Geçen hafta, Fethullah Gülen cemaatinin sivil, şeffaf ve demokratik olup olmadığını sormuştum. Çok sayıda Gülen yanlısı bana yolladıkları e-postalarda veya internet sitelerinde yazdıkları yorumlarda, sorulara cevap vermek yerine kişisel suçlama ve hakaretleri yeğlediler. "Eğitim"i temel alan, Türkiye'nin en büyük ve etkili İslami cemaatinden seviyesi bu derece düşük tepkiler gelmesi üzücü ve düşündürücü. Bir de şu var: İslami hareketi "irtica" olarak görmeyip, ilericilik/gericilik ikileminin dışında incelemeye çalışan birine bu muameleyi uygun görenler, kendilerine açıkça cephe alanlara kimbilir neler yapıyorlardır.
"Gülen hata yapmaz"
Haksızlık yapmayayım, az sayıda gençten çok içten ve kaliteli cevaplar da aldım. Örneğin biri, cemaatin sivilliği ve şeffaflığı konusundaki eleştirilerime katılıp şöyle devam ediyor: "Ancak bu cemaatin sorunu mudur yoksa şartların getirdiği bir şey midir? Yani bu ülkede demokrasi tıkırında işliyor, herkesin her konuda özgürce kendini teorik/pratik ifade hakkı var da cemaat bunun dışında kalmayı yeğliyor değil." Bir başkası da demokrasi konusunda şöyle yazmış: "Cemaatin demokratik olması meselesi cemaati çok ilgilendirmiyor. Zira öyle bir kaygı yok. Hocasını çok seven, onu son devrin etkili ve yetki sahibi olarak tanıyan bu kitlenin, demokrasinin kurum ve kuruluşlarını cemaat içinde uygulamak gibi bir problemi yok. Cemaat mensupları Sayın Gülen'in bugüne kadar hiç hata yapmadığının farkında."
Listeler yarışı
Buradan 1990'lı yılların Refah ve Fazilet Partilerine geçebiliriz. Milli Görüşçüler hem demokrasiyi "beşeri ideoloji" olarak görüp küçümser, hem de "Hocamız (Necmettin Erbakan) her şeyin en iyisini bilir" diyerek parti içindeki her türlü hak arayışını şiddetle bastırırlardı. Ama 1990 ortalarından itibaren işler değişti. İlçe ve il kongrelerinde, genel merkezin bütün çabalarına rağmen listeler yarışır oldu. İcazetsiz adaylar kazanınca görevden alındılar.
Milliyet'te Abdullah Karakuş, benzer bir durumun nasıl bugünün AKP'sinde yaşandığını, il il anlatmış. Abdullah'la, RP ve FP dönemlerinde benzer listeleri çıkarırken yardımlaşırdık. Başlangıçta bu süreç kendiliğinden gelişiyordu. Yani RP'de, baskılara rağmen aday olanlar tek bir merkezden yönetilmiyordu. Ama "yenilikçi" kanat kendisini güçlü hissettiği andan itibaren, yani FP döneminde kendi adaylarını çıkarttı.
1999 Ekim ayındaki FP İstanbul Kongresi'ni hatırlıyorum: Gelenekçiler, Mehmet Müezzinoğlu'nun adaylığını iptal ettirebilmek için saatlerce pazarlık etmiş ama başarılı olamamışlardı. Daha sonra yenilikçiler AKP'yi kurdu. Müezzinoğlu da AKP İstanbul İl Başkanlığına atandı. 2003 Haziran ayında benim de izlediğim "steril" bir kongrede Müezzinoğlu kendisiyle yarıştı, yeniden seçildi. Geçtiğimiz Pazar günü Müezzinoğlu ikinci kez -tabii yine tek aday olarak- seçilmiş. Şaşırmadım.
Demokrasi virüsü
İç demokrasiden mahrum hiçbir parti (ya da cemaat), bir ülkeyi asla demokratikleştiremez. Parti (cemaat) içi disiplin de, her şeyin tek merkezden belirlenmesiyle değil, iç demokratik mekanizmaların işletilmesiyle sağlanır. (Örnek: 1 Mart 2003 tezkeresi) Peki AKP yöneticileri, dün kendileri için istedikleri demokrasiyi bugün niçin başkalarından esirgiyorlar? Bünyeye bir kez sızan "demokrasi virüsü"nü bir daha çıkarmanın mümkün olmadığını neden kabul etmiyorlar?
Galiba AKP'nin acilen bir yenilikçi kanada ihtiyacı var. Gülen cemaatinin de.