Amberin Zaman ile söyleşi: Suriye Kürtleri Şam ve Ankara ile anlaşabilecek mi?

07.08.2025 medyascope.tv

7 Ağustos 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Gazeteci Amberin Zaman’la Suriye’yi tartışacağız. Tabii ki, en önemli konu, Suriye'deki Kürtlerin durumu, Şam’la bir anlaşma yapıp yapamayacakları ve Suriye'deki Kürtlerle, Türkiye'deki çözüm süreciyle ne ölçüde alâkası olup olmadığını konuşacağız. Merhaba Amberin.
Amberin Zaman: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Öncelikle sana bir kez daha takdirlerimi ileteyim.  Sen aylar önce, Al-Monitor’da, -ki yıllardır, kıdemli bir muhabir olarak orada çalışıyorsun-, Öcalan’ın Kandil’le yaptığı toplantılarla ilgili bir haber yaptın. Hatta kızıp telefonu suratlarına kapattığını yazmıştın.
Zaman: Bu arada bu bir iddiaydı, bunu mutlak gerçek olarak sunmadım.  Bana aktarılan buydu. 

Ruşen Çakır: Tabii ama o zaman çok dikkat çekti ve insanlar çok şaşırmıştı. Şimdi yaşananlara baktığımızda, anlıyoruz ki Öcalan bayağı bir zamandır devletin bilgisi dahilinde, örgütünün değişik ayaklarıyla, hatta sadece Kandil değil, Avrupa ve hatta Suriye ile de doğrudan temas halindeymiş. Öncelikle takdirimi ileteyim. Çünkü son dönemde çıkan birtakım görüşme notları var. Orada geçmişe yönelik, ‘’önceki görüşmeler’’ diye birtakım göndermeler de görüyoruz. Önce şununla başlayalım: Dün bir haber https://medyascope.tv/2025/08/07/demokratik-suriye-birligi-ne-kadar-gercekci-video/ yaptım, görmüşsündür, Öcalan, SDG'nin üst düzey bir yetkilisine “Esas olan, demokratik Suriye birliği. Artık devlet istemiyoruz, demokrasi istiyoruz, demokrasi içinde birlik istiyoruz” diyor. Zaten bu, Öcalan'ın demokratik entegrasyon dediği olay. Bunu sadece Türkiye için değil, Suriye, İran, Irak ve Kürtler için de önerdiğini biliyoruz. Tabii burada önemli olan, Suriye’deki Kürt hareketinin, özellikle PYD/YPG’nin Öcalan’la doğrudan bir ilişkisi olması. Öcalan, Suriye'deki hareketin gidişatını belirleyebilir mi? 
Zaman: Bu zor bir soru. PKK için de aynı soruyu sorabiliriz, soruyorduk da. Şu ana kadarki gelişmeler bize şunu teyit etti; PKK, büyük ölçüde Öcalan’ın istekleri doğrultusunda hareket etti, değil mi? Peki, PKK'yı SDG’den ne kadar ayırabiliriz? Çünkü özünde SDG, PKK'nın Suriye kolu denilen YPG'nin etrafında şekillenen bir yapı. Kanaatimce Öcalan’ın PKK'nın Suriye kolu üzerinde bir etkisi elbette vardır. Benim yıllardır gidip geldiğim Rojava'da çok belli. Her yerde Öcalan’ın posterleri ve resimleri var. İlk gümrük kapısını geçtiğinizde, oradaki gümrük ofisinde polis kontrolünde büyük Öcalan posterleri var ve görüştüğüm her yetkili, her ne kadar “Biz PKK değiliz” deseler de, aynı nefeste ‘’Öcalan bizim liderimiz’’ diyebiliyorlar.  Dolayısıyla, sorunun cevabı evet.  Ama tabii Suriye'deki koşullar çok farklı ve Esad'ın devrilmesinin akabinde de çok daha kompleks, çok daha çetrefilli ve yeni aktörlerin çok daha belirgin bir şekilde müdahil olduğu bir alandan söz ettiğimiz için, Öcalan’ın sözü ve iradesi o koşullarda nereye kadar etkili olabilir? Hele ki Öcalan’ın 1999'dan beri bir hücrede yaşadığını ve bu gerçeklerden kopuk bir şekilde yaşadığını varsayarsak… Anlatabiliyor muyum?

Ruşen Çakır: Evet. Suriye'ye dönersek, geçtiğimiz günlerde Paris'te bir toplantı olacaktı. SDG, yani Kürtleri temsilen muhtemelen Mazlum Abdi, Ahmet eş-Şara ya da onun temsilcisi ile birlikte, Fransız ve Amerikalıların dâhil olacağı bir toplantıda, 10 Mart’ta varılan mutabakatlar üzerinden müzakere edeceklerdi. Fakat anlaşıldığı kadarıyla, Şam yönetiminin hazır olmadığı gerekçesiyle toplantı ertelendi. Ama Fransız Dışişleri Bakanı bunu yapacaklarını söyledi. O toplantı neden önemliydi, neden olmadı ve hakikaten yakın zamanda yapılabilir mi?
Zaman: O toplantı olmadı, ama başka bir toplantı oldu Şam’da. O toplantıda Mazlum Abdi, Rojava yönetiminde çok önemli bir figür olan Foza Yusuf, İlham Ahmed ve Suriye tarafında Dışişleri Bakanı Esad Hasan Şeybani vardı. Bir de tabii Amerika’nın Ankara Büyükelçisi, aynı zamanda Amerika’nın Suriye Özel Temsilcisi olan Tom Barrack ve Fransa’nın oradaki büyükelçisi vardı. Toplantı ilk başta güzeldi, her şey iyiydi. Baklavalar, kahveler filan derken, Dışişleri Bakanı Şeybani Kürt tarafına ‘’Deyrizor’dan çıkacaksınız’’ dayatmasında bulundu. Çünkü biliyorsun, nüfusu ağırlıklı Arap olan Deyrizor, ikiye bölünmüş vaziyette. Merkez dahil bir kısmı Şam’ın elinde. Ama Fırat’ın doğu tarafında kalan kısmı da SDG’nin elinde ve o kısmı geri istiyor. Bunu bir ilk adım olarak, ‘’madem biz bir şeyler müzakere ediyoruz, sen Kürt tarafı olarak bir adım at ve bir iyi niyet göstergesi çerçevesinde buranın yönetimini bize devret” diyor. Bunlar da “Biz size baştan beri, ‘gelin buyurun, rejimin boşalttığı yerleri, ofisleri, konumları, bürokrasi dahilinde siz doldurun, birlikte yönetelim dedik” diyor. Yani bir ortak yönetim modeli sunuyor. Ancak Şam buna itiraz ediyor, hiçbir şekilde istemiyor. SDG güvenliği kendi elinde tutmak istiyor ve hiçbir şekilde oraya Suriye askerlerini, rejim askerlerini sokmak istemiyor. Dolayısıyla büyük bir kavga kopuyor. Bundan çok sıkılan Barrack, toplantıyı terk ediyor. Akabinde Mazlum Abdi’yle Amman’da buluşuyor, biraz arayı ve söylemlerini yumuşatıyor. Çünkü hatırlarsan, Barrack da çok net biçimde Şam’ın yanında gözüküyordu ilk başlarda. ‘’federasyon ne demek? öyle bir şey olmaz, yürümez derken “Bu Suriye halkının kendi takdiri” gibi daha yumuşak bir söylem ve üslup benimsemeye başladı ve bu Paris toplantısının zemini hazırlandı. Paris’te yine aynı ekip buluşacaktı. Ama Şam’ın direttiği bir nokta var. “Eğer herhangi bir gelişme, ilerleme sağlanmayacaksa, biz niye buluşalım?” diyor. SDG de kendi penceresinden baktığı zaman “Esas adımları sizin atmanız gerekir. Bize bir güven sunmanız lazım. Sizin belirlediğiniz, İslam’ı merkezine alan bu anayasa modeli, kurduğunuz hükümet, tasarladığınız seçimler, hiçbir şekilde bizlerle müzakere edilmeden, görüşülmeden, bir dayatma şeklinde önümüze konuyor” diyor. Kaldı ki, Süveyda’da yaşanan olaylar bütün dengeleri alt üst etti. İstiyorsan burada durayım.

Ruşen Çakır: Evet, tam da onu soracaktım, Mazlum Abdi uzun bir süredir konuşmuyordu. Hatta öldürüldüğü yolunda CNN Türk’te asparagas haberler, dezenformasyonlar yapıldı. Hem İlham Ahmed hem Mazlum Abdi peş peşe röportajlar veriyorlar. En son Mazlum Abdi’nin verdiği röportaj da Yeni Yaşam Gazetesi’nde üç gün üst üste yayınlandı. Sen Süveyda’dan bahsedince, şu iki husus çok dikkatimi çekti: 10 Mart Anlaşması aslında Alevilere yönelik katliama denk gelen ve bir anlamda, onun yarattığı olumsuz havayı gidermeye yönelik bir şey. Mazlum Abdi, Süveyda’da olanları da çok yakından takip ettiklerini ve çok tedirgin olduklarını söylüyor. Birçok kaynaktan da görüyoruz ki, Şam’la sorun yaşayan Dürzilerin de, Kürtlere ve SDG’ye yönelik bayağı sempatik davrandıkları, sloganlar atıldığı, onların pankartlarını taşıdıkları söyleniyor. Suriye’de çok sayıda azınlık var. Kürtler, Dürziler, Aleviler, Hristiyanlar ilk aklıma gelenler. Bunların içerisinde en güçlü, en örgütlü olanı uzun bir zamandan beri Kürtler. Sanki Suriye’de azınlıkların kendi içerisinde enformel bir dayanışma ya da birlikte hareket etme arayışı var ve Kürtler de bunun en önemli yerinde duruyor gibi bir görüntü var. Abartıyor muyum?
Zaman: Hayır, abartmıyorsun. Dediğim gibi Süveyda’daki olaylar ve orada eş-Şara’nın yediği darbe… Çünkü neticede İsrail’in müdahalesiyle oraya girmeye çalışan askerlerini yollamaya çalışan, sözde oradaki Bedevilerle Sünni aşiretler ve Dürziler arasındaki çatışmaları yatıştırmaya yönelik, merkezi hükümeti asker yolladı. Ama aslında herkesin ortak görüşü bunu fırsat bilerek, Esad’ı devirdikten sonra Süveyda’ya ilk kez kendi askerlerini sokma fırsatı gibi değerlendirdi onu ve İsrail anında müdahale etti. Çünkü İsrail için Suriye ile olan sınırlarını güven altında tutmak önemli. Hatta Esad devrildikten sonra oradaki tampon bölgeyi, hemen güçlerini yollayarak doldurdu. Suriye’ye sürekli şekilde müdahale ediyor, silah depolarını vuruyor. Devamlı aktif bir halde, oradaki Iran unsurlarını, eski rejim unsurlarını, kendisine tehdit gördüğü her şeyi vuruyor. Hatta hatırlarsan, Türkiye’nin oraya girmesini engellemek için, Türkiye’nin üs kuracağı Hama’daki bir askeri havaalanını da vurdu. Özetle, orada çok bir zayıflamış eş-Şara çıktı karşımıza. Şu anda Süveyda’da fiili bir özerklik durumu var. Orada başından beri zaten hükümete karşı duran Şeyh Hicri, daha güçlü bir konuma geldi. Çünkü diğer şeyhler Şam’la müzakereye açık bir pozisyondaydılar ve İsrail’e ‘’bizim işimize karışmasın’’ gibi daha düşmanca bakarken, Şara’nın bu hamlesi hepsini birleştirdi.
Şu anda Kürtler oraya bakınca fiili bir özerklik durumu görüyorlar. Israil’in müdahale ettiği ve koruması altında tuttuğu bir bölge görüyorlar ve o nispette de müzakere güçlerinin daha arttığını seziyorlar. Dikkat edersen tam da senin işaret ettiğin gibi, peş peşe röportajlar geliyor. Önce ilham Ahmed’in Rudaw’a verdiği röportaj var, çok net konuşuyor: “Suriye’de merkezi sistem yürümez. Haklarımız bir şekilde garantiye alınmadan silahların teslim edilmesi söz konusu değil” diyor. Aynı şeyleri Mazlum Abdi biraz daha yumuşak bir üslupla söylüyor. Çünkü her ikisi aynı zamanda Türkiye’ye de göndermelerde bulunuyor. “Türkiye ile bizim doğrudan görüşmelerimiz var, ilişkilerin iyi olmasını istiyoruz, Türkiye’nin olumlu katkı sunmasını istiyoruz” diyor.
Ama buradaki kilit soru şu: Sen Öcalan’ın notlarına atıfta bulundun. İki Mayıs’ta bir video konferans yapılıyor. Bu video konferansta üst düzey PKK yöneticileri yer alıyor. Bir de SDG’den senin de söz ettiğin bir yetkili geliyor. İsmini paylaşmayalım. Senin özetlediğin şekliyle Öcalan, “Suriye’nin toprak bütünlüğünün muhafaza edildiği bir model içerisinde, bir demokratik toplum kurulmalı” diyor. Aslında bunlar her türlü yoruma açık sözler, değil mi? Bu, Öcalan’ın her zaman yaptığı şey, istediğin yere çekebilirsin bunu. Kürtlerden duyduğum kadarıyla, Öcalan onlara “Henüz silahları bırakmayın” diyor. O da aynı şekilde, hakları garantiye alınmadan, silahları bırakmamalı diye düşünüyor.

Ruşen Çakır: “Silah düşmanlıktır. Demokrasi olunca zaten silaha gerek kalmayacaktır” diyor.
Zaman: Ama demokrasi olunca.

Ruşen Çakır: Evet, tabii. Şu anda bir anlaşma, bir mutabakat olmadığı takdirde, silahlarını bırakmaları yönünde bir dayatma içerisinde değil, orası çok net. Ama sonuç olarak herkesin bir şekilde temsil edileceği bir Suriye olması durumunda, o zaman Kürt grupların da Suriye Ordusu’nun içerisinde yer almasını…
Zaman: Bu çok enteresan, çünkü Türkiye’de bu süreç tam tersi bir şekilde işledi. Önce silahlar bırakılıyor, akabinde hangi haklar verilecekse tartışılacak.

Ruşen Çakır: Evet, söylediğin doğru. Ankara’nın beklediği, önce silahınızı bırakın, ondan sonra… Ama orada çok ciddi bir sorun var, sen çok daha iyi biliyorsun. Hem Şam’a gittin hem Rojava’da bulundun. Şu anda reel duruma baktığımız zaman, SDG, hem teçhizat anlamında hem insan sayısı bakımından, HTŞ’nin denetimindeki Suriye Milli Ordusu’ndan çok daha güçlü, organize ve anladığım kadarıyla eğitim anlamında çok daha kaliteli.
Zaman: Şöyle özetleyebiliriz: Kürtlerin bir ordusu var, Şam’ın yok.

Ruşen Çakır: Tam da öyle. Dolayısıyla Kürtler, olmayan orduya katılması beklentisine razı olmuyor.
Zaman: Çok normal bir şey. Hele o ordunun imza attığı barbarlıklara şahit olunca… Çünkü Süveyda’da korkunç şeyler yaşandı. Eş-Şara’nın imajı sadece İsrail’in baskısı altında, oradan geri çekilmesiyle sınırlı değil ki… Orada yaşanan korkunç manzaralar da çok sarstı kredibilitesini ve imajını.

Ruşen Çakır: Peki, İsrail meselesini sormak istiyorum. Öcalan’ın, mesela bir mayıs ayının başında, bir de mayıs ayının sonunda yaptığı iki ayrı görüşme notlarına baktığımda, şimdi rakamları unuttum ama, otuz kere İsrail geçiyor ve ‘’İsrail en baştan beri Hep bizimle ilgilendi. Şunu yaptı, bunu yaptı’’ diyor. Mayıs sonunda yapılan görüşmeye katılanlar Öcalan’a “Çok kişi hem Rojava hem Türkiye konusunda kapımızı çalıyor” diyor. O da “İsrail mi? İran mı?” diye soruyor. İran ve İsrail’in bir şekilde örgüte yatırım yapmak istediğini anlıyoruz. Geçenlerde Mazlum Abdi’nin İsrail’e çok yakın olduğunu Abdulkadir Selvi de yazdı. Başkalarını da yazdı. Biliyoruz ki İsrail’in Dürziler üzerinden Suriye’de zaten bir ilişkisi var. Suriye Kürtlerinin İsrail’le ilişkisi gerçekte nedir?
Zaman: Ruşen, bu soruya cevap vermeden bir şeye değinmek istiyorum. Çünkü biz seninle en son konuştuğumuzda ne demiştik? Türkiye’deki barış süreci şu şekilde ilerliyor: Rojava ile aranın düzelmesi, Türkiye’nin Rojava’ ya karşı hasmâne tutumunun sonlandırılması, artık oraya saldırılmaması, Kürtlerin önüne sunulan en büyük kazançtı. Hatta benim tanıdığım biri bir cümle kurmuştu ve yazımda kullanmıştım; “PKK anne, kendisini bebeği için feda etti”. Biz şuradan neyi anlamış oluyoruz? Türkiye, ilk başta kazanım olarak sunduğu şeyin pek fazla içini doldurmadan sunmuştu. Ama anlaşılıyor ki Türkiye kendisinin kabul edemeyeceği hiçbir modeli, Suriye için de kabul etmek istemiyor. Bunu bir tehdit olarak görüyor ve bunu engellemek için elinden geleni yapıyor. Ama bunu engelleyebilir mi, gerçekten böyle bir gücü var mı? Bu soru önümüzde duruyor ve bunu da tartışmak gerekir diye düşünüyorum.
İsrail ile ilgili soruna dönersek: ‘’Çok yakın ilişkileri var’’ gibi bir şey katiyen yok. İsrail çok fırsatçı davrandı. Esad devrildiğinde, bir yandan Dürzilere yakınlık gösterdi, hamiliğini üstlendi. Öte yandan, ilk kez Israil Dışişleri Bakanı, İlham Ahmed’le doğrudan temas kurdu, telefonda görüştü. Bunu kamunun önünde ilan etti. Twitter’ına baktığın zaman, sürekli Kürtleri sahiplenen cümleler kurduğunu görürsün. Aynı zamanda Türkiye’ye saldırgan bir üslupla, hatta hakaretamiz ifadelerde bulunarak tweetler attı. Ama fiiliyatta, İsrail’in, Kürtler için Amerika da lobicilik faaliyetlerini üstlenmekten öte nasıl bir faydası olabilir? Bir kere haritaya bir bak. Kürtler açısından da baktığın zaman, Washington’da Trump’ın kulağına olumlu şeyler fısıldayan birtakım İsrailli yetkililer varsa, neden olmasın? Bunun nasıl bir zararı var? Ama bundan öte, silah desteğiymiş, şuymuş buymuş... Bir kere Irak Kürdistan’ına bak. Orada referandum sürecinde gaz verdiler. Akabinde ne yaptılar? Bir şey yapabildiler mi? Kürtler, Kerkük başta olmak üzere ellerindeki bütün bu sözde ihtilaflı bölgeleri kaybettiler. İsrail bir şey yapabildi mi? Hayır. Bir şey yapmaya gayret ettiğini de sanmıyorum. Dolayısıyla bunu hiç abartmamak lazım. Abdullah Öcalan da bence bunu Türkiye ile müzakerelerinde kullanmak istiyor. Özellikle de Türk kamuoyuna şirin görünmek için bu tür söylemler kullanışlı görünebilir tabii, ama gerçeklerle örtüşmüyor.
Esas Türkiye ile İsrail’in ilişkisini mercek altına alalım. Her iki taraf da demin tarif ettiğim gibi birbirine hakarete varacak suçlamalarda bulunuyor. Ama gerçeğe baktığın zaman, istihbarat düzeyinde ilişkiler sürüyor. Görüşmeler var. Bu Azerbaycan üzerinden de oluyor. Petroller gidiyor. Ben hiçbir zaman İsrail ile Türkiye’nin aslında ciddi anlamda karşı karşıya gelebileceğine inanmıyorum. Ama problemli bulduğum şey, bu söylemin artık bu kadar olağan bir hâl alması, Türkiye’nin İsrail’le savaşabilme ihtimalinin, bu kadar kabul gören bir senaryo halini alması, tabii ki iyi bir şey değil. Tehlikeli bir şey değil ve geriye döndürmek lazım bunları.

Ruşen Çakır: Suriyeye tekrar gelecek olursak: Ademi merkeziyetçilik kilit kavram oldu. Bir zamanlar özerklik, federasyon konuşuluyordu. Hatta kimileri belki bağımsız devlet diyordu. Ama şimdi gerek İlham Ahmed’in gerek Mazlum Abdi’nin verdikleri röportajlarda hep öne çıkarttıkları husus bu ve anladığım kadarıyla bu yaklaşım, Öcalan’ın onlara verdiği perspektifle de çok çelişen bir yaklaşım değil. Sanki iş Şam’ın ve tabii ki Ankara’nın buna razı olup olmayacağında düğümleniyor. Ademi merkeziyetçilik denince de aslında sadece Kürtleri kapsamıyor, aynı zamanda Dürzileri ve Alevileri de bir şekilde kapsaması gerekecek. Böyle bir seçenek kabul edilebilir mi Suriye’de? Ankara’nın ve Washington’ın da razı olacağı böyle bir uzlaşma zemini olabilir mi?
Zaman: Elbette olabilir. Çünkü şu anda Şam Hükümeti son derece zayıf, dışarıdan yatırıma mahkûm. Bir enkaz devralmış bir hükümet var orada. Ama tabii oranın da sosyolojisini iyi kavramak lazım. Kürtler on yıllarca ezildi orada, yok sayıldı. Geçmişten bugünlere geldik. Dolayısıyla oradaki toplumu da buna hazırlamak lazım. Bu işler kolay işler değil. Ama gerçekte talep edilen, dayatılmaya çalışılan bu merkezi sistem gerçekten de çok zor uygulanır gibi görünüyor bana. Bu gerçeği kavrayıp, tehdit yerine, Türkiye, Amerika, Fransa, İngiltere, Araplar, sermayeyi sağlayan Suud’lar, Körfez Arapları gibi bütün aktörler, bir şekilde mutabakata varıp yapıcı bir müdahale modeline geçmeli. Sürekli, her gün yeni tehditler duyuyoruz. En son dün Ömer Çelik “Biz kabul edemeyiz” diye bir şekilde aba altından sopa gösterdi. Tabii Türkiye açısından buradaki sıkıntı, eskiden Rusya, Amerika ve İran vardı sahada. Rusya ile bir şekilde işi götürebiliyordu. Türkiye’nin nereye kadar müdahale edebileceğinin sınırlarını, Batı kısmında Rusya çiziyordu. Doğu kısmında da Amerika. Bir şekilde işleri götürüyorlardı. Ama iş artık öyle değil. Tabii o noktada Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri devreye giriyor. Çünkü İsrail eş-Şara’ya güvenmiyor. Her ne kadar pragmatik olsa da İslamcı biri olarak gördükleri Erdoğan’la, eş Şara’yı yan yana görünce İsrail’de daha derin bir tehdit algısı oluşuyor. Onların güvenlik kaygılarını da gideren bir şekilde bir ortak noktada buluşmak lazım.
Ama işi zor kılan şey, Türkiye’nin içindeki sorunlar. Çünkü daha önce dediğim gibi, Türkiye’nin kendisi için kabullenemeyeceği bir modeli Suriye’de kabullenmesi çok güç. Çünkü korkuyor. ‘’Federal sistem orada böyle, Kuzey Irak’ta şöyle. Sıra bana gelecek’’ meselesi var. O psikolojik eşik nasıl aşılır, Türkiye’de bir özgüven nasıl oluşur, bunu tehdit gibi görmek yerine, pozitif bir şey olarak görmesi nasıl sağlarız? Aynı zamanda tabii laiklik vurgusu da önemli bence. Çünkü mesele sadece etnik kimlik değil, oradaki dayatıldığı düşünülen koyu İslamcı modelden duyulan kaygılar, değil mi? Hristiyanlar orada bir bölge mi kuracak? Hayır. Ama Hristiyanların da hakları, güvenlikleri önemli bir unsur Suriye’de. Bunu bu pencereden de değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Ama tabii eş-Şara biraz sıkışmış bir durumda. Çünkü bir yandan uluslararası meşruiyet devşirmeye çalışırken, İsrail’e de yumuşak mesajlar veriyor. Amerika’yla, bir zamanlar öldürmeye çalıştığı insanların hükümetinin elini sıkıyor şu anda, yardımını talep ediyor. Bir yandan da çok koyu İslamcı bir tabanı var. Bu dengeleri sağlarken sıkışıp kalabiliyor o da. Halbuki Suriye bundan çok daha fazla katmanlara sahip.

Ruşen Çakır: Tam onu soracaktım. Sen Suriye’ye çok gittin, Şam’a da gittin, oralarda dolaştın. Biz Suriye’den bahsederken genellikle etnisiteler üzerinden konuşuyoruz. Sünni Araplar, Alevi Araplar, Hristiyanlar, Dürziler, Kürtler… Ama Sünni Arapların hepsi de HTŞ’yi benimsemiyor herhalde. Özellikle seküler olan epeyce bir kesim de var.
Zaman: Bunu çok iyi kavrayan Mazlum Kobani ne diyor? Bir bölge söylemi var orada. SDG bölgelerin tanımlanmasını talep ediyor ve kendi yönetimindeki bölgeye Arap topraklarını da katmak istiyor. Mesela Deyrizor’dan belki, ama Rakka’dan vazgeçmek istemiyor. Tabii bunun güvenlik sebepleri de var. Çünkü sen Deyrizor’un kapısını araladığın anda ve Şam güçlerini Fırat’ın doğusuna geçirdiğin zaman, ileride güçlendiklerinde sana saldırmayacakları ne malum? Bir bu var. Ama bir de, sunduğu laik bir toplum ve kadınların güçlü olduğu bir model var. Bu tabii ki birçok kişiye uzaktan çok cazip gelebilir. Açık olmamız gerekirse, elbette Rojava’daki sistem tarif ettikleri gibi demokratik bir sistem değil. Her ne kadar kökten yukarı giden komünal bir modelden söz edilse dahi, işler pratikte hiç öyle gelişmiyor. Orada da demokrasiden bahsetmek biraz abartı olur. Ama buna mukabil, kadınlar çok çok daha özgür. Azınlıklara karşı gerçekten çok daha kapsayıcı bir sistem var. ‘’Tahammül’’ sözcüğünü özellikle kullanmadım, çok yanlış olur. Bu, Suriye’nin geneli için, şu anki Şam yönetiminin sunduğu sistemden daha gerçekçi olabilir diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Süveyda’daki olaylar üzerine, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan isim vermeden “Kimse buraları fırsatçılık olarak değerlendirmesin. Türkiye bunu güvenlik sorunu olarak alır ve izin vermez” dedi. Burada mesaj doğrudan Kürtlere yönelikti. Alevilere yönelik olduğunu hiçbir şekilde düşünmüyorum. Kürtlere yönelik, çünkü Aleviler fırsattan yararlanmak isteseler ile öyle bir güçleri yok. Türkiye esas olarak, Süveyda’daki olayların kuzeyde başka şeylere yol açması endişesine karşı önleyici bir çıkış yaptı. Bir zamanlar ‘’bir gece ansızın gelebiliriz’’ sözleri de vardı. Türk Silahlı Kuvvetleri zaten belli bölgelerde, özellikle kuzeybatıda uzun süredir var. Ankara ile Rojava arasında yeniden silahlı bir gerginlik ihtimali var mı? Ben Türkiye’deki süreç olduğu müddetçe, bunun olacağını pek sanmıyorum, ama yine de belli olmaz diyorum.
Zaman: İhtimal tabii ki her zaman var. Bak geçen süreçte nerelere kadar gelmiştik? Dolmabahçe’de, hükümet yetkilileri, bakanları ve o zamanki Kürt partisinin şu andaki partide yer alan bileşenleri, ortak açıklama yapmıştı. Sonra ne olduğunu hepimiz birlikte izledik. Tabii ki o ihtimal var ve ben inanıyorum ki Türkiye’de bu süreci dinamitlemek isteyen birtakım güçler, çevreler elbette var. Bunun ipuçlarını da görebiliyoruz. Ne yazık ki gerçekten Türkiye’nin bekasını gözetledikleri için, hatta ideolojik bile olduğunu düşünmüyorum. Daha çok, bir güç savaşı olarak görüyorum, İleride, Erdoğan sonrasını gözeterek pozisyon alma girişimi gibi değerlendiriyorum bunları. Ama dediğin gibi, Erdoğan’ın kariyer planlarını da göz önünde tutarsak, içerdeki süreç, şu anda hükümeti Kürtlerle iyi geçinmeye mahkûm eden bir süreç. Öte yandan, konuşmamızın başında belirttiğim gibi, artık Suriye’deki aktörler çok farklı ve bütün dünyayla temas kurabilen bir Şam Hükümeti var. Belki de eş-Şara aslında Kürtlere daha esnek davranmaya hazır, ama Türkiye’nin bir şekilde onu frenlediğini düşünüyorum. Çünkü eğer Şeybani Paris’e kadar geldiyse ve son dakikada vazgeçtiyse… Öne sürülen neden, ‘’Kürtler hiçbir şekilde esnek değil.’’ Bunu sen Paris’e gelmeden bilmiyor muydun? Sanıyorum Türkiye, Fransa’nın başını çektiği bir süreçten ve kendisinin bir şekilde fiziki olarak bulunmadığı bir ortamdan, çok büyük rahatsızlık da duyuyor, bunu engellemeye çalışıyor ve benim duyduğum, bu görüşmelerin de aslında Amman’da olmasını talep ediyor.
Biraz konudan uzaklaştım. Askeri müdahale konusunda koşulların eskisi kadar elverişli olmadığını düşünüyorum. Ama tabii bunu derken bir kara operasyonundan bahsediyorum. Her şeyden öte, bence, Trump’ın ne yapabileceğinden, Türkiye, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan çok çekiniyor. Çünkü biliyorsun 2019’da Trump, ilk başta Türkiye’ye yeşil ışık yakmıştı, akabinde, ‘’ekonomini mahvederim’’ diye tehditkâr mektuplar yollamış ve arkasından bir sürü askeri yaptırım gelmişti. Dolayısıyla böyle bir şey tekrarlanırsa, bu, Türkiye ekonomisi açısından, her türlü açıdan, hele ki Amerika ile ilişkileri düzeltmeye çalıştığı bir konjonktürde hiç iyi olmaz. Ama bu, yeniden havadan birtakım operasyonlar başlayamayacağı anlamına gelmez, ki Rojava’yı uzun süredir bu şekilde, oradaki ekonomik altyapıyı hedef alarak. yıpratıyordu. Ama kanaatimce Türkiye’nin tercihi bu değil. Türkiye’nin tercihi, tabiri caizse kötü polisliği, sopayı HTŞ’nin, merkezi hükümetin eline verip, Kürtleri sıkıştırma görevini onlara ihale etmek. Böyle düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Türkiye’deki sürecin başarılı gelişmesi Suriye’yi, Suriye’deki sürecin başarılı gelişmesi de Türkiye’yi çok olumlu etkileyecektir diye düşünüyorum. Ama her iki taraftan herhangi birisinin başarısızlık, mesela Suriye’de yaşanacak olan bir olumsuzluk, herhalde Türkiye’deki süreci tehlikeye atar, değil mi?
Zaman: Türkiye’deki olumsuzluk Kürtleri tehlikeye atar. Suriye’deki olumsuzluk bütün Türkiye'yi etkiler. Ama dediğim gibi, herkes makul bir çizgiye gelebilse, her şeyden bu kadar korkmasa… Neticede Kürtler “Ayrı devlet kurmak istemiyoruz” diyorlar, Apo da bunu diyor. Bundan bu kadar korkmamak, bu merkeziyetçi kafadan uzaklaşmak gerekir. Aslında ne kadar esnek olursan, o kadar güçlü olursun. Ben her zaman şu örneği veriyorum, belki senin programında da vermişimdir: Dünyanın en güçlü, dayanıklı, ahşap biçimi, bambu. Neden? Çok esnek olduğu için. Bangladeş’te, başka yerlerde kasırgalar eserken, onlar ayakta durabiliyor. Çünkü esneyebiliyor. Kırılmıyorlar. Onun için bu kadar korkmayalım, kendimize güvenelim ve böyle ilerleyelim diyorum. Çünkü gerçekçi olan da bu.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Amberin yayına katıldığın için, eksik olma. Evet. Al-Monitor kıdemli muhabiri, gazeteci Amberin Zaman’la, Suriye’yi, ama esas olarak Suriye’de Kürtlerin geleceğini ve bunun Türkiye ile ilişkisini konuştuk. Kendisine çok teşekkürler, sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
17.08.2025 Öcalan olmadan olmaz mı?
17.08.2025 Devletin diyaneti ➜ erkeklerin diyaneti ➜ erkeklerin devleti
16.08.2025 “Bahçeli’den demokrasi bekleyecek kadar saf mısınız?”
15.08.2025 Özgür Özel kavgayı kızıştırdı: Parayı takip edin
14.08.2025 CHP’li bir belediye başkanı niçin AKP’ye geçer?
13.08.2025 CHP-MHP flörtü
12.08.2025 Rezan Epözdemir olayı: Bu kavga neyin kavgası?
12.08.2025 Suriye sorununa “güvenlik” yerine “karşılıklı güven” açısından bakabilmek
11.08.2025 Mümtaz’er Türköne ile söyleşi: CHP-MHP-DEM Parti yakınlaşması mümkün mü?
10.08.2025 Çanlar Fethullahçılar için çalıyor
17.08.2025 Öcalan olmadan olmaz mı?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı