduklarını ben gözlemlemiyorum. Demin Nebi Hoca’yla da bunu konuştuk. İmkânları sınırlı olduğu için olabilir ama bunun da ötesinde bir şey var. Yani sürecin başında olduğumuz için mi böyle? Yani olay ciddiye bindikten sonra bu itiraz sahipleri, bu süreci istemeyenlerin sesi daha gür ve etkili mi çıkacak, ne dersin?
Gökhan Bacık: Burada dediğine katılıyorum ama bence şundan dolayı, şimdi bir kere şunu kabul edelim: Bu sürece karşı olmanın siyasi bir getirisi de var Türkiye'de. Yani hiçbir şeye %100 toplum destek olmaz. Dolayısıyla bir grup partinin buna karşı siyaset yapıp bunu seçimlerde oya tahvil etmesi tutarlıdır. Buna bir şey diyemeyiz. Fakat bence İYİ Parti'nin, Anahtar Parti’nin problemi şu, burada bir nüans var: Türkiye'de sürece karşı olanlar bile 80'lerin jargonunu terk etmiştir. Yani siz bu sürece karşıysanız bile bugünkü şartlarda bunu politize etmeniz gerekiyor. Yani bu sürece karşısınız ama işte "teröristle masaya oturmam", işte "bunlar bilmem ne sürüsü." Yani Türkiye'de sürece şüpheyle bakan yurttaşların bile aştığı bir jargon bu. Dolayısıyla burada muhalefetin, eğer bu sürece karşı olmaktan dolayı politik kazanım ve etki bekliyorsa, günün şartlarına uygun revize edilmiş bir Kürt meselesi eleştirisi söylemi üretmesi gerekiyor. Yani ben bu partileri dinlediğimde 80'lerde 90'larda Kürt sorununa karşı olanların söylediği şeyleri tekrar ettiğini görüyorum. Bu, bu soruna şüpheyle bakanların bile bayat bulacağı bir söylem. Yani burada bence bu soruna karşı bir grup var, bu politikaya dönüştürülebilir; ama burada politika yapmaya çalışanların yeni bir söylemleri yok. Yani bu sorun ile buradaki muhalifler dahi çok kolay oryante edilemez. Eğer süreç bazı olumlu neticeler verirse senin dediğinin tam tersi olur, bu partiler zemin kaybederler. Burada İYİ Parti'nin, Anahtar Parti’nin, Zafer Partisi'nin günün şartlarına uygun yeni bir açıklama yapması gerekiyor. Yani işte "Türkiye bölünecek, o yüzden karşıyız." Bu saygıdeğer bir önerme, ama 90'larda kalmış bir önerme. İşte ne bileyim, mesela "Türklük yok olacak" veya "Türkiye İsrail uşağı olacak." İşte popüler örnekler veriyorum. Bu önermeler bence, tekrar edersem kendimi, sürece karşı gelenlerin bile… Yani şunu söylemek istiyorum; Türkiye'de sürece karşı daha avangart bir siyasi söyleme ihtiyaç var. Ben şu ana kadar bu partilerin bu avangart söylemi keşfedemediğini görüyorum. O nedenle bunların performansı, eğer kamuoyunun karşısına çıkıp "korkutma, Türklük, Türkiye, Türkiye'nin ismi gidecek" gibi söylemlerden de ziyade daha sofistike nedenlerle, işte "bu nedenle buna karşı gelmeliyiz" denilirse etkili olabilir. Şu ana kadar sürece karşı muhalefet partilerinde böyle bir sofistike söylem gözlemlemiyorum, daha ziyade eski ezberleri tekrar ediyorlar.

Ruşen Çakır: Peki, tekrar CHP'ye dönecek olursak, demin de bahsettik, CHP çok kritik bir durumdaydı, gözler üstündeydi ve en çok ona bakılıyordu ne yapacağı konusunda. Çünkü taraflar belli olmuştu. CHP'nin içerisinde hem bunu istemeyen hem de bunun bir Erdoğan oyunu olduğunu düşünen çok kişi oldu ve komisyon öncesi bir tür mobbing'e maruz kaldı CHP biliyorsun, girmesin etmesin diye ve girdi. Ve ilk toplantısında, komisyonun ilk toplantısında da bayağı bir CHP'nin birçok talebinin de oy birliğiyle kabul edildiğini duyduk. Ne diyorsun CHP'nin buradaki duruşuna? Ve hatta şöyle de bir husus var: Ben CHP'nin komisyonda ve süreçte DEM'le ve hatta MHP ile bir yakınlaşma içerisinde olma potansiyelini de görüyorum.
Gökhan Bacık: Elbette olabilir. Yani şöyle, şimdi Türkiye'de 20 yıldır AKP, şu kadar yıldır AKP iktidar olmasına rağmen CHP büyük bir kitleyi temsil ediyor. Yani şunu açıkça koyalım: CHP'nin içinde olmadığı bir turizm konusu bile yeteri kadar meşruiyet sağlamaz. Yani siyasette demokrasi önemlidir, adalet önemlidir, kalkınma önemlidir ama birinci kavram meşruiyettir. Bir şeyin meşruiyeti yoksa… Yani siz bu Kürt meselesini, işte Türkiye'nin demokrasi meselesini CHP olmaksızın çözemezsiniz. Aynı şekilde AKP olmadan da çözemezsiniz, MHP olmadan da çözemezsiniz. Dolayısıyla bir kere bu olayı çözmek için CHP'siz bir süreç, ‘‘toplumsal meşruiyet yok’’ anlamına gelecektir. İkincisi de hâlihazır anketlerde fark azalsa da artsa da CHP birinci parti ve nihayet önümüzde bir cumhurbaşkanlığı seçimi olacaksa belli ki CHP'nin çıkaracağı aday kim olursa olsun bu süreçte alternatif, yani Erdoğan'a karşı en büyük alternatif olacak. Dolayısıyla Cumhuriyet Halk Partisi'nin Türkiye'de hem özgül ağırlığı hem de kantitatif sayısal ağırlığı hem de biraz önce söylediğim gibi toplumun büyük bir kesimini temsil ettiği için meşrulaştırıcı gücü var. Yani ister bunu kabul edelim ister kabul etmeyelim; bir işin içinde MHP, CHP, AKP yoksa o meşru olmaz, tek taraflı olabilir. Ama burada senin söylediğin de doğru. CHP'ye baktığımız zaman bazen işte iş bitirici, olayları farklı algılayan, farklı tür düşünen, yani daha kıvrak düşünen, toplumsal dinamikleri çok daha iyi anlayan, toplumla iyi diyalog kuran, hiç bulmadığımız, fark etmediğimiz boşlukları fark eden bir lider var. Fakat bu lider zaman zaman sanki ona muhalefet eden bir parti örgütünün içindeymiş gibi bir görüntü çiziyor. Bazen onun peşinden gittiği ortaya çıkıyor. Bu, CHP için dezavantaj da olabilir, avantaj da olabilir. CHP süreçle ilgili riskleri bu kesimin üzerinden, yani partisi içindeki rezervasyonları bahane ederek de frene basabilir. Yani burada ben şunu söylemek istiyorum, şunu kabul edelim; dünyanın her tarafında kurumlar, aktörler önemlidir, süreçler önemlidir ama liderler bilhassa önemlidir. Ve şu anda, yani hani Erdoğan için şöyle deniliyordu ya, "ne olursa olsun tabanını ikna ediyor," CHP'nin içinde böyle bir lider çıktı ilk defa. Yani Özgür Özel, CHP bu tarafa da gitse bu tarafa da gitse kamuoyunu ikna edici bir söylem ortaya koyuyor. O nedenle ben, CHP'nin içinde bu farklı görüntülere rağmen Özgür Özel'in son derece yüksek bir meşrulaştırıcı gücü olduğunu düşünüyorum, buna bir yeteneği var. İkincisi başarı, başarı meşrulaştırıcı bir şeydir. Yani Özgür Özel'in dışında Cumhuriyet Halk Partisi tabanına seçimlerde başarı vadedecek bir profil gözükmüyor. En yakın işte ismi geçen kişi Kemal Kılıçdaroğlu, tam olarak başarısızlıkla özdeşleşmiş kamuoyunda, hak ediyor veya hak etmiyor. Dolayısıyla CHP'nin ben burada şuraya odaklanmasını bir yurttaş olarak öneririm: Erdoğan'ın bazı planları olabilir, stratejileri olabilir, bunu en iyi CHP'liler bilir, siyasette normaldir; ama önemli olan ondan kaçmak değil, onu kendi oyununda açık düşürmektir. Ki kanaatim CHP bugüne kadar, yani Özgür Özel'in başkanlığı bunu birkaç defa başarmıştır. O yüzden burada CHP açısından, eğer bu yeteneği devam ettirirse büyük risk görmüyorum. HDP ve MHP ile de iş birliğine gelince, evet fevkalade. Çünkü en başta söylediğim gibi, bu süreç yolda belirlenecek bir süreç. Yani muhakkak Erdoğan, muhakkak Kürt tarafı bazı hazırlıklar, perde arkasında anlaşmalar yapmıştır. Ama bu kompleks süreçler bir dalgaya benzer ve dalganın nereye varacağını, kimin lehine sonuçlar üreteceğini kestirmek mümkün değildir. O nedenle baştan işte "bu süreç, bu komisyon semboliktir, Erdoğan’ın istediği gibi olacak" demek siyasetin farklı ve kompleks dinamik yapısını anlamamak olur.

Ruşen Çakır: Peki, Kürt hareketine bakacak olursak, şimdi Kürt hareketi derken esas olarak Öcalan. Ne kadar takip ediyorsun bilmiyorum ama Öcalan'ın özellikle bu görüşme notları sızdığı kadarıyla baktığımız zaman ben açıkçası kendinden çok emin, ne yaptığını bilen ve bunu karşı tarafa, karşı taraf dediğim kendi insanlarına kolaylıkla empoze edebilen birisini görüyorum. Ve bazılarının sandığının tam tersine bu sürecin en önemli aktörlerinden birisi, baş aktörlerinden birisi. Yani o ilk baştaki çizilmeye çalışılan işte "devlet ona ufak tefek bir şeyler veriyor, o da devletin her dediğini kabul ediyor" gibi bir hava yok açıkçası. Yani ne diyor; norm devletle görüştüğünü söylüyor, iktidarla görüşmediğini, norm devletle görüştüğünü söylüyor.
Gökhan Bacık: Aslında hatırlarsın, birinci görüşmelerde de Öcalan’dan sürekli "CHP de işin içinde olsun" gibi notlar geliyordu.

Ruşen Çakır: Evet. Orada hatta şöyle demişti: "Ben devletle görüşüyorum. CHP devleti savunuyor, onunla da görüşmem lazım" demişti.
Gökhan Bacık: Şimdi Kürt hareketi şunun farkında, hatırlarsan bundan birkaç sene önce Barzani bir referandum yapmıştı, bağımsızlık çıkmıştı ama yani Kürt hareketini analiz edelim, Kürt hareketinin gücü, karşılığı var. Yani artık Kürtleri göz ardı ederek Ortadoğu'da analiz yapan bir uzman görmüyorum ben. Ama Kürtlerin meşruiyet problemi var. Yani Kürtler artık sorgulanmadan uluslararası bir aktör hâline gelmek istiyorlar. Bu da Kürtleri temkinli kılmak zorunda. Yani Kürtler de işte günü kurtaran, sadece Erdoğan'la pazarlık yapan… Yani bu süreç öyle bir meşruiyet üretmeli ki bunu Fransa da tanımalı, Avrupa Birliği de tanımalı, Almanya da tanımalı, Amerika Birleşik Devletleri de tanımalı. Dolayısıyla ben Kürt tarafının da bunun farkında olduğunu, o yüzden temkinli olacağını düşünüyorum. Yani Kürt tarafının günün sonunda Avrupa Birliği'nde, uluslararası sistemde onlara meşruiyet sağlamayacak, Suriye'de, şurada burada, Türkiye'de bir açık bir kapı üretmeyecek bir sisteme "bugün işler iyi gidiyor" diye evet diyeceğini sanmıyorum. Şimdi Öcalan'la ilgili şöyle, Türk kamuoyunda bu zor bir konu. Çünkü Öcalan, biliyorsunuz, işte 40 yıldır son derece sert bir şekilde eleştirilmiş biri ama ortada bir realite var. Şu kadar yıldır hapishanede olan bir kişinin düşünceleri işte Kuzey Suriye'de kasabalarda, köylerde etkili hâle gelmiş durumda. Bunu çok komple düşünmek lazım. Mesela şu soruyu Türk kamuoyunun kendisine sorması gerekiyor: Bu son 15 yılda bütün imkânlarına sahip, mesela Barzani modeli niye Suriye'de etkili olmadı? Bence bunun bütün eleştirilecek tarafına rağmen ‘‘Öcalanizm’’ denen siyasi olgunun moderniteye bakan paradoksal bir tarafı var. Yani Barzani ile kıyas ederseniz işte aşiret sistemi falan değil, daha böyle modern, işte kadınların önde olduğu, siyasal katılım, konseyler; bunlar bence Suriye'nin, Suriye'deki şehirli kitleleri, Suriye'deki geniş kitleleri etkiledi. O yüzden, beğenelim beğenmeyelim, Öcalan artık bölgede bir fenomen. Yani buna kızmamız veya bunu takdir etmemiz bir şeyi değiştirmiyor. O nedenle Öcalan'ın etkisi bu aşamada önemli. Çünkü, hep söylerim, karizmatik liderler kısa yol sağlar bize. Yani birçok insanla konuşmak yerine onun üzerinden süreci sağlayabiliriz. Ha, bunun zararları var mı? Var. Örneğin sürecin bence ilerleyen safhalarında Kürt hareketinin bu kadar da Öcalan'ın her dediğine "evet" ve "hayır" demesinin bazı sorunlarını yaşayabiliriz. Ama onlar bugünün tartışması değil. Yani son tahlilde benim ölçülerime göre Öcalan da son derece aşırı karizmatik bir liderdir. Yani karizmatikten kastım, aşırı saygı gösterilen bir liderdir. Bu, nasıl AKP-Erdoğan ilişkisinde problemliyse Kürt hareketinde de problemlidir. Ama onu tartışacağımız yerde değiliz şu anda. Yani bunu belki daha sonra tartışabiliriz. Şu aşamada Öcalan böyle bir müzakerede olmazsa olmaz. Hatırlarsan İran'la ilgili müzakereler okuyordum ben. Orada Amerikalılar şunu diyordu: "Diplomatlarla konuşuyoruz, bunlar Tahran'a gidiyor, mollaları ikna edemiyor." Yani bir müzakerede sizin kitleyi ve karar alıcıları etkileyecek, ‘‘tamam, bu böyledir" deyince halkın "ya bu lider bunu diyorsa bildiği bir şey vardır, biz de kabul edelim" diyecek bir aktöre ihtiyacınız var. Şimdi bunu sağlayan kişi Öcalan. Zaten devletin de bu kadar hengameden sonra tekrar bu adrese gitmesinin kaynağı bu. Yani kızalım kızmayalım, karşımızda peşinden sürüklediği kitleyi ikna edebilen, onlara "bakın, böyle bir şey var, bu sorunlu görünüyor ama bu iyidir" dese bile "evet madem öyle’’ denen, meşruiyeti olan bir aktör var. O nedenle Öcalan'ın da mekanik bir fırsat olduğuna hiç şüphe yok. Ama şunu da kabul etmiyorum: yani Kürtler böyle bir oyuncak, işte böyle bir kumpasın parçası. Kürt siyaseti çok kompleks, çok karmaşık ve en önemlisi Kürtlerin de biraz önce söylediğim gibi yapısal bir meşruiyet üretmeleri gerekiyor. O nedenle süreçte Kürtleri bir konu mankeni gibi, ne bileyim işte çok böyle Erdoğan'ın planına bunları dahil ettiği… Bunları doğrusu, biraz önce ifade ettiğim gibi, siyasetin karmaşık dinamikleri içinde doğru bulmam. Burada benim Öcalan’la ilgili gördüğüm şu: "Evet, bugün Türkiye'de MHP iktidarı var, AKP iktidarı var ama buradan öyle bir netice çıkmalı ki bu Türkiye'nin batısında da diğer siyasi aktörlerinde de kabul edilmeli." Satır aralarından, Öcalan'ın beklentilerinden onu görüyorum, Kürt hareketinden de onu görüyorum. Yani en başta şunu Kürtler bilecektir: "Biz bugün bir fırsatını bulduk, sadece iktidarın elitleriyle bir anlaşma yapıp buradan lanet olsun diye CHP'lilerin çekip gittiği bir masa üretirsek uzun vadede bu sorunu üretir." Bu onların işine de yaramaz. Dolayısıyla ben burada Kürt hareketinin temkinli davrandığını düşünüyorum ama son tahlilde onlar da bir diplomatik sürecin içinde. Yani şu anda Kürt hareketi de siyaset yapıyor. Yani Kürt hareketinin kalkıp ‘‘Ekrem İmamoğlu işte filan konuda 3 yıl önce, 2 yıl önce…’’ gibi konuşmasını bekleyemezsiniz. Onların da gözetmesi gereken dengeler var. Onlar da AKP ile konuşuyorlar, MHP ile konuşuyorlar. Dolayısıyla ben Kürt hareketinin şu ana kadar gittiği dengeli seyrin başarılı olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Bugün biliyorsun komisyonun ikinci toplantısı yapılıyor. Kapalı oluyor, gizli oluyor. 10 yıl boyunca tutanak tutulacak ama tutanaklar 10 yıl boyunca yayınlanamayacak. Kimse oradaki şeyleri kullanamayacak. Yani bir devlet sırrı olarak yapılıyor. Çünkü burada İbrahim Kalın, Yaşar Güler ve İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya sunum yapacaklar. Çok kritik bir toplantı. Şu ana kadarki Türkiye'deki tartışmaları düşünürsek, yani süreç öncesi tartışmaları, şimdi bakıyoruz orada ilginç bir kombinezon var. HÜDA PAR da var, DEM Parti de var, CHP de var, Türkiye İşçi Partisi de var, birer kişi de olsa, EMEP de var, tabii AKP var, MHP var ve oraya devletin üç büyük güvenlik bürokratı yöneticisi gelmiş ve belki de hakikaten devlet sırları söyleyecekler. Şimdi bu bayağı bir aslında yani böyle mucizevi bir olay sanki.
Gökhan Bacık: Evet, evet doğru. Yani devletin mahrem alanında artık toplumun çok geniş kesimleri var. Bu iyi bir şeydir. Bu iyi bir şeydir. Yani biraz önce saydığın partiler, keşke daha geniş olsaydı. Dolayısıyla evet, 3 yıl önceye, 4 yıl önceye göre bu devletin epey kararlı olduğunu gösteriyor. Yalnız şunu söylemek isterim, yani şöyle; TBMM'de veya bu tür yerlerde bu tür kapalı tutanaklarla ilgili toplumda yanlış bir algı var. Buraya gelen yetkililer teknik böyle olağanüstü bir sır açıklamazlar. Yani işte "şurada şöyle bir geçit var" falandan ziyade anladığım kadarıyla devletin yönelimini, yani devletin ne yapmak istediğini paylaşacaklardır. Bence kritik olan budur. Yani buraya gelen MİT müsteşarının veya filan bakanın kalkıp teknik işte silahlarla, şununla, bununla ilgili böyle hani "bilmediğimiz ne söylenebilir ki" gibi değil de, devletin burada ne yapmak istediğini, araziyi nasıl yorumladığını, süreçle ilgili uluslararası bazı bilgileri paylaşacağını düşünüyorum. Yani burada bu kişilerin bence söyleyeceği önemli şey devlet sırlarından ziyade devletin tam olarak ne yapmak istediğini siyasetle paylaşmalarıdır. Bu da Türkiye'nin bu kadar demokrasi, hukuk sorunu yaşarken en azından bu komisyonda devletin seçilmişlere, hangi partiden olduğuna bakmaksızın, bunu tartışması Türkiye'nin dediğim gibi kısıtlı imkanlarında iyi bir şeydir. Ama öte taraftan, hani çünkü böyle tartışmalar oluyor, sen de biliyorsun, "Meclis’e gelen MİT müsteşarı bilmediğimiz bir şey söylemedi" falan deniliyor daha sonra. Çünkü bu tip gizli tartışmalarda ve celselerde önemli olan paylaşılan insanları şok edecek gizli bilgiden ziyade devletin stratejisinin, işte o stratejinin ne yöne olacağı, neler yapmak isteyeceği. Yani devlet kendini planlamasını size söyler, siz de ona göre bir siyasi çözüm üretirsiniz. Dolayısıyla bu fevkalade önemli. Burada bütün partilerin bulunması da çok önemli. İşte diğer Kürt muhafazakar parti, Hizbullah biliyorsun, işte İşçi Partisi var, Türkiye'nin değişik kulvarlarından. O nedenle aslında Türkiye bu açıdan biraz paradoksal. İzin verirsen bir şey eklemek istiyorum. Ben burada Türkiye dersi veriyorum. Bir Japon öğrencime sunum yaptırdım. O öğrenci sunumda sınıfa resimler yansıttı. Sunduğu resimlerden biri Erdoğan'la Bülent Ersoy'un yan yana yemek yediği resimdi. Yani Türkiye'nin ne kadar paradoksal... Yani Türkiye’nin bir taraftan işte ciddi demokrasi problemleri var; ama öbür taraftan işte İşçi Partililerle devletin önde gelenleri Meclis’te çok kritik bazı şeyleri tartışabiliyor. Yani Türkiye'nin doğasında eskiden beri gelen bir paradoksal taraf da var. Yani bunun Türkiye'ye özgü bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu da senin isabetle altını çizdiğin gibi bunu hatırlatıyor bize. Önümüze koyuyor. Bu da önemli bir şey tabii.

Ruşen Çakır: Peki, son olarak şunu sorayım Gökhan, sence en kritik hususlar neler şu andaki sürecin önündeki? Yani tabii ki bölgesel hususlar da var ama esas olarak içeriye bakarak, siyasi dengelere, aktörlere baktığında neler nasıl büyük arızaya yol açabilir sence?
Gökhan Bacık: Üç konunun hassas olduğunu veya işte eşiklerin bu olduğunu düşünüyorum. Bir tanesi Öcalan'ın statüsü, bir tanesi bu. Yani Öcalan'ın statüsünün nasıl olacağı, çünkü bu kamuoyunun en çok ilgi göstereceği şey olacak. Birincisi bu. İkincisi de pek çok şey konuşulacak, şu olacak, bu olacak ama günün sonunda bu meselenin çözülmesi için siyasi bir reçete sunulacak, bu reçetenin ne olacağı önemli. Yani mesela PKK'lıların affedilmesi de çözümü getirmez. Sonuçta ne önerilecek Kürtlere? Yani dil hakkı mı verilecek? İşte Diyarbakır'da tabelalar Kürtçe olsun, Türkçe olsun mu denilecek? Yani birincisi Öcalan'ın statüsü, bu statü tartışması kamuoyunu kırabilir. İşte en başta söylediğim gibi süreç nasıl yönetilecek? Öcalan'ın statüsü tartışması nasıl yönetilecek? Burada partiler nasıl tavır alacak? Kamuoyu ne tarafa gidecek? İkincisi de burada Kürtlerle devlet, yani bu komisyon çözümü nasıl formüle edecek? Yani çözüm ne olacak ki bu sorun çözülecek? Yani dağdaki insanların inmesi elbette önemlidir ama bu dağdaki insanlar belli sorunlardan dolayı çıkmıştır. Peki bu sorunlar nedir? İşte dilsel haklar, etnik bir şeyler, anayasadaki vatandaşlık tartışması… Dolayısıyla çözüm kritik aşama olacak. Üçüncüsü de bu komisyonun Türkiye'nin bütün diğer sorunlarına bir çare olup olmayacağı bence kritik bir hâle gelecektir. Çünkü diğer partiler orada "Biz sizin projelerinize evet hayır demek için burada değiliz. Bizim de çantamızda bazı sorunlar var" diyecektir. Mesela diyelim ki Gezi tutuklularıyla ilgili ne olacak? Yani şunu kabul edebilir miyiz: Türkiye İşçi Partisi'nin temsilcilerinin dağdaki işte "terörist" denilen — devletin jargonunu konuşursak — kişilerin affedilmesi için ‘‘evet’’ derken, Gezi’den tutuklu insanları orada hiç konuşmamalarını bekleyebilir miyiz? Bekleyemeyiz. Dolayısıyla üçüncü kırılma noktası bu komisyonun Kürt, ülkücü, İslamcı, MHP, AKP taraflarının dışındaki paydaşlarının gündemlerinin ne kadar ilgi gördüğü. Bu da çok kritik olacak. Yani üç tane temel kritik kırılma noktası görüyorum. Mesela şeyin çok kırılma noktası olacağını sanmıyorum; silah bırakma, işte PKK'lıların gelmesi. Bunlar toplumda bazı gerilimler üretir ama bunlar aşılabilir. Çünkü bunlar son tahlilde barışçı bir şekilde topluma sunulabilir. Ama Öcalan'ın statüsü, siyasi çözümün niteliğinin ne olacağı ve buradaki diğer paydaşların sorunlarının ne kadar ilgi göreceği. Yani CHP'liler de "Evet, siz bu konuları aktardınız, Kürtler, AKP. Bak bizim de çantamızda şöyle problemler var" diyebilir. Mesela bunlardan bir tanesi hapishanedeki belediye başkanlarıysa o zaman işte o kırılma noktasına götürebilir. Yani orada işte o zaman CHP üzerindeki baskıyı tekrar konuşmamız gerekecek, işte öbür baskıyı konuşmamız gerekecek. O nedenle burada üç tane potansiyel kırılma noktası olacağını varsayıyorum. Dördüncü bir tane de ülke dışında, sen de iyi bilirsin, birinci barış sürecinin çökmesi üzerine büyük bir akademik literatür var. Bu literatürü okuduğun zaman şöyle bir ittifak var. Birinci barış sürecinin çökmesinin yapısal nedeni Suriye kriziydi. Çünkü devlet PKK ile otururken orada bir Kürt devleti kuruluyor algısını üretti, yani açık düşmüş saydı. Yani, "Ben seninle burada silahlanmayı konuşurken sen Suriye'de bir rejim kurdun, ne anlamı var?" Dolayısıyla ondan çöktü. Yani akademik literatürde bunun üzerine büyük bir ittifak var. Şimdi burada ikinci barış sürecinin avantajı işte bu yapısal sorunu içe kattık biz. Yani Suriye ile de gidiyor aslında iş. Dolayısıyla dördüncü bir risk de, ben bunu komisyon için görmüyorum çünkü komisyonun konusu değil Suriye, ama risk yaratabilecek şey burada öngörülemeyen bir değişiklik. Tekrar ediyorum, birinci barış süreci eğer akademik literatür okursanız; ‘‘efendim Cumhurbaşkanlığına Selahattin Demirtaş'ın adayı olması…’’ onlar da önemli ama temel olarak şundan çöktü, bütün mantığını öldürdü: Çünkü devlet Kürtlerle bir şeyi çözerken bu Kürtler, bu aktörler Suriye'de bir rejim kuruyor. Yani bunun bir anlamı kalmadı. Açık düştü devlet. O yüzden evet, komisyon Suriye üzerine konuşamaz ama o da kırılma üretebilir. Yani bu süreç işte bir yıl, bir buçuk yıl uzar, Suriye'de Kürtlerin içinde olduğu bazı değişiklikler Türkiye'deki süreci anlamsız hâle getirirse o zaman o dıştan bir risk olabilirdi. Ama içeride Türk kamuoyunu ve Türk karar alıcılarını üç büyük eşik beklediğini tekrar edersem: Öcalan'ın statüsü, önerilecek siyasi çözümün mahiyeti ve komisyonun AKP, MHP ve DEM Partili olmayan paydaşlarının gündemlerinin ne kadar ilgi göreceği.

Ruşen Çakır: Gökhan, çok sağ ol. Şunu sormama izin ver. Sen daha yakından takip ediyorsun. Çünkü Türkiye'de zaten birçok hesaplara erişim engeli falan var. Bu Fethullahçı cenah bu konularla ilgileniyor mu? Destekliyorlar mı, yoksa kendi içlerindeki bu kavgalardan dolayı ya da tartışmalardan dolayı bu tür konulara dahil olmuyorlar mı?
Gökhan Bacık: Tabii çok zor bir soru. Şöyle özetleyebilirim: Bir kısmı bütün bu olayı Erdoğan'ın yeni bir mizanseni olarak tartışıyor, yani ‘‘Bu Erdoğan'ın rejimini sürdürmesi içindir,’’ o şekilde tanımlıyor. Hareketin önde gelenleri ise bu konuda suskun kalıyorlar. Çünkü bu tabanı heyecanlandırıyor. Yeri gelmişken şunu söyleyeyim: Yurt dışındaki tabanın belki de %60'ı aşkını bezginlik içinde, hareketin yöneticilerinin onlara verdiği perspektifin karşılık bulmadığını düşünüyor. Paradoksal olarak bu hareketin yurt dışındaki tabanı ayakta kalıyorsa en etkili dinamik bir çıkış yolu olmaması. Yani aslında devlet, harekete bir çıkış yolu vermeyerek hareketi ayakta tutuyor. Yani tam ifade edersem böyle bir durum var. O yüzden hareketin içinde bazıları, yani isim vermeyeceğim ama eskiden beri daha böyle bu konulara sivil bakan bazıları bunu savunmakla birlikte resmî görüşü "bu konuya çok girmeyelim, bu konudan bize bir şey çıkmaz, bu bir umut hâline gelmesin." Belli bir grupta da tabiri caizse negatif teoloji, yani aslında Erdoğan hareketin teolojisi hâline geldi. Yani her şey Erdoğan'a göre yorumlanıyor. Yani Erdoğan yarın mesela ‘‘Ben Çorum'a şeker fabrikası açacağım’’ dese, ‘‘bu yanlıştır’’ denilecek. Dolayısıyla bu kitlenin, yani senin de tanıyacağın hareketi temsil eden belli gazetecilerin, işte "Erdoğan'ın yeni bir stratejisi, burada aslında böyle bir niyeti yok, şöyle olacak, böyle olacak" gibi bir söylemleri var. Ama hareketin tabanına bakarsak — çünkü artık 10 yıl geçti, yani bu hareketin biz tepkilerini bilebiliriz, yani dün olmuş hadise değil, 10. yıl darbeden sonra — çok büyük çoğunluğu Türkiye'den katılmasını istiyor bu sürece. Yani mesela diyelim ki şöyle açık söyleyeyim: bir resmî yetkili yahut komisyonun bir AKP'li üyesi "Bu süreçte cemaati de katacak bazı şeyleri yaparız" dese burada büyük bir infial yani olumlu anlamda infial yapabilir. Dolayısıyla son kez şunu söyleyeyim tekrar: Yani yurt dışındaki statükonun, cemaat statükosunun tabanını, bir kısım tabanını ayakta tutabilmesinin kaynağı "bakın size devlet çıkış sağlamıyor." Yani paradoksal olarak tekrar edersek, devlet cemaatin tabanına bir çıkış sağlamayarak o statükoya destek oluyor diye özetleyebilirim.

Ruşen Çakır: Evet, bu çok ciddi. Bu ne zamandır konuştuğumuz bir konu. Biraz ara verir gibi olduk ama ben de gördüğüm bazı şeylerde bunu görüyorum. Bir de birtakım bireysel olarak ulaşan insanlar var ve onların özellikle yurt dışında yaşayıp Türkiye'ye dönemeyen ama dönmek isteyen, yani buradaki "dönmek isteyen"den kastım şu: artık o yapıyla bir bağı kalmamış, ondan kendini kurtarmak isteyen ve bunun için de Türkiye'ye dönmeyi en ideal yol olarak gören ama dönemeyen insanlar var. O kapı açılmayınca... Ama tabii şöyle bir şey var bir de; geçen süreçte bayağı etkili oldular yargıdaki, polisteki güçleriyle. Mesela KCK operasyonunu hatırla zamanında ya da Oslo olayının faş edilmesi, MİT krizi falan gibi şeyler de var. Böyle bir hareket yıllar sonra bu olayda, yeni bir süreçte seyirci bile olamayan bir harekete dönüştü, farkında mısın?
Gökhan Bacık: Tabii. Yani şöyle, bir kere şu var: Yani benim kendi ölçülerimle bir kere hareketin, yani Türkiye'de böyle Kürt sorunu gibi sofistike ve önemli bir konuda yani düşünsel olarak da çok dikkate alınmaması çok doğal artık. Yani, ‘‘Türkiye'de Kürt meselesini nasıl çözeriz?’’ diye masa etrafında oturanların içinde herhangi birisinin ‘‘Bu konuda cemaat ne diyor?’’ diye düşündüğünü sanmıyorum. İkincisi de dediğin gibi, hareketin özellikle bu birinci açılım öncesi ve o süreçte işte özellikle yargı içindeki Kürt meselesiyle girdiği sıkıntılar, işte angajmanlar, onların bıraktığı bir miras var. Kötüsü, hareket şunu da yapmadı; onunla yüzleşmedi. Olup biten her şey Erdoğan'ın bir senaryosu gibi, yani işte ne olmuşsa arkada bir senaryo var. Daha da kötüsü şu: O süreçte Kürt hareketini ve bazı Kemalist çevreleri üzen insanları da tasfiye etmedi. Yani mesela isim vermek istemiyorum da 17 Aralık'tan itibaren hareketin sürüklediği gazeteciler yine popüler. Yani biraz stratejik düşünseniz şunu yaparsınız: bu insanların yüzleri belli kitleler tarafından artık tutulmuyor, en azından bunları değiştirirsiniz değil mi? Yani stratejik siyaset yaparsınız. Yani şöyle söyleyeyim, tabirimi mazur gör, samimi ifade edeceğim: Hareketi peşine takan, bütün öngörüleri yanlış çıkan 5-6 gazetecinin kayığına binmiş durumda hareket, yine o statüko. Bunu ben eleştiren biri olarak bile anlayamıyorum. Şöyle düşün: 5-6 gazeteci var, bunların bütün öngörüleri yanlış çıktı, bunlar Twitter'da var. Yani mesela "AK Parti şu kadar oy alacak" dedi, yanlış çıktı. "şöyle olacak", yanlış çıktı, "böyle olacak", yanlış oldu. Yani bu kitlenin statükocu tarafı gene bunların kayığına binmiş durumda. Dolayısıyla artık bu aktörleri değiştirmeksizin hareketin Türkiye'deki entelektüel ve siyasi tartışmalara katılmasına imkan yok. Yani biraz strateji değiştirebilirse, yani "bak ben işte bunları yaşadım," artık yani en azından bunlara "gidin evinize oturun, ne yapacaksanız yapın" dese… Yani dünyada yapacak bir sürü iş var, herkesin her şeyi yapmasına gerek yok. Ama hiç bilinmeyen birini koyarsınız vitrine. Ama ilginç olan şu; ilkokul düzeyindeki bu stratejik zekayı bile gösteremiyor hareket. Çok üzülerek söylüyorum bunu. Bunun sebebi de şok, statükonun insanların işine gelmesi. Yani bu bazen aptallıktan da olmuyor. Yani bir düzen kurmuş bir statüko var, bu statüko için şunu söyleyebilirim. Mesela ben en son Medyascope'ta bir yazı yazdım ve hareketi yönetenlerin şeffaf bir şekilde kamuoyuna çıkıp bu süreçle ilgili tavırlarını koymasını söyledim. Yani çıkın deyin ki, "Bizim bu süreçle ilgili beklentimiz şudur, biz de şunu yapabiliriz." Bu tip şeylere cevap vermemelerinin sebebi şu: Çünkü Türkiye'de Kürt sorunuyla ilgili bir laf vardı hatırlarsan, "normalleşme bazılarının işine yaramaz" denilirdi, şimdi o noktaya cemaat savruldu. Yani cemaatin tabanı değil tabii. Şu an cemaati etkileyen çevreler için en kötü şey normalleşmedir. Yani şöyle söyleyeyim: Yarın sabah uyansak, İçişleri Bakanı veya diyelim ki Erdoğan çıkıp dese ki, "Devlet gerektiğinde ceza da verir ama şefkat ve adalet de vardır, bu komisyon bağlamında elbette her mağduriyet görüşülür, devletin koyduğu şartlara eğer cemaat veya — işte kendi jargonlarıyla — FETÖ uyum sağlarsa onu da hesap ederiz" desin. Bu, hareketi yönetenler için olabilecek hipotetik en ölümcül gelişme olur.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
17.08.2025 Öcalan olmadan olmaz mı?
17.08.2025 Devletin diyaneti ➜ erkeklerin diyaneti ➜ erkeklerin devleti
16.08.2025 “Bahçeli’den demokrasi bekleyecek kadar saf mısınız?”
15.08.2025 Özgür Özel kavgayı kızıştırdı: Parayı takip edin
14.08.2025 CHP’li bir belediye başkanı niçin AKP’ye geçer?
13.08.2025 CHP-MHP flörtü
12.08.2025 Rezan Epözdemir olayı: Bu kavga neyin kavgası?
12.08.2025 Suriye sorununa “güvenlik” yerine “karşılıklı güven” açısından bakabilmek
11.08.2025 Mümtaz’er Türköne ile söyleşi: CHP-MHP-DEM Parti yakınlaşması mümkün mü?
10.08.2025 Çanlar Fethullahçılar için çalıyor
17.08.2025 Öcalan olmadan olmaz mı?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı